1 Aralık 2013 Pazar

Ekranella açıldı!

"Okuması izlemesinden daha heyecanlı olacak" vaadine tutunup bir süredir açılmasını beklediğimiz, bu sırada benim de boş durmayıp özene bezene bir Breaking Bad yazısı hazırladığım Ekranella, Pazar sabahı itibariyle okuyucuyla buluştu. Buraya genel linki atıyor, bakmanızı şiddetle tavsiye ediyorum.

http://ekranella.com/

Yazar listesinde herkes benim gibi ünsüz değil, güzel isimler var. Özellikle Perihan Mağden'i okumadan geçmeyin derim, bir de beni! Tabii memnuniyetinizi bize, şikayetinizi dostlarınıza bildirmenizi de tekrar hatırlatırım.

Sevgiler, selamlar,

Melmö

13 Kasım 2013 Çarşamba

Üç jenerasyonda garantili epilasyon: Abdurrahman'ın torunu İlayda

İlaydalar, Su Adalar, Sude Nazlar, bu isimlerin şakası hep yapıldı. Bu dışı küften yeşermiş Kadıköy binalarına aynalı cam giydirerek modernlik, şıklık yakalama sevdasının uzantısı olarak çocuklara isim diye verilen saçmalıklar hep tartışıldı, ben de bu blogda tartıştım geçtim bile belki. O yüzden "yapılmışı var" deyip, ilerleyelim ve bu çocukların isimleri değil, kendileri üzerine biraz konuşalım istiyorum. Sude Naz olmak nasıl bir şeye işaret ediyor, bir ailenin Sude Nazlanması neye dalalettir, ona bakalım.

Sude Naz'ın annesi ucundan Starbucks'ın Türkiye'ye gelişine yetişti, ayrık tuttuğu bacaklarına geçirdiği dizine varan şortu içinde "Ulan, ben ne hata yaptım da buraya düştüm" şaşkın bakışıyla ve kendine müthiş bir yabancılaşmayla etrafı süzen "kociş"ini de o Starbuckslarda bağladı. Diyelim. Cevahir'de, İstinye Park'ta bu evlilik öncesinde alışveriş yaptı (Mango'dan - Çok uzağa gitmeye lüzum yok), şehirli keyiflerini türlü festivallerde yarım yamalak, başkalarından gördüğünce yaşadı. Kolunu bir askı gibi dışa bükük tutarak çantasını dolmuştan inip gittiği Cadde kafelerine doğru taşıdı, belki gelinliğine siyah bir kuşak bağlamayı arkadaşlarından önce akıl edip trendyliğin doruklarına çıktı. Tabii Cahide'de gey şarkıcı izlemeye gidilen bekarlığa veda gecelerini, kafalara takılan o kırmızı tüllü taçları filan söylemiyorum bile. Sonra düğünler, hemen arkasından ver elini Maldivler. Son taksidini 2019'da ödeyeceği bir balayı. Borç harç gidildi ama, fotoğraflar derhal Facebook'a yüklendi. Maldivler'de kocasının kirli çorabını henüz yıkamamışken ve Sude Naz henüz ana rahmine düşmemişken ve fakat düşmeye çok yaklaşmışken, sanki ertesi gün özel jetle California'daki malikanelerine döneceklermiş gibi bir rahatlık, yüzler bronz, ellerde yedi renk kokteyller, ne pozlar kesildi. Değil mi? Şimdi fosforlu pembe bikinisinin içinde dönerek koşan ve bir metre kadar yaklaştığı her şezlong- insanının tiz sesiyle anında beynini oyan Sude Naz'ın doğacağı şartlar, koşullar bunlardı. Ucundan azıcık yaşanmış, ucundan azıcık taksitle gezilmiş, lüks gibi görünse de aslında değil, Amerikan dizilerindeki alışkanlıklar benimsenmiş ve içselleştirilmiş gibi görünse de değil bir hayata, Malatyalı dedenin torunu, İstanbullu Aylin'in tek yavrusu olmaya ve Starbucks Türkiyesi'nin en aynalı camlı ve fakat varoş muhitlere on metre mesafedeki lüks bir sitenin, yuvarlak ve kendinden gideceği katı bilen akıllı asansörlü, jakuzi ve jaluzili apartman dairelerinde yaşamaya doğdu Sude Naz. Ailesinin son lüks aksesuvarı olarak. Çünkü bu çocuk meselesi öyle bir şeye dönüşmüş; vazgeçilmez bir aksesuvara. Ailenin heveslerinin temize geçilmesi ve Maldivlere bir kerelik değil, hep gidilen bir hayat ihtimaline yakılan bir dilek mumu, bir Japon feneri. "Sude Naz Robert'te okusun, Saraylarda büyüsün" niyetleriyle. "Biz İngilizce'yi upper-intermediate seviyesinde biliyoruz (ki öyle bir seviye, Türk insanının sandığı anlamda, yok), kızım upper advanced hatta mother tongue şeklinde bilsin. İki yaşının tatilinde deniz içinde "ayağını bana doğru çırpma" demek için dünyanın en boktan İngilizcesiyle ona laf anlatayım ki, kulağı yatkın olsun (neye?)." Sude Naz, Naimoğlu ailesinin 2019'da taksidi bitecek Maldivler balayısının ardından yeni büyük projesi. Kendilerinden daha iyi hayat yaşayan bir aile ferdi olmasının tek ümidi. Babasının "Niye bana bağırıyorsun kızım? Ben sana bağırıyor muyum?" demesi, Sude Naz'ın çocuksu ve anlamsız kaprislerini ve şımarıklıklarını aklı yettiğince mantık ve felsefe çerçevesinde karşılaması ve yeşertmeye çalışması bundan. güneş kremi sürmek istemeyen, şişeyi fırlatan el kadar bebeklere "Güneş, bizi ısıtır ve enerjisiyle.." diye ilk fen bilgisi dersini veren yeni nesil anne-babalar. Anlayışın, iletişimin, her şeyde olduğu gibi suyunu çıkarmış ve hizmetkârlığa soyunmuş.

Eskiden çocuğunu itip kakan, kolundan sertçe çeken, yüzüne bir tane patlatacakmış gibi elini çocuğunun yanağına paralel tutup dişlerini sıkarak konuşan ebeveynler görürdüm ve o çocuklara acırdım. Bir insan çocuğuna vurmamalı, nasıl kıyabilir, derdim. Bu tatilde ben, bu sefer yüzüne huysuzluk, hadsizlik, şımarıklık şamarı vurulan annelere, babalara acıdım. Fakat o babalar kendi durumlarından nasıl bihaberlerdi ki, onuncu sınıf pavyon ağızlarıyla çocuklarına "AŞKIMMMM, AŞKIMMM" diye sesleniyorlardı. Cüce platonik aşklarının peşinde heba olmuş, modern evliliğe, minimal dayama-döşemeye, Starbucks'taki hardal rengi koltuklarda pazar keyfi yapmaya vurgun babalar. Vay ki vay.

(Tüm bu dediklerimin üstüne şak diye manzarayı koyacaktım... da bulamıyorum... Neydi peki, şuydu: Türkiye'de gördüğüm bir özel ilkokulun reklam afişi/panosu. Gülümseyerek dedeciğine sarılan kız fotoğrafı ve köşesinde "İlayda'nın dedesi Abdurrahman" yazısı. Görenlerin, fotoğraflayanların yardımlarını bekliyorum.)

12 Kasım 2013 Salı

Şaşı bak şaşır



Solaryum turuncusu Selinlerin kolunda görmeye alıştığımız oranj Céline. 
"Four plainclothes cops accused a black woman of credit card fraud after the Brooklyn mom bought a $2,500 designer bag from Barneys. (...) Kayla Phillips, 21, a nursing student from Canarsie, told the Daily News she had long coveted the orange suede Céline bag. Armed with a cash infusion from a tax return, she took her Bank of America debit card and headed to the Madison Ave. flagship store on Feb. 28. Phillips made the purchase without incident but says she was surrounded by cops just three blocks away, at the Lexington Ave. and 59th St. subway station. The cops started peppering her with questions and demanding to see her ID.
The 5 p.m. confrontation was eerily similar to a clash between cops and 19-year-old Trayon Christian, who filed a discrimination suit this week accusing Barneys and the NYPD of racially profiling him. Christian, who is black, alleged he was followed into the street by undercover cops and accused of fraud after he used his debit card to buy a $349 Ferragamo belt at Barneys on April 29."

Barneys'in ırkçılığıyla ilgili ayrıca oturup yazmak gerek de, onu bir yana koyayım, anladığım kadarıyla kimse "Vergi iadesinden gelen paraya güvenip ve ATM kartını kuşanıp hemşirelik öğrencisi bir kız ne diye 2,500 dolarlık çanta alıyor? Bu nasıl düzen! Kredi ve Yurtlar Kurumu'nun aydan aya yatırdığı 100 lirayı çektiğin Ziraat Card'ın ön gözünde durduğu yırtık cüzdan için mı alıyorsun ulan Céline çantayı? " veya "Öğrenci halinle gariban anandan harçlık olarak tırtıkladığın kuruşlardan biriken 350 doları ne diye kemere gömüyorsun güzel evladım?" diye sormuyor ya işte, ben asıl o kafaların hastasıyım. Öyle başa böyle kemer. Jiletçi Müslüm bandanası gibi, o yavrunun başına bu kemeri sıkı sıkı takacaksın. 


10 Kasım 2013 Pazar

Toplumsal iletişimi geri dönülmez şekilde değiştiren bir vaka olarak sosyal medyanın doğuşuna (veya kimi çokbilmişe-çokgörmüşe göre gelişimine ve yaygınlaşmasına) denk geldiğimiz için, insan blog yazarken artık kendi sesini duyamıyor, tarzı bulanıklaşıyor. Herkesin orta yerde konuştuğu, yazdığı, yorumladığı ve en fenası bu saydıklarımın tümünün insanın kaçamayacağı şekilde bilgisayarını açar açmaz tüm detayıyla önüne saçıldığı bir dönemde, elin kolun bağlanıyor. Benim yazma alışkanlıklarım bakımından kabaca sıralamam gerekirse iki etkisi var bu durumun:

1) Çer-çöple enteresan düşünce alt alta, üst üste. Her ikisini de okuyacaksın ve ayıklayacaksın. Bir milyon tweet okuyacaksın ki yirmi tanesinden faydalı bilgi damıtasın. Yüzlerce linke tıklayacaksın da, belki birinde bakmaya değer şey göreceksin. (İnternette çok zaman harcamak, çok fazla şey okumak ve buna rağmen tatminsizlik)

2) Önceden, başka herkesin yazdığını - nefret ettiklerimizin çalakalem ve bize çok benzeyenlerin de bizim gibi yazdığını bilmeden önce - iyiydi. Yazıyorduk, kafamızın içinde duyduğumuz sese uyup yazıyorduk. Şimdi sesler karıştı. Ayrıca çalakalemciliğe dahil olmamak için yazılarında daha da özenmek isterken yorgun düşüyor insan. (Kendini yeterince hızlı güncelleyemediğin hissi, yetersizlik hissi)

Bunları buraya not etmek istedim. Sonra başka şeylere değiniriz. Class dismissed.


3 Kasım 2013 Pazar

Hoşgeldimiz!

Yazmadım, uğramadım, panjurlar kapalı vaziyette tüm yaz burası beni bekledi. Twitter ve Instagram'dan kendimi parça parça halka sundum halbuki (herkes kadar), öyle olunca da düşüncelerin olgunlaşıp uzun cümlelere ve paragraflara dönüşmesine fırsat kalmadı. Şimdi geri geldim. Bakalım kalıcı mıyım?

Gelmemin şerefine, Photoshop'la hiç uğraşmadan en ilkel şekilde fotoğrafları yan yana koyarak buyrun size yepyeni bir "benzeyen benzeyene": Sayın Turgut Özal ve Sayın CeeLo Green.


Baş eğiş açılarında bile ahenk var, umarım yakalamışsınızdır. İşte sizin için o açıyı bulana kadar inanın göbeğim çatladı.

En kısa sürede tekrar görüşmek üzere, haydi, kalın sağlıcakla,


Elmoş

27 Mayıs 2013 Pazartesi

Misafir Sanatçı

Hatırlayacaksınız, bir önceki blog yazımda tıkandığımdan bahsetmiş ve kendine ait olmayan bir bloğa, aklına estiği gibi yazacak iki çift sözü olanlarınızı piste davet etmiştim. Bu teklifle neyi kastettiğimin çok detayına girmedim, asıl söyleyemek istediklerimi belki söyleyemedim, ama yine de anlaşılmayı ümit ettim.

Bazı günler insan, anonimliğini koruyarak hiç tanımadıklarınca okunmak ister. Hem içini terse çevirip dökmek, ama dökmemiş gibi, hiç toz kalkmamış gibi, düzeni bozulmadan hayatına devam etmek ister. Blog takipçilerimden biri bunu istedi, başımın üstünde de yeri vardı. Yazısı, uygun gördüğü bir videoyla beraber aşağıdadır. Gereğini arz ederim.

------------------------------------------------------------------





Sağ baştan sayıyorum
“Konuşmak” şöyle bir soluklansın.
Başımıza geleni, başımızdan geçeni yazıya dökebiliyoruz değil mi?
Ondan ayrıldıktan sonra ben yazamadım, yazmadım. Olmadı. Sadece konuştum. Sonra da temelli sustum.
-
Aşağıdaki paragrafa rastladığım an aklım fikrim darmadağındı.
Okuyup-bitirdiğimde öyle bir hizaya geldim ki gözünüz hiza görsün:
Hani nüfus kâğıdımı kaybetsem, herifçioğlunun biri de bulup adıma şirket açmış olsa, bunu öğrendiğimde de aynı gerginliği-şaşkınlığı yaşardım sanırım:
“Önce Tanrı’yı, sonra yaptıklarını, sonra inandıklarını, sonra inanmadıklarını, sonra inanmamayı, sonra yüreğindeki temel değerleri, sonra temel değersizliklerini, sonra acılarını, sonra yorgunluğunu, sonra dostluğu, sevgiyi, sonra umursamazlığı, sonra çocukluğunu, sonra aklına, sonra ağzına geleni, sonra artık yüreğinden, aklından bile kopmayanı söylemişti.
Söylememişti.”
-
Bu da vardı.
Bitti. 
 

2 Mayıs 2013 Perşembe

Bir şey

Bazen insan rotasını hakikaten şaşıyor ve sistemini temizlemek, o irini içinden atmak için yazıyor, sonra yazdıklarını beğenmiyor. Üstünden günler geçmesine rağmen hala beğenmiyorsa da taslaklara çekiyor veyahut siliyor. Bana son zamanlarda hep böyle oluyor.

Her biriniz değil, ama kiminiz beni senelerdir izliyorsunuz. Öylesine, okunmadığı halde izlenecek kadar popüler bir işletme değil burası madem, bir teklifte bulunayım. Bir taneniz bile şuna cevap verirse çok mutlu olacağım: Benim için bir post yazıverseniz, mailmira (et) cimeyl adresine gönderiverseniz? Tanıdığınız kadarıyla benim ağzımdan/herhangi konuda kendi ağzınızdan olabilir, nasıl istiyorsanız öyle yazabilirsiniz. Ne güzel baş köşeye koyarım, blogun monoton halini kırarım. 

Haydi, siz bunu biraz düşünün.

Sevgiler, selamlar,


Elmira

18 Nisan 2013 Perşembe

Bir yerde bir şarkı çalar, o şarkıyı sabah dinlemişimdir, veya bir önceki gün, ve hemen düşünürüm, derim ki: "Demek çok doğru yollardan geçip en olması gereken yere gelmişim. Olması gerekenle senkronizeyim, vay canına."

19 Mart 2013 Salı

Perde arkası

Günler geçti, günler. Nasıl geçti, şöyle: Hasta oldum, çok hasta oldum, günlerce yattım, kendi terimden terleyerek, bunalarak yattım, ateşim yükseldikçe yükseldi, işyerinden izinler aldım, salondaki koltukta kendimden geçtiğim uykulara sızdım. Kalkıp ofise gittim sonra, işler birikmiş. Başına oturdum, o yapılmamışlar dağını eritirken ortalık karıştı. O ona bağırdı, sonra geldi bana bağırdı, falanca filancaya ırkçı laflar etti (filanca Hintliydi), sonra hızını alamadı, ayrımcılık pergelini açtıkça açtı. O son noktada bağların koptuğunu hissettim. Daha önceden de hissetmiştim, postayı koymuştum ve yollarıma serilen özürlerin kraliçesi olmuştum, fakat bu sefer postayı koymakla olacak gibi değildi. Bu tımarhaneden artık kaçmam gerektiğini anladım. Beri yandan telefonda recruiterlarla görüşmedeydim, bir tanesi yemeğe çağırdı, o gün hava -30 dereceydi, bizim avukatlardan biri beni lüks restoranın önüne kadar bıraktı, o da sırrımı biliyordu. O gün yediğim öğle yemeği, ofiste beni bekleyen huzursuzluk sebebiyle her bir yerime dizildi; kollarıma marul dizildi, bacaklarıma küçük küçük kızartılmış tavuk parçaları, domates. Bıçak gibi soğuğa geri çıktım, taksiye binip işe döndüm. Oturup bir e-mail penceresi açtım. Her şey için teşekkür ettiğim bir paragraf yazdım. Akşam eşyalarımı, mantar panodaki fotoğraflarımı, ayakucu ısıtıcımı bir poşete doldurdum, çıkmadan birkaç saniye önce elektronik istifamı Outlook vasıtasıyla yolladım. Binanın önünde bir gün önce satın aldığım paketten bir sigara yaktım. Bu kış eldivenim kaybolduğumdan ve alma basiretini bir türlü göstermediğimden elim çıplaktı, sigaranın sonuna kadar daha önce görmediğim bir şekilde morarıp dondu. Onu sokup diğer elimi çıkardım, bir tane sigara da o morarana kadar içtim. Yanaklarım acıyordu, gözlerim acıyordu soğuktan, ama bir tane daha içtim. Yeterince içimin soğuduğuna inandığımda otobüse ve trene ve öbür trene bindim, eve geldim. Mutluydum, kendimi özgürleştirecek bir iş yaptığımın farkındaydım, bu yüzden mutlu olmam gerektiğinin farkındaydım da, öte yandan hayat gerçeklerinin de farkındaydım ve birçok başka bakımdan (finansal) mutlu olmamam gerektiğinin de farkındaydım. Öyle arada-derede birkaç gün geçirdim. Yapmacık bir görgüsüzlükle "Oh, geç de kalkıyorum!", "Oh, geç de yatıyorum!" diye dolandım, sonra yine kendimi tutamayıp iş bakmaya başladım. Derken olaylar gelişti, benim bakmama gerek kalmadan iş bana baktı, iki dev bürodan birinin teklifini kabul ettim ve takip eden hafta çalışmaya başladım. Bu işyerinde dördüncü haftam, çok da mutluyum. Fakat, mutlu olduğum kadar hastayım da. Hastalıktan geberiyorum. Dolayısıyla bugün izinliyim. Ki oturup size şu satırları yazabiliyorum.

İşte, yukarıda yazdıklarımın hepsi 2 aydan kısa bir süre içinde oldu bitti. Yukarıda yazdıklarımın hepsi ve tabii bir de Tame Impala konseri.

19 Şubat 2013 Salı

Tipitip of the day*

Konserden bahsetmişim de, izlenimlerime paralel şekilde tasvir etmek istediğim iki karakteri unutmuşum. Bu tiplerle istisnasız her konserde denk geliyorum Türkiye'de ve Amerika'da. İsveç'te katiyen yok böylesi. Neden katiyen diyorum, onu ilerleyen bölümlerde zaten anlayacaksınız. (Sabırsızlara özet: Uygarlık savaşında bayrağı İsveç taşıdığı için.)

Bundan iki sene önce baharda bir süreliğine Türkiye'ye gitmiştim, hatırlarsınız. Birkaç çeviri işi buldum diye keyfim yerinde, haftasonları arkadaşlarımla, haftaiçi de canım nerede isterse orada vakit geçirmiştim. Uzun yürüyüşler, fotoğraf çekmeler, kedimle miskin miskin televizyon izlemeler (ki yaz öğleden sonraları kadın programları izlerken hissettiğim mutluluk bambaşkadır. Dışarıda top oynayan çocuk sesi, klimanın hafif üzerime üfleyişi, berrak mavi gökyüzü, az sonra yapılabileceklerin verdiği şevk, bu ihtimallere naz yapar gibi salonda ayağını sehpaya uzatıp Esra Eron-Songül Karlı çiftleştirme programlarında geleceğini garantileyene kendini gönülsüzce mal gibi satanları, anasının gözü kızları, dul subayları, Ege'den programa katılan, röflelerle süslenmiş aslan başlarıyla ikinci baharcı teyzeleri, stüdyoyu işyeri olarak benimseyenleri, aşk değil yorum hakkı arayan ve mikrofon eline geçince "Ama Sevda Hanım'a burada katılmamak mümkün değil. Çünkü geçen hafta Ümit Bey demişti ki, "Antalya'da ailemin arazisinde yaptırdığım bir ev var". Şimdi lafı biraz değiştiriyor, kesinlikle çeviriyor demek istemiyorum ama biraz değiştirerek... Lütfen arkadaşlar sessiz olabilirsek, burası demokratik bir platform sonuçta, ben de kendi fikrimi söylüyorum. (Songül Karlı itiraz eden izleyicileri susturuyor) Teşekkür ederim Songül Hanım. Yani, ben Ümit Bey'in kasten yalan söylemiş olabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Fakat eğer bir dubleks evi varsa, o zaman neden şimdi Konya'da ailesinin yanında oturacaklarını söylüyor? Acaba Ümit Bey'in annesi Hayrünnisa Hanım, geçen haftaki yayından sonra oğlunu öbür türlü olması için ikna mı etti diye insanın aklında soru işaretleri beliriyor. (Bu "soru işareti belirmesi", Türk televizyonlarında en yaygın kalıplardan biri ve düşün(meme)ce sistemimizi de ortaya koyuyor. İzleyiciler sorgulayıp meraklanmaz, adeta ilahi, gökten inme bir soru işareti belirmesi anı yaşarlar.) Ümit Bey, daha önceki hanımıyla eğer Konya'da yaşadıysa ve hanımı kayınvalidesiyle geçinemediği için kısa sürede ayrıldılarsa, Ümit Bey o zaman neden bir daha aynı şeyin olmasına müsaade ediyor? Yani Antalya'daki ev dururken, Konya'da oturmanın bir anlamı yok. Kaldı ki Sevda Hanım'ın hasta babasının Muğla'da oturduğunu düşünürsek yakınlık bakımından da daha iyi olur diye düşünüyorum. Her şeyden önce benim de bir evladım var, ("Allah bağışlasın" fısıltıları, Songül Karlı'yla Ahmet Özhan yaka gömlekler giyen yancısı da "Allah bağışlasın" diyorlar burada), teşekkür ederim, yani benim de bir evladım var, 10 yaşında ve inanın geceleri yatmadan önce hep dua ediyorum ki ileride hayırlı bir kısmeti çıksın. Fakat, ne bana muhtaç olsunlar, ne Allah korusun ben onlara muhtaç olayım. Yine de insandır, hastalığı var bunun, sıkıntıları var. Sevda Hanım'ın babası yarı felçli, hasta bir insan. Ümit Bey'in bunu düşünmesi gerek. Sevda Hanım'ın çalışması meselesine gelince; kendisi canlı, dışa dönük bir insan. Burada birbirimizi kısa sürede de olsa tanıma fırsatı bulduk ve benim gözümde gerçekten dört dörtlük bir bayan. Daha önceki taliplerinde, Yusuf Bey olsun, Selami Bey olsun, hep bunu söyledim, Sevda Hanım dört dörtlük bir bayan, çalışmayı da seviyor, o zaman çalışmasında bir sakınca olmalalı. Sevdacığım, karar senin, bizim burada diyeceğimiz şey sadece soru işaretleri..." diye başlayıp sonsuza uzanan açıklamalar, çözümlemeler, mantık oyunları, permutasyon-kombinasyonlar sunan, ne olup bittiğinin çetelesi tutan izleyiciler. İşte, reklam aralarında koşa koşa çişe gidip program başladığında koltuğa mıhlanarak dostum, böyle yaşarım. Arada da soluklanıp kendi işime bakarım).

Bu arada, bahsettiğim dönemde henüz İstanbul'a gelmemişken Bonobo konseri için biletim çoktan alınmıştı. Bu organizasyonla beni neşelendirmek için elinden geleni ardına komayan arkadaşlarımla konser günü erkenden buluştuk, bir arabaya doluştuk ve Otto Santral adındaki, daha önce hiç gitmediğim etkinlik mekanına gittik. Muhafazakar bir muhitte konuşlanmış, otoparktan mekana yürüyen alter gençlikle mahallenin geriye kalanı arasındaki kontrastın her türlü hissedildiği Otto Santral önünde önce sıraya, uzunca bekleyişin ardından da içeriye girdik, sahneyi göreceğimiz bir nokta bulduk ve ağır ağır içkimizi yudumlamaya başladık. O sırada sağımızdaki kapıdan tekinsiz, Mahmut kılıklı (tüm Mahmutlardan özür dilerim, elbette onların da Bonobo dinlemek hakkıdır da, onca alterin arasında Kurtlar Vadisi biraz alakasız kaçıyordu) adamlar, Kartal Ülkü Ocağı kılıklı adamlar, Şanzelize Pavyon'da streç mini elbisesinin içinde lambada yapan kızların memelerinin arasında para sıkıştıracak türde adamlar girmeye başladı. Çok bilet satılmadı da halk gününe mi çevirdiler etkinliği, anlayamadık. Eyüp'te Bonobo nasıl tanıtılmıştı da akın akın Mahmutlar doluşuyordu? İçeride sigara içilmesi yasakken "LAAANNN, BONOBOOO LAAAN" diye nara atarak bir yandan sigara içen bu 40-50 yaşlarında taşkın aile babalarının, dayılarının ne işi vardı? Dahası, neden kimse müdahale etmiyordu? Az sonra asimetrik kesimdeki saçlarıyla birbirinden inanılmaz derecede farklı bireylere dönüşmüş, alter trendinlerini takiple bir örnek giyinmiş, transparan bluzlarının içinde mesela koyu renk sütyenleri rahatça seçilen kızlara dayamak için bu Mahmutlar itişmeye başladıklarında ve yanlarındaki Abdullah sakallı reklamcı sevgilişleri öylece bakakaldığında da korumalar, güvenlik filan gelip de müdahale etmedi. Mahmutlar birleşip bir süre sonra "BONOBO ŞAKŞAKŞAK BONOBO ŞAKŞAKŞAK" alkışı tuttular, birbirlerine bakıp bakıp güldüler ve gözleriyle mini etekli, mini şortlu, yakası bağrı açık kızları soyarak, ellerini kumaş pantolonlarının malum bölgesine (erojennnnn) götürüp götürüp kendilerini okşadılar. Ve, beni en şaşırtanı da, adamların o kızlardan biriyle eve gideceklerine inançları tamdı. Birileri bunların kulağına fısıldıyor, "Ağbi, rakçı kızlar var, bildiğin gibi değil ha, bunlar her yola geliyor" mu diyor, ne diyorsa artık, bunlar da herkesin aldığını almaya, rakçı kızla salya sümük, tekme tokat sevişmeye gelmişti. Sevişmesek de, diyor, izlerim, mıncıklarım, dayarım, arkadan yanlışlıkla gibi yapıp kucaklarım. Eyüp Hacıyatmaz Kıraathanesi ekibi olarak bu yola baş koymuşlar bir kere. Bilet kaç paraysa kaç para, LAN! Kız gelecek yerden bilet esirgenmez. Böyle böyle onlar strateji kurarken konser başladı, itişmeler bir süre sonra şişe kırılma sesleri ve kavgalara dönüştü, şarkı aralarında yine naralar işitildi. Sonunda kan dökülmeden şarkılar bitti, kızlar pistte çılgıncasına dansetmeye ve Mahmutlar öbek öbek onları seyretmeye devam ederken Eyüp'ü terk ettik.

Eyüp'ten biraz daha kontrastı düşük bölgemize, Asmalımescit'teki Babylon'a gelelim. Babylon'da ne zaman bir etkinlik olsa, konsere birkaç dakika kala bacaklarını yengeç gibi aça aça yürüyen Mahmutların içeri girmeye başladığını görürüm. Bazen yanlarında kadın ırkını ürkütmemek, kadınlarla da iletişim kurabildiğini gösterebilmek, demonstre edebilmek amaçlı başka bir kızı getirdikleri de olur. Bu kız, aslında gruptan birine yanıktır ama gruptan o biri bunu hiç sallamıyordur. Zaten kızcağız ne konserine geldiğini filan bilmiyordur, Pazartesi günü bankada Accesorize taklidi mağazadan on tanesini bir milyona (yeni paraya göre 1 TL) aldığı bileziklerini şıkırdatarak "Beybilon'a konsere gittik" diye anlatacaktır ve ortamdaki enteresan giyinmiş gençleri detayıyla tasvir edecektir. Neyse, bu yengeçler işte, bardaysan gelip yanına tünerler, bir köşedeysen sana gözlerini dike dike giderek kıçım kıçım yaklaşırlar ve hakikaten sonsuz bir özgüvenle onlara "Ohhh, Mahmut, işte beklediğim sendin!!!!" demeni beklerler. Sen uzaklaştıkça "Naza çekiyor nihihihi, seni gidi şırfıntı" diye düşünerek, o sakız gibi bembeyaz, göbek deliğine kadar düğmeleri açılmış, o Zara'dan kaslı göstersin diye bir beden de küçük alınmış dar kesim gömlekleriyle daha da yanaşırlar. Adam bir önceki hafta Demet'in sahnesine gidiyor, kızları kepçeyle götürüyor, tabii Babylon'da onun o yeni popçu kılığına herkesin öleceğini filan sanıyor. Babylon'un zaten adı yok; senelerdir, on senelerdir "Türkçe pop gecesi! Oldies but goldies! Alternatif müzik türleri dinlemeyenlere de ikramlarımız olacak!!! Koşunnnn!!" filan partileriyle hanzo ruhların da gönlünü çelip topladığından, Demetçilerin ayağı alıştığından ve entelektüel gibi duran gençlerin bölgesine gelince onlar da entelektüelmiş gibi hissettiğinden geri kalmazlar.

Şimdi, birinci tipimizi az çok ve üç boyutlu olarak modelledik. Bu model, kapıdan geçerken içeride kadın bulma ve akşam eve götürme hevesine tutunan model. Ve ben bu modeli Amerika'daki konserlerde de, hele bar konserlerinde, hep görüyorum. Kankasıyla gelip Turan taktiğiyle saldıranları, grubu filan tanımayıp iki yana esnemekten ibaret dansıyla bir yandan kız süzdüğünü, fırsat bulursa yapışıp, yanlışlıkla eline-koluna çarpıp "Pardon! Grubu tanıyor muydunuz bağğyan"ın İngilizcesini söyleyeni hep gördüm/öylesiyle muhatap oldum. En arkada durur, bardan içki alıp az ötede arkadaş grubunun yanına ilerleyen kızın poposunu seyreder ve alkolden buğulanmış gözleriyle iri bir köpek gibi ağzının kenarından salya akıtır.

İsveç'te niye yok: Çünkü İsveçli adam o arayışı gidip kendi türünde bir barda yapar. Orada rakçı kız tuttuğuyla eve gidiyor gibi bir durum yok, herkes herkesle eve gidebiliyor ve cinselliğe doyulmuş. Amerika'da hala doyulmamış. Doyulamıyor. Türkiye'yi açıklamıyorum bile. 

İkinci tip nasıl? İkinci tip de şöyle:

Yine Türkiye'deki herhangi konserde, Amerika'da da, konsere geç gelen gruba dahil bir kategori var: Evli barklılar. Evli barklı derken, orta yaşın epey üstündeki, bembeyaz saçlı, emekli hippi tipleri diyorum. Bunlar da bir gençlik heyecanı, bir gençlik kanıdı olarak "Haydi hanım, hazırlan da yolun köşesindeki bara bir gidelim! O kadar da ölmedik! Heh heh heh!" zihniyetiyle "kotları çekip" geliyor. Hanım, biraz yaşın getirdiği "Ben sarktım ve kırıştım, orada çıtır çıtırlar olacak" endişesiyle makyaj yapıyor, saç yapıyor, omuzlara sportif dursun diye kazaklar, sweatshirtler atılıyor ve alana varılıyor. Bu çiftler konseri hep birbirlerine sarılmış vaziyette izlerler. Gençlere bakıp "Heh heh heh, gençlik de güzel şey" derler. Arada gece eve gidince olanları sinyallemek adına tutkulu öpüşmeler yaşarlar. Çünkü o kadar da ölmediler. Biz de, konseri onların arkasında izliyorsak, bu dört-beş şarkı sonra eve uzayacak ihtiyar delikanlı-gençkızları hoş görürüz.

İsveç'te niye yok: Çünkü İsveç'te insanlar yaşlarını eve kapanmanın, kendini mortgage'a sokup ömür boyu cebinde olmayanı harcamanın ve harcadığının onda birini ödemenin, dolayısıyla hayata küsmenin mazereti olarak görmüyorlar. Yaşı kaç olursa olsun kalkıp konserine, festivaline, barına gidiyorlar. O yüzden bir gençlik aşısı olarak rock bar, falan konser bütünlemesine lüzum kalmıyor. 


* Aslında bu iki tipi Tipoftheday'e yazacaktım da, elim varmadı. Orada halk için edebiyat yapıyoruz, bu kadar derine dalmayayım.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Feels like we only go backwards

Boston'ın ruhumuza, gözümüze ettiği tecavüze son veremediğimizden, tecavüzden zevk almaya çalıştığımız günlerde müzik aşkımın hatrına tek tabanca konserlere gittiğim oluyor. Dün de Toro y Moi'yı Paradise'ta izledim.


Fotoşu ben çekmedim, Boston Üniversitesi'nin genç işi tezcanlık, heyecan fışkıran sitesi Buquad.com'dan. Üstelik yeni değil, 2011'deki konser tabelası. Dünkü de aynıydı, o yüzden buraya koymakta sakınca görmüyorum. Şu tabelanın bir fotoğrafını çekmek istemiştim zaten. 


Son dakikada Serhan da gelmek için tutturdu. Halbuki ben ne güzel biletimi aylar öncesinden almışım, print edip kütüphanenin rafına koymuşum, üstü tozlanmış bile E, şimdi son dakikada Serhan için biraz şans zorlamak icap ediyor. Ticketmaster'ın sitesine gidiyorum, çalışmıyor link. Telefonla müşteri hizmetlerini arıyorum, derhal meşgule veriliyor. Tele-hizmet hattıyla bilet satın alayım dedim, mekanik ses "Lütfen bip sesinden sonra biletini almak istediğiniz etkinliğin adını söyleyiniz" buyurduğunda "Toğoimua" diye beş-on kere tekrar ettiysem de verim alamadım, sisteme meseleyi tam olarak açıklayamadım. Bu sefer kalktım, Paradise'a gittim kapıdan alayım tükenmeden diye. Bilet gişesine varmadan cama asılmış kocaman kağıttaki "SOLD OUT" yazısını gördüm. Sinirlendim, fakat sonuçta kendi biletim cebimde diye içten içe huzurlanıp konser saatine (11) kadar oturmak üzere eve gittim. Ki beklemek de kolay değil ha. Akşam yemeğinden sonra bir mayışma, bizim yaşlara has mı diyeyim, benim karakterimden kaynaklanan mı diyeyim, bir ağırlık çöküyor. Serhan'ın keyfi yerinde tabii o an, bilet yokmuş diye gelemeyecek, evde yatıp dinlenecek. Yine de bu sefer miskinliğe müsaade etmedim, toparlanıp üç-dört ön grubun arkasından çıkacak Toro y Moi'yı izlemek üzere trene bindim. Fakat o da ne, içeride sadece 18-22 yaş aralığında insanlar var ve bir kibrit çakılsa uçacak kadar buhar alkol. Nefes alınmıyor. Zaten çoktandır Sabri Bey'e dönüşümümü tamamlanmış, anlayışsızlaşmışım, hepten gözlerimi yılan yılan süzüyorum, cıkcıklıyorum (içimden). Kış vakti çorapsız bacağına mini etek giymiş, annesinden ödünç simli Gülcan topuklularını çekmiş kızları, gözlerine kan oturmuş, "Fenayım, kusacağım" diye inleyerek gülen oğlanları ite ite arkalara ilerledim. Paradise bize çok yakın bu arada, araları birkaç metrelik dört durak sonrasında önünde iniyorum, yolculuk toplam beş dakika bile sürmüyor. O yüzden boğulmadan nihai hedefe vardım. Tabii içerisi et pazarı. Dört ön grup sırasında genişlemiş, içtikçe gevşemiş genç nüfus, bana ilişecek tek bir köşe bırakmamış. Bardan zoraki bir bira aldım (tek başına bira içmek hiç zevkli değil), merdivenin köşesinde sahne manzaralı bir yerler bulup beklemeye başladım. Derken ışıklar yanıp sönmeye, gençler fıttırmaya başladı, birkaç saniye içinde Toro y Moi sahneye yerleşti. Eski-yeni albümlerden karışık 13 kadar şarkı bir buçuk saatte çalındı, danslar edildi. Sonra da ikinci bise imkan vermeden DJ müziği girince herkes çil yavrusu gibi dağıldı. Kapının önünde dizilmiş akbaba taksicilerin yüzüne bile bakmadan yine okul servisi gibi trene bindim, muhitimizde indim. Mahalle değil adeta kampüs olduğu için buralar, o saatte de capcanlıydı. Evde hiç kapatmadığımız küçük ışıklar zaten yanıyordu, fakat Serhan çoktan uyumuştu. Son bir çabayla makyajımı temizledim, evde olmanın huzuru içerisinde camdan dışarı baktım. Sonra kediyi kucakladım, yatakta ayak ucuma yerleştirdim ve ben de derin bir uykuya daldım. 

Bir sonraki konçertomuz Tame Impala olacak. Onun hatrına çocuk korosundan son derece güzel bir Tame Impala cover'ı koyayım mı?

12 Şubat 2013 Salı

Tuhaf günler

Günler çok tuhaf geçiyor. Final, bütünleme zamanları böyle olurdu; midem ağzımda, bir yandan hep bir koşturmaca. Eve girer girmez, ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz yeni bir sınava çalışmaya başlardım. Masanın üstünde her dersten not, kitap. Geçecek miyim, kalacak mıyım bilinmez, ondan atılmaz da, hepsini özenle kütüphaneye kaldırmak gerekir. Benim vakam beterdi tabii: İlk seneler gözüm avda-kuşta, kahkahada, alemde, ortamda olduğundan temel tek bir ders vermedim de, sonra üniversitenin koskoca dört senesini bir buçuk senede toplayıp verdim. Onlarca dersi neredeyse tek bir seferde. Kalan tonlarca dersi bir dahaki seferde. Kalan dört nazar boncuğunu da yarım dönemde. Tamam mı, tamam. Eşek gibi çalıştım mı, çalıştım. Çalışmak belki yetmez, aman kendimi riske atmayayım diye bileğime rengarenk Live strong-Armstrong bilekliklerinden bile taktım. Her tür uğuru üstüme doluyordum neredeyse, çalışmak ya yetmezse diye. Bir tek kopya çekmeyi beceremedim. Lisede bir-iki kere teşebbüs ettim; baktım olmuyor, strese gelemiyorum, bir daha hiç zorlamadım o kapıyı.

Ne diyordum;

Bu yoğun sınav dönemlerine gire çıka çalışma tempomu kavradım. Finalde veremediğim ders olursa, bütünleme için başlıyordum erkenden çalışmaya. Hızlı hızlı o dev kitapları okuyorum, özetler çıkarıyorum. Sonra özetlerin özetini, ardından özet özetinin özetini. Böyle böyle sonunda koskoca hukuk derslerini küçük bir post-it sayfası üstüne sığdıracak kadar konsantre hale getiriyordum. Gözümü kapatınca önümde satır satır her şey. Şeyi soruyorsa o şeydeydi ya, Sabih Arkan Ticari İşletme Hukuku kitabı 47. sayfa 3 numaralı dipnot. Bak, öyle ezberlemişim. Sonra sınavlarda fırtına gibi esiyordum tabii. Soruyu görünce iştahtan ağzım sulanıyordu; bildiğimi en sade şekilde mi yazayım, yoksa hızlı el yazısıyla cevaplayıp kalan sınav süresinde temiz ve güzel yazıyla, hatta anlatımımı daha geliştirerek yeni kağıda geçirip mi vereyim diye düşünüyordum. Mezuniyete çeyrek kala her şeyi, dünyada hukuk adına her şeyi sanki biliyormuşum gibi bir Zen duruş geldi üstüme. Geceleri sakinleşmek, odaklanabilmek için sürekli yeşil çay içiyordum, litrelerce. Belki yeşil çaydandı Zenlik. Sabah ezanı okunurken, gün yavaş yavaş aydınlanırken gözlerim kapalı hafız gibi dudaklarım kıpırdanır, uykusuzluktan çöken sarhoşlukla içimden örnek soruların cevabını geçirirdim. Annem işe gitmek için hazırlanırken kahvaltı sofrasında sanki soruyu bana o yöneltmiş gibi dönüp ona anlatırdım, sınava yetişmek için taksi çevirir, arka koltuğa yayılarak kitapların index kısmını gözden geçirirdim. Eksiğim, gediğim olabilir mi, bir daha düşünürdüm, profesörler adına kendi açığımı yakalamaya çalışırdım. Tabii şimdi bunları anlatıyorum diye her şeyi kusursuzca çalıştım diye bir şey yok. Büyük dersleri ama, hep bu şekilde çalıştım. Küçükler uyduruk notlarla da geçilebiliyordu, o yüzden çok kendimi yormadım.

İşin tuhafı, o kaçınılmaz an gelip de haftalar sonra sınav sonuçlarının asılmasıyla mutlulukla karışık şekilde muhakkak bir burukluk yaşardım. Bakıyorum, geçmişim. Bunu görür görmez sanki hiç geçmeyi hak etmemişim gibi, sanki yürekten, ezbere, satır satır her şeyi bilen ben değilmişim gibi, sanki bu işin içinde bir iltimas, bir üçkağıt varmış gibi boynum bükülürdü. Neden? Bilmem. Asıl mesele o dersi vermek değil, o dersi verebilmek mücadelesiymiş gibi mi düşünüyordum acaba içten içe? Verince sınav zaten çok kolaydı gibi gelirdi. Başarmış olmanın hiçbir anlamı kalmazdı. E, olur mu hiç öyle şey, var bir anlamı. Ama yok gibi gelirdi o an işte. O hedef geride kaldı, ne yapalım? Daha ne kadar sevineceğiz, gariban avuntusu gibi?

Tamamen geride kaldıktan sonra anlatacağım, her şey olup bittikten sonra tane tane önünüze dizeceğim şimdiki zamana dair anıları uzaktan, gelecekten görmeye çalışır gibi oluyorum bazen. Eğer olumlu sonuçlanırsa her şey, biliyorum ki yine kendime çok az övgü düzeceğim. Yine şansımın yaver gittiğini düşüneceğim, yine bunca çabamın adı bile olmayacak. Ha, eğer sonuçta bir başarı elde edemezsem, o zaman da başka bir düşünce rutininin içine yuvarlanacağım ve ne kadar da çaresiz olduğumu, bunca fena olayın neden benim başıma geldiğini, vay anneciğim ne bahtsız olduğumu filan düşüneceğim. Herkes kadar kendime acıyacağım, acıdıkça daha hareketsizleşeceğim. Ama mevzu o değil. Mevzu şu: İnsan iki maratonu aynı çabayla koşmuş olsa da, kazandığı maratonu hep destansı anlatır, değil mi? Sonuçta kazanılmamış olanı için kendini yırttığını, canını dişine taktığını anlatması anlamsız kaçar. Hatta bu yüzden daha liseden itibaren çoğusu kaldığı sınava hiç çalışmadığını söylerdi, değil mi ya? ULAN, nasıl çalışmadın, kaç gündür bunu konuşuyoruz, çalıştığın notları gösteriyorsun? "Yok ya, öyle hafiften bakmıştım bir gece önce" derdi o model insanlar. İşte, hep şu maraton hikayesi yüzünden. Öykünün sonu, başını ve hatta ilerleyen bölümleri baştan yazıyor çünkü. "Çalıştım, ama başaramadım" demek, çalışmaya harcadığın emeği anlamsız kılıyor, seni de tam bir gerizekalı, çalışmasına rağmen yapamayan gerizekalı durumuna düşürüyor. Kimse bunu kabullenmek istemez elbette. Belki bu yüzden ben de ser verip sır vermiyorum, şu an ne tür işlerle boğuştuğumu pek açık etmiyorum. Belki başarırsam, gelip blogda destansı şekilde yazacağım. Peki ya başaramazsam? Hah, işte beni çok iyi tanıyan candostlarım, tahmininizde yanılmadınız: Başaramazsam da gelip blogda destansı şekilde yazacağım, hatta büyük harflerle, DESTANSI şekilde yazacağım. Hepinizin bana, makûs kaderime acımanızı bekleyeceğim. Sözümün sonunda, yeterince anlattığıma ikna olduktan sonra, başımdaki fötr şapkayı çıkarıp önümde tutarak önünüzden geçeceğim ve sempati dileneceğim. Bu sempati tutamlarını örerek beni en azından bahara kadar sağ çıkarabilecek bir in, kovuk inşa edeceğim kendime.

Durun bakalım, tekrar konuşacağız. Bu iş burada bitmedi.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Nemo

Dün tüm gece camlar yerinden sökülecek gibi titredi fırtınadan, uğultudan. Sabaha kadar arabalar tamamiyle kara gömülmüş. En köşe daireyiz en üst katta, o yüzden ev buz. Marketi yağmalamış felaket meraklısı Amerikalılar, ondan yumurtasız kahvaltı edip geri yattık ısınmak için. Kalkınca bir de gördük ki turuncu-pembe güneş o sinirli, o agresif beyazlığı biraz olsun yumuşatmış. Neşelendim, hemen "spora gideyim" diye tutturdum. Kaldırımdan temizlenememiş karın arasından yürürken şu fotoğrafı çektim:


Bir doğal afeti de böylece atlattık.

5 Şubat 2013 Salı

Koltuk sevdası

Başbakanlar, bakanlar veya ne bileyim, bu saydıklarıma göre biraz daha alçakta da dursa kategorik olarak yüksek derece ve idari pozisyonda devlet hizmetinde bulunanlar için görev ile birlikte peşinen gelen saygınlık tadını aldıktan sonra vazgeçilmezleşiyor. Hele en eğitimsizin, donanımsızın, zırcahilin bile çeşitli çıkarları garantilemek için verilen yasal/yasadışı maddi ve manevi desteklerle yükselip bu yerlere varabileceğini düşününce, koltuk sevdası denen şey Türkiye ve altyapısızlıkta Türkiye benzeri ülkelerde daha şiddetli gözlemleniyor olsa gerek. Yalnız, koltuk sevdası sadece siyasette ortaya çıkan bir kavram değil; üstüne farklı bir sorumluluk, ifade hakkı/yeteneği giyineceği herhangi bir işi yapan bir insan, bahsetmek istediğim örnekte mesela bir oyuncu rolüne aşık, tüm oyuncu kimliğini, dahası karakterini bu rol ile tanımlayan bir hale gelebiliyor. Bazen böyle bir kimlikbenimsemeciliğin, oyuncunun beklediği ilgi ve sevgiyi alamadığı zavallılık yıllarının hemen sonrasında gelince, benzersiz yoğunlukta bir şımarma ve şuursuzluk yarattığını bile söyleyebiliriz.

Oyuncuların uzunca bir süre hak ettikleri ilgiyi göremediklerini, hürmetle karşılaşır karşılaşmaz da sevindirik olduklarını nereden biliyorum? Senelerdir oyuncu röporajlarda duyduklarımı kolajladığımda üç aşağı beş yukarı şöyle bir manzara ortaya çıkıyor çünkü:

Bir hevesle konservatuvara gidiyorsun, çok büyük, en  büyük isimlerle (muhakka Yıldız Kenter vardır o sayılan hocaların arasında) çalışma fırsatı buluyorsun, mezun olduktan sonra senelerce tiyatroda büyük eserleri boş salona üç kuruş parayla yorumluyorsun, işin doğasına aykırı şekilde neredeyse asgari ücretle sanatçılık yapıyorsun. Parasal sıkıntların, tiyatro seti arkasında soğan ekmek yemelerin filan ardından birileri komedi oyunundaki Kırmızı Burunlu İbiş performansını görüyor, kolundan tutup çekiyor ve seni televizyon dizisi Çiçek Taksi'de Deli İbrahim filan adında, saçmasapan bir karakter oynamaya davet ediyor. Adamakıllı senaryo olmadığından, kafana göre, kendinden vererek, kör topal idare etmeye çalışıyorsun. O esnada maddi olarak belini biraz düzelttiğinden konservatuvardan beri sevgilin, artık kartlaşmış, çıtırken kıtır olmuş Berrin'le nihayet evleniyorsun. Derken Cingöz Recai dizisinde Recai baş karakterini  oynamak üzere bir teklif geliyor. Piyasadaki en prestijli ekibin çektiği bu tarihi dizide, sert ve inatçı bir adamı oynamaya başlıyorsun. Sokakta durdurulacak kadar ünleniyorsun birden, Cingöz Recai olay oluyor. Medya gruplarının kiloyla dağıttığı "En sevilen komedi", "En iyi erkek oyuncu" ödüllerini topluyorsun, reklamlarda Recai imajını bozmayacak ürünler tanıtıyorsun, Özel İrem Su Üniversitesi'nden "Yılın en seksi erkeği" sıfatını plaket olarak alıyorsun, GQ'da ideal kadının insanı nasıl baştan çıkarması gerektiğini tarif ediyorsun, geceleri Asmalımescit'te kaldırımda otururken kuyruksokumunu fotoğraflayan paparazzilere tükürüyorsun, Berrin'i boşuyorsun, hacı sakalı bırakıp Cihangir'e taşınıyorsun, döküntü "genç işi" giyinip 19 yaşında bir kızla gezmeye başlıyorsun. Bu arada Cingöz Recai hala sürüyor, günde 17 saat, haftada 6,5 gün yaptığın bu mesai artık kanına işlemiş. İnsanlar sana "Recaiii! Recaiii!" diye sesleniyor, bıyığını burup masaya aynı dizide olduğu gibi vurmanı bekliyor, sen de yapıyorsun, istediklerini veriyorsun; onlar da senin istediklerini veriyorlar, alkışlıyorlar ve daha da beğeniyorlar. (Tabii bu yazı açısından işimize yaramayan hikayenin kalan kısmını da anlatalım: Cingöz Recai bittiğinde, oyuncuları senaryo gereğini yeteneği nisbetinde yapanlar olarak değil, oynadığı rol olarak gören bir başka yapımcı Recai'yi istediğinden, dizisine aslında Recai karakterini koymak istediğinden ve bunu seni kendi dizisine yerleştirerek yapabileceğini düşündüğünden sana Secai karakterini vererek dizisine davet ediyor. Gidip Secai görünümlü Recai'yi oynuyorsun. Birkaç dizi böyle, Recai dibe çökene ve yaptığının makbul bir iş olmadığı ortaya çıkana kadar gidiyor.)

Rolün getirdiği koltuğun sevdasına geri dönersek;

Daha önce blogda analizine ucundan girdiğim Oktay Kaynarca da Yıldız Kenter/soğan ekmek dönemini geride bırakmasını takiben, birkaç vasat dizide oynaması sebebiyle adını duyurmaya başlamıştı. "Reis! Kolu bacağı keseriz!"i oynadığı Kurtlar Vadisi'ne indikten sonra, sokakta aslında oynadığı role gösterilen hürmeti benimsedi ve koltuğuna yapışıverdi. Çakır ile kendi kişiliğini karıştırıp asarım-keserim diye tehdit etmeye, mafyaya göz kırpıp öpücük göndermeye başladı, hatta hızını alamayıp "Benim babam da muhitimizin kabadayısıydı, kodum mu oturturdu" diye demeçler bile verdi. Sonra meşhur bir mafya babasıyla telefonda görüşmelerinin deşifre edilmesi, çarşaf çarşaf gazeteye düşmesiyle korktu herhalde, sevdalandığı koltuğuna bir daha poposunu koyamadı. "Komedi oynayayım, hiç bana uymayan şeyler oynayayım. Mümkünse salağı, avanağı oynayayım" düzeyine geldi, belki de arkada döndürdüğü işlerinin selameti açısından öyle bir vitrin yaptı kendine. Halbuki olay medyaya düşmüş olmasa eminim Kaynarca'yı ekran hayatının son demine kadar kolu bacağı keser halde, öfkeli buz mavisi gözleriyle, kravatsız takım elbiseleriyle görecektik. Her işte bir hayır var sahiden (bu arada kendini rolü sanan oyunculara örnek Tamer Karadağlı da vardı, onu da not edelim).

Kaynarca nere, bu yazının asıl konusu Uğur Yücel nere...  diyeceksiniz. Haklısınız. Bundan sonra oyunculuk adına hiçbir şey yapmasa bile gönül locamızda yeri hazır Yücel'in. Seçmece birkaç şey saymak gerekirse; önümüzü saygıyla ilikleten performansıyla Muhsin Bey'de sonradan feleğin çemberinden geçecek saf türkücü oluvermiş, Aziz Ahmet dizisini sapıkça bir sevgiyle izletmiş, TRT'ye Karanlıkta Koşanlar adında, belki de ilk gerilim/dedektif dizisini çekmiş, belli ki ortalamanın üstünde vizyon sahibi bir insan. Ejder Kapanı'nı filan sevmedim de, en son birkaç bölümünde döktürüp, ardından sığ komediye evrilmesinden kendisinin bile tedirgin olduğunu sezdiğim bir Canım Ailem macerası vardı. Haydi, Canım Ailem'i de üç-dört bölüm hatrına seveyim, tam puanı hak edecek biri diyelim. Ayrıca sanatın başka dallarıyla, mesela müzikle de ilgilendiğini, tumba bumba çaldığını, entelektüelere has bir takım işlerle uğraştığını, öyle avamlarla değil Türkiye'nin birinci sınıf olarak nitelendirilen ünlüleriyle muhatap olduğunu, gezip tozduğunu da biliyoruz.

Evet, işte şimdi muhitimize geldik:

Radikal Kitap, geçenlerde ana sayfadan reklam ediyor: Uğur Yücel'in ilk kitabı Yağmur Kesiği çıkmış! "Hemen giderim kütüphaneye bugün. İstetirim, getirirler, bir güzel okurum" diyorum. Sonra yazının altlarına doğru inince kitaptan bir öykü koyduklarınu görüp seviniyorum, başlıyorum okumaya merakla.

Gece... Şimşekler. Gökyüzü köşkün üstünde. Bulutlar simsiyah... Köpekler, at kişnemeleri duyuluyor... Harabe köşkün önünde zifirî bir insan silueti görülüyor. Adamın yüzü yok!. Karaltı bütünüyle. Tam önümüzde duruyor. Şimşekler çakıyor. Çok büyük gürültü. Bir kadın sesli adam opera söylüyor. Rusça. Arkada bembeyaz olan müştemilat kulübesinin kırık camından bir soluk benizli kırmızı gözlü adam görüyoruz.

Biraz eyvah kokusu alsam da umutla ikinci paragrafa geçiyorum: 

Gırtlağına kordon dolandı aniden. Acıyla hırıldıyor adam. Guzman bu adam. Dili kıpkırmızı ve kertenkele gibi yüzü. Fırtına kameranın içinde. Herşeyi uçuran bir rüzgâr bu. Dallar, çitler uçuyor. Uzunca bir plan bu kameranın üstüne uçuşan parçacıkları görüyoruz... Köşk arkada. Önümüzde Lefteri. Kameranın içine bakıyor. Harabenin duvarları gri. Arkada beyaz-siklamen otrişlerle kadınlar patlıyor resimde.

Şimdi biraz da sonundan bandıralım: 

Lefteri’nin vücudundan kanlar fışkırır. Beyninden de! Fünyeler tam çalışmıştır. Paramparça olarak ölür!
Film icabı!
Hayata bak Cacık!

Siyah bulutlar, harabe köşk, çakan şimşekler, havlayan köpekler, kadın sesli bir erkeğin Rusça söylediği opera, kulübenin kırık camından görünen soluk benizli, kırmızı gözlü adam, bir de kertenkele yüzlü adam. (Siklamen otrişli fahişe mega-klişesine girmeyi içim kaldırmıyor.) Gözümün önünde ilk canlanan şey, Roger Corman'ın 60'larda yaptığı tatlı, ılık korku filmleri. O filmlerden 50 sene, daha nice korku/gerilim filminden kaç onar sene sonra, maalesef bunlar sadece klişe üstüne klişe.

E, bir de üstüne "Hayata bak Cacık!". Bu cümleyi Uğur Yücel'in ağzından duymuş gibi hissediyorum, yüz ifadesini görmüş gibi oluyorum. Ufak bir Google'lama operasyonundan sonra hakikaten görüyorum da fotoğraflarda.


Düzinelerce "Hayata bak Cacık!" görüyorum. Argo laflar ağzına pek yakışan, son yıllarda üstüne yapışan kabadayı/başkomiser rollerde hep aynı yüzle baktığını fark ediyorum. Dahası, o yüzde, o ruh haliyle oturup bunları yazdığını. Kendine oluşturduğu bu çatı katı, bu yakası göğüs kıllarının bir kısmını sergileyecek kadar açık, fakat yüreği eski bir sevdadan ötürü sımsıkı kapalı, hırıltıyla konuşan, tüm işlerin sonunda gelip insafına kaldığı harbi delikanlı karakterinin, Yücel'in gerçek kişiliğini ele geçirdiğini düşünüyorum. Bir de, öyküyü göstermek için telaşla e-mail attığım iki kişiden biri olan Baron von Plastik'in cevabında söylediği gibi:

"... geriye attığı kafasıyla öne çıkardığı gerdanı, çatık kaşları ve uzaklara boşça bakan gözleri unuttuğum bir geçmişten beri aynı. (...) başarısızlık yönü ile daha bir Ayşegül Aldinç sanki. Bütün o çok ün, tanınmışlık, olduğu var sayılan yetenek falan, son tahlilde gerçek bir ilerlemeye, bir adım sonrasına yetmiyor. Çakılıp kalıyor "sanatçı" . Yeteneğini başka alanlarda arıyor. Arıyor da, bi bok bulduğu yok!"

Sonuç itibariyle; koltuk sevdası çok fena bir şeydir. Uzak durunuz.

3 Şubat 2013 Pazar

Tüm haftasonu celladını bekleyen mahkum gibi sıkıntı içinde bekledim. Yeni başlangıçlar yapmanın zorluğu içinde bekledim. "Yeni başlangıçlar yaptırılacak mı bakalım bana" merakı içinde bekledim.

Şimdi biraz daha sakinim. Biraz daha, çok daha sakinleşince güzel güzel oturup yazacağım.

31 Ocak 2013 Perşembe

30 Ocak 2013 Çarşamba

Vah canım Samuel

 

Ah Canımz Ahmedz'e bir faydası olur mu, şansız şöhretsiz geçen 20 yılı geri getirir mi, bilmiyorum ama Samuel Jackson impersonatoru olarak bir impersonatorluk kurabilir sanki, ne dersiniz? 

Onu yapmazsa, 90'larda kazara ünlü olan şarkıcı skecinde kendini oynayabilir. Her on senede bir bu skeç oynanacak belli ki. Bayülgen'de oynar, Beyaz'da oynar, Star TV'nin ucuza kapattığı sevimsiz, tedirgin gülüşlü, Cem Yılmaz bıyık-sakallı, gazete köşesinde okuduğu zavallı fıkraları şakaya çevirip satan, her dönem yenisiyle değiştirilen sunucu oğlanlarının konuğu olup oynar. Sonraki on senede Bayülgen'in kızının talk show'unda yine oynar, Beyaz'ın oğlununkinde oynar, Star TV'nin tükenmeyen stoğundan çıkardığı yeni sevimsizinin şovunda oynar, oynar babam oynar. "Eskiden bir ara ünlü olan adam" rolüyle Ah Canımz Ahmedz çok ünlense sonra mesela, düşünsenize, ne acayip. Nihayet yine ünlü oldu diye sevinsin mi, kısa bir dönem ünlüyken ünsüz düşen gençliğinin hatırlattığı başarısızlığa, bu başarısızlığı tekrar tekrar çok güzel canlandırmasına dertlenip üzülsün mü? Halk kime gülüyor o durumda, ne bilecek? Şimdi bu adam başını alıp nerelere gitsin?  

29 Ocak 2013 Salı

"Tolga'yla tanıştığımızdan beri, önceden gülmediğim kadar çok güldüm."

Böyle çok kuru oldu, baştan alalım: 

 "Candostum Tolga'yla tanıştığımızda beri, daha gözünün parlamasından geleceğini anladığım espirilerine kimseninkilere gülmediğim kadar çok gülerim. Gülmekten başımın dönüp sarhoş gibi yalpaladığım anlar gelir. Nefesim kesilir. HAHAHAhaihihihiyyyyyyyy diye sessizce tıslamaya döner birkaç dakika sonra kahkahalarım ve ikiye bükülür, mümkünse bir yana yatar, öylece ağzım gergin, olduğum yerde titrerim. Fakat Tolga doymaz. Bu kadar gülmem onu daha kışkırtır. Üstümde aynı sözün daha da geliştirilmiş versiyonlarını bir kırbaç gibi şaklatır. Ellerimi kaldırıp susmasını işaret ederim, "Sus, biraz dinlenip tekrar güleyim, yoksa kaynayıp gidecek sözün" anlamına gelir bu, bir ekonomi içerir, ama o dinlemez. Devam eder. Devam ederken de yüzü aynı ciddiyette, kararlılıkladır, hiç gülmez. Aksine, daha agresif, emreden bir tona bürünmüştür. Mahvolmamı istiyordur. Mahvolurum. Öksürene kadar, kıpkızarana kadar bu işkence devam eder. 

En özlediğim, Tolga'nın benim için en vazgeçilmez hareketlerinden biri "yanan adam". Şu an elimde bir kopyası bulunmayan, kim bilir hangi bilgisayarın kasasında yitip gitmiş bir dökümanda kurallarını sıraladığım animasyon kanunumuza göre, "yanan adam" türü hareketler bedenin bir alet gibi kullanılması ile icra edildiğinden aletli animasyon grubuna girer.

Şimdi;

Bambaşka bir şey ararken kendi blogumun Şubat 2009 postları arasında gördüğüm mini-absürd mü absürd-öyküm gözümde yukarıda bahsettiğim tatlı hatıraları canlandırdı. Televizyonlarını sonradan açan izleyicilerimiz, Tolga ve bu yazıyı gözünün önünde isteyen kendim için buraya paste ediveriyorum:

Yanan adamın isyanı:
Karısını, işini ve lösemili çocuğunu kaybeden Varol Tabak, TBMM önünde kendini benzin dökerek yaktı. Bu esnada gözlerindeki kontak lensleri de tutuşan Tabak, "Buradan tüm oftalmolojistleri duyarlı olmaya davet ediyorum." dedi. Bir gözüne yeşil, diğerine mavi lens takıp van kedisi olarak geçimini sağladığı öğrenilen Tabak, "Türkiye İran ol-ma-ya-caaak!" sloganıyla gösterisini tamamlamasının ardından "Davos'ta hakkımızı yediler, 3 puan bizim olacaktı! İnbe hakem!" yazılı pankartıyla Atatürk heykelinin üzerinde gazetecilere poz verdi.
     

28 Ocak 2013 Pazartesi

Sanity is a full-time job / in a world that is always changing

Birkaç, yok aslında bir çok sene önce (sanırım 21 yaşındaydım) bir gece kedim pencereden düşerek öldü. İşin fenası, düştüğü anı gördüm, panjurlara çarpa çarpa inişinin tırtıklı seslerini kulaklarımla duydum. Dakikalar sonra gecelikle, yalın ayak apartmanın girişine inip kedim paramparça omurgasına rağmen sürünerek benden gizlenmeye çalışırken onu yerden aldım ve koşarak sabah 4'te açık bir veterinere götürdüm (yeni açılan bu veteriner kliniği, penceresine 24 saat açık tabelası koymuştu, hafızamda yer etmiş). O geceyle, o acıyla ilgili çok az şey hatırlıyorum, çok az şey aklımda kaldı. Bir fragman gibi kısa, aklımın uygun gördüğü korkunçlukta, üzücülükte birkaç sahne. "Acıdan kıvranıyor, uyutmak gerek" dediler, son iğnesi vurulurken elimi can havliyle ısırdı. Ertesi sabah ağlamaktan birbirine yapışmış gözlerimi zar zor aralayıp hiçbir şey olmamış, hepsi rüyaymış umudu içinde uyandığımda bana önceki geceyi hatırlatan bir sızı hissettim; başparmağım içine kadar geçmiş kedi azı dişlerinden davul gibi şişmişti.

Böyle dramatik bir olaydan üç sene kadar sonra, yine kedim öldü. Bu sefer 9 güne yayılan bir süreçte. Ne olduğunu anlayamadık, anladığımızda çok geçti; içini, tüm organlarını (kavanoza konmuş halleriyle gördüğümden kefilim) sarmıştı kanser. Artık üzülmeye yerim kalmamıştır diye boyun eğdim duruma. İçten içe, pek göstermeden üzüldüm. "Sizin bir şey yapmanıza gerek yok, biz gereğini yapacağız" demelerinden iki gün sonra "Gelip kedinizin ölüsünü alın, küvette bekliyor" diye kalpsiz ve hadsiz bir telefon geldiğinde de, enteresandır, aklımı yitirmedim. Siyah bir naylon poşete konmuş, ölü katılığıyla iki kat ağırlaşmış kedimi aldım. Poşeti kedi çantasına yerleştirdim ve veterinerin ödünç verdiği kazma küreği bir taksinin arkasına atarak gecenin köründe gömecek yer aradım, sonra da ellerimle gömdüm.

İşte, daha önce benzerini yaşamadığım şu iki acı kaybın devreden üzüntülerinin toplamı sonucu (henüz anneannemi kaybetmemiştim) içimde hiç tamir edilmeyecek şekilde bir devre yandı, bir şey kırıldı. Bir daha eskisi gibi bir insan, hatta insan olamayacağımı hissettim. O kadar keskin bir histi ki bu, tamir olamamaktan  korkamadım bile. Korkmaya vakit kalmadığını düşündüm. Her şey benim kararlarımdan bağımsız değişiyordu, bu sefer bir şeyler benim içimi de değiştirecekti, bana söz hakkı tanınmamıştı, "madem öyle peki" dedim, kabullendim. Yarayı kurutmak için, hiçbir şey olmamış gibi başımı öbür yana çevirdim. İnadına uyandım, inadına hazırlandım, saçlarımı taradım, makyaj yaptım, topuklu ayakkabılarla kırıtarak yürüdüm, staj için mahkeme salonlarına gittim, savcıların hesap defterlerine faturalar işledim, kelebek camları kırılmış ve teypleri çalınmış otomobillere dair tutanaklar yazdım, güldüm, kitap okudum, bir şeyler izledim, Türk kahvesi içtim,  ve her şeyden çok  bunları yapmadığım sıralarda ergenliğimde bile dinlemediğim kadar Bad Religion dinledim. Durdurulamaz şekilde dinledim. Sanki ayağımın altından müziği çekseler düşecekmişçesine çaresizce tutunarak dinledim. Vagon vagon tren olmuş, birbirine hızla kanca atıp geçen şarkıları sayesinde biraz olsun yaram kurudu. Tabii izi kaldı mı, kaldı. Sonuçta Bad Religion'ın gücü de bir yere kadar. Fakat baya bir yere kadardı, sağ olsunlar.

Yakınlara gelelim:

Bu Aralık ayının sonunda kuzenime bir email attım. O sıralarda işe giderken yolda Bad Religion dinlemeye başlamıştım (bu sefer işle ilgili sıkıntımı kurutmak için) ve dinlemek yetmedi herhalde, kendime bir de fantazi "meğer biz bu sene Tuğçe'yle Bad Religion konserine gidiyormuşuz" kurmuştum. Gerçekleşeceğine giderek inanmış olsam gerek, sonunda ona da haber vermek istemiştim:

Bu emaili attıktan iki hafta sonra beklenmedik bir anda Bad Religion'ın Boston'a geleceği açıklandı ve konser biletlerimizi satışa çıktığı gibi aldım gitti.


Tuğçe'nin Amerika uçak biletini bu önemli olaya göre ayarladık. Şimdi sadece Mart'ı bekleyeceğiz. Gerisi güzellik. Gerisi hep güzellik. Duman I ve Duman II de yattıkları yerde huzur içinde, mırıl mırıl uyusunlar.

27 Ocak 2013 Pazar

Bus 66(6)


66'da yolculuk eder iken çektiğim bir fotoğraf. Uzakta, ön camın hemen üstündeki panele yapıştırılmış  kağıdın üstünde "Bell broken, yell" yazıyor. İnmek için bastığımız zil sistemi bozulmuş, şoföre bağırarak iletişim kuracağız yani. Bostonlımın gelişmiş toplu taşıma iletişimi ve çözümleri Bostancı minibüsüne işte böyle bir kere daha parmak ısırtıyor.

66 numaralı bir otobüs var paralel sokaktan geçen ve mecburen neredeyse her gün kullandığımız, adeta bir 6'sı eksik yazılmış. Anladık, burada toplu taşımaya öyle New York'taki iş hayatını konu alan, zenginliği ve çok uluslu şirkette yönetici pozisyonunda çalışmayı öven filmlerde olduğu gibi jilet giyimli, pırıl pırıl pabuçlu, zengin iş adamları binmiyor da, normal insanların da bu otobüs ve trenlere tenezzül etmediğini, sadece zihinsel veya maddi bakımdan engelli insanların toplu taşıma araçlarını kullandığını belirtmek gerek. Elbette biz de maddi bakımdan engelli insan grubuna giriyoruz arabamız olmadığından, öğrenciler, Hispanik çocuk-anneler ve evsizlerle beraber.

Sizlere çiş-kaka kokan (sadece koktuğu şanslı bir gündeyseniz tabii, doğrudan öbek öbek koltuk üstleri batırılmış da olabiliyor), boş yerlere bile "Bu işin içinde kesin bir iş vardır" diye oturmaya cesaret edemeyeceğiniz, otursanız yanınızdaki alkoliğin öksürürken yanlışlıkla cama doğru kusacağı ve ellerini tutunduğu demirlere sileceği veya günün menüsündeki eksik akıllının "I'm back in business, I'm getting a shotgun" diye durmadan, nefes almadan bağıracağı bu otobüsü çok uzun uzun anlatmak ve içimde alevlenen nefreti, buraya, Boston'a duyduğum nefreti ete kemiğe ve kusmukla boka büründürmek isterdim. Ama yapmayacağım. Teoride bu iğrençliği, bu sefaleti tasvir edip kendime yazma egzersizi yaratarak edebiyatımı zenginleştirmek istiyorsam da, pratikte elimi kirletmeye değmez. Daha güzelini yapacağım, sık sık kurduğum iki hayali paylaşacağım. Bir tür meditasyon şunları düşünmek. Ne zaman sinirlensem ve dayanamayacak gibi olsam düşünüyorum, derhal huzurlanıyorum:   
Bir iklim felaketi gerçekleşiyor ve Boston'ı büyük, dev bir dalga yutuyor. Her şey sulara gömülüyor. Herkes. Tek bir canlı kazara da olsa bu durumdan kurtulamıyor (bakın, kediyi-köpeği, bir suçu olmayan hayvanları, ve hatta kendimi bile yok etmeyi bu hayal uğruna, Boston'ı yok etmek uğruna göze alıyorum. Bu, insanlığın geriye kalanı açısından fevkalade gerekli bir fedakarlık).
Bir aksilik oluyor ve Boston'da çıkan bir yangın itfaiyenin yetişememesi yüzünden söndürülemiyor. Sonunda şehir tamamen, cayır cayır yanıyor. Bu esnada biz şehrin üstünde, bir uçağın içindeymişiz (bu hayalde kendime iltimas geçiyorum). Uçak boş, bir Avrupa havayolunın uçuşu bu, pilot da oralardan. Yani zehri Avrupa'ya taşımıyoruz farkındaysanız. Ağzına çakılası insan taşımıyoruz kardeşim, uçak sırf bize kalkıyor, tamam mı? Yukarıdan turuncu şehre keyif içinde bakıyoruz, sıcak kakaodan ve manzaradan ve buradan kurtulmaktan dolayı içimiz ısınıyor. 
Oh.

26 Ocak 2013 Cumartesi

Arab Strap ile Belle and Sebastian'ın

arası epey bozuk bence.

Bilgi yanlışı olmasın: Arab Strap grubunun "Arab Strap" tamlamasını 1998 yılında çıkan albümleri The Boy with the Arab Strap'in isminde kullandığı için Belle and Sebastian'a bozulduğunu aşağıdaki iki kapağın tarz benzerliğini sorgularken Wikipedia'dan öğrendim. Bence bu yüzden Arab Strap'in 2003 yılından Monday at the Hug & Pint albümünün kapağı, Belle and Sebastian'ın artık kemikleşmiş kapak tasarım tarzına gönderme yapıyor. Üstelik doğrudan The Boy with the Arab Strap'in fontunu da kullanarak.

Bu olayı da ne biçim çözdük.


Böyle diplere dalıp sizlere prehistorik dönemlerden bahsetmemin sebebi olan şarkıyı da buraya koyacağım. 

25 Ocak 2013 Cuma

The Joy of Painting

Hayatın ittirsem duracak kadar yavaşladığı yaz öğleden sonraları anneannemin oturma odasında televizyonun karşısına uzanıp TRT 2'de Bob Ross'un "Resim Sevinci" programını izlediğim günlere dair hiç unutamadığım şey, Bob Ross'un çalakalem tuvalinin orta yerine yerleştirdiği "öyle dağ mı çizilir yahu, ben yapsam daha güzelini yapardım" dedirten o eğri çizgileri, boya öbeklerini, envai çeşit fırçası ve boya karıştıraçlarının usturaya benzeyen sırtlarıyla birkaç dakikada gölgesi kusursuz, hafif dumanlı, şiddetli rüzgârdan karın pofur pofur uçuştuğu dağlara nasıl da dönüştürdüğü ve hepimizin ağzını torba gibi, Kurbağa Kermit'in cevap veremediği zamanlarda olduğu gibi büzüp bıraktığı... Halbuki bugünün teknolojisinde önüne bir Ipad versen, açılı sırtını, kıvrımlı köşesini kullanacağı bir ekipman olmayacağı için, top top parmak uçlarıyla acaba ne kadarını çizebilecekti? Ipad'in evimize geldiği ilk günlerde ben bu işi her gece yatmadan önceki son beş dakikamı vererek test ettim, sonuçların en azından bir tanesini karşılaştırmalı şekilde koymam farz oldu.

Bahsettiğim hemen aşağıdaki eserde konu, 2010 yılının sonbaharına girerken Nobel ödüllerinin dağıtıldığı yer olmasıyla bilinen Stockholm Belediye Sarayı'nda kıyılan nikâhımızın tasviri (İsveç vatandaşlık numaramızın olması vesilesiyle, İsveç makamının nikah kıyma yetkisinden faydalanmıştık - Çok kirli çıkıyımdır, size de hiç anlatmıyorum, değil mi?). Yine takiben ikimizin resimdeki hallerine görece benzeyen fotoğraflar yerleştiriyor, takdiri izleyicilerime bırakıyorum.


Not: Yatakta Ipad'i yatırmış, yanağım yastıkta, tuhaf bir açıyla çizdiğimden benim yüzüm biraz tombiş olmuş. Neyse ki Serhan'da dikey pozisyona geçmiş idim.

22 Ocak 2013 Salı

Başka türlü söylemek

"Kötülük olunan bir şey midir, yoksa yapılan bir şey mi?" Amerikan Sapığı'nı Fatih Özgüven çevirisinden okuyan herkes arka kapakta bu afilli cümleyi görmüştür. Ne demek istediğini düşünmeye fırsat kalmadan nasıl da aklıma çakılmış. Seneler sonra birden anlamını bulur gibi oldum.

Bana sorsan; kötülük, yapılan bir şey. Mütemadiyen olunan tek şey ise insan. Yaptıklarına göre kimi zaman iyi, kimi zaman kötü diye değerlendilirir çevresi tarafından. Kendisi değerlendiremez, çünkü kimse kendi yaptığının kötülük olduğunu kabul etmez. Etse yapmaz, yaptıysa o hareketin özünde yalnız kendi için bile olsa bir iyi niyet var demektir. Ama biz o iyiliği bilemeyiz. Bilsek bile, sonuçta kendi için istediği iyilikten baskınsa verdiği zarar, yine onu suçlarız. Dolayısıyla iyiliği de aynı şekilde, müsaadenizle, "yapılan bir şey" olarak değerlendireceğim. Yani insanın yaptığı iyiyse iyidir o an için, kötüyse kötü. Mutlak iyi veya kötü olamaz. Hoş, toplumun anladığı haliyle iyi insan olmaya öyle çok prim veren biri değilim. Arkadaş sohbetlerimde de bu tanımın beş para etmediğini gözlemlediğimden kimsenin hakkında "çok iyi insan" dediğini peşinen ciğerime sokamam. Bu bakış açısına göre iyi insan olmak çok kolaydır. Az konuşsan, konuşunca diğerleriyle uyumlu iki çift söz söylesen, biri bir şey istediğinde (sofrada tuzluk veya şekerlik) ilk sen uzatsan, hızlı yürümesen, hızlı düşünmesen, karşındakinin bilmediğin binbir kompleksinden birine yanlışlıkla değip çarpacak bir soru sormasan hemen "iyi" diye nitelendirileceksin. İyi olmanın fazladan bir olumlu yönü yok yani. Herkes, müebbetlik suç işlemiş bir katil bile, kolayca iyi görülebilir bu kıstasa bakılırsa. Kıstas bile değil, kıstassızlık. "Bir şey bulamadık kötüleyecek, bari bunu diyelim" kolaycılığı.

İyilik hakkında konuşmaya başlayınca aklıma ortaokuldan bir kız geliyor. Koridorda yürürken ezkaza birinin koluna hafifçe dokundu mu dönüp on dakika özür dilerdi. Bahsettiğim basit bir çarpma bile değil, abartmıyorum, sadece hafif bir sürtünmeden bahsediyorum. "Yok, bir şeyim yok, canım falan yanmıyor" demene aldırmaz, yine kendi iyilik şovunu tamamlamadan sınıfa dönmez, bir türlü susmazdı. Şimdi, şunu eleştireceğim acımasızca ve eleştirmeyeniniz olursa da aklından şüphe edeceğim: Böylesi ileri derece cicikuşluğun manası nedir? Manası yok. Karşısındakine eziyet ediyor kibarlık budalalığıyla.

Dönelim benim durumuma:

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxBunu dilerken, dilediğim şeyin gerçekleşmesi ihtimalinde bir başkasına kötülük getireceğini biliyorum. Fakat yine de bunu dileme huyuma hakim olamıyorum hakim bey. Yani bakın, xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx demiyorum. Fakat xxxxxxxxxxxxxxxxxx üzülürüm de diyemiyorum. Açıkçası üzülememeyi en büyük kötülük olarak görüyorum üstelik, öbürünü bir kötülük olarak bile değerlendirmiyorum.

Şimdi bu hisleri hatalı varoluşuyla içime saldığı için o insan mu kötü, yoksa ben mi? Çevresine göz göre göre zarar verdiği ve xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx için bana kalırsa kötü düşüncenin yükünü benimle paylaşması gerekiyor en azından. En azından diyorum, çünkü sorumluluğun hepten ona ait olduğu bile söylenebilir.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Evler ve anneanneler

Şöyle bir şeye inanıyorum, bilimsel gerçeğe dayandığına dair makale okuduğumdan değil de, kendi kendime: İnsanın rüyasında gördüğü ev, bilinçaltında hala ait olduğu, üzerindeki etkisini atlatamadığı evdir. Ne zaman ki aklın, bilinçaltın ilerlemeye, zamanın geçtiğini kabul etmeye kalkar, o zaman rüyalarındaki ev değişir, biraz daha güncellenir.

Senelerce, rüyalarım hep anneannemin evinde geçti. Gökdelen Apartmanı 11 numarada yani. Açelya 44'ün fonu teşkil ettiği bir rüyayı belki toplasan bir elin parmağını geçmeyecek sayıda anca görmüşümdür. En huzursuz şekillerde o da. Demek 18-19 sene geçmiş olsa da benim içim aslında ısınmamış Açelya 44'e. Nedense gözümde hep bir uğrak yeridir, girilir, çıkılır, ama asla gerçek ev gibi hissettirmez. Belki içinde annemle iki arkadaş gibi yaşadığımızdan, bana bekar evini, yurt odasını filan hatırlatır. Gerçek ve eksiksiz bir aile birliğinin katılığı yoktur, kuralları esnektir, eğlencelidir. Belki sebep bu.

Sonra İsveç'e taşındım. Rüyalarım yine anneannemin evinde geçti. Yine panjuru kırık balkona çıktım, öğlen sıcağında kavrulmuş zeminine basınca ayak tabanlarım yandı bir anlık. Holdeki çizgili halısını takip ederek arka odaya yürüdüm. Oturma odasında bir tarafı hafifçe çökmüş, kumaşı buruşmuş koltuğa iliştim. Anneannemin yenileriyle değiştirmek istediği tül perdeler yine kabarıyordu evin içindeki hava akımdan. Salonun kapısı çarptı çarpacak gibi gıcırdıyordu. Pencereye burnumu dayayıp dışarıya, ağaç ve bina ormanına baktım. Mutfaktan gelen fokurdama, kaşıkla karıştırma, dolap açıp kapatma seslerini dinledim. Daha neler neler. Sonuç olarak, İsveç'teki evlerim (üç ev değiştirdim, malum), rüyama girme başarısını gösteremedi.

Son iki senedir Boston'dayız. Rüyalar yine Feneryolu'nda, anneannemin evinde geçiyor. Fakat özellikle şu son aylarda rüyaların merkezi evin salonu. Ve salon bomboş. Anneannemin ölümünü kabul etmeye başladığımı oradan anlıyorum. Salon boşaltılmış, hiç eşya, duvarda çerçeve yok. Veya bir-iki parça, kızlarından biri gelip alsın diye köşede duruyor. Bir dolap, bir şifonyer. Hüzünle o eşyaya yanaşıyorum. Üstünde unutulmuş fotoğraflarına bakıyorum. Kırık bir çerçevedeki vesikalığını elime alıyorum. Kimsenin bu fotoğrafı almaya tenezzül etmemesine, ondan geriye kalanları gerçek anlamıyla umursamamasına öfkeleniyorum. Derken hiç beklemediğim şekilde anneannem beliriyor soldan. Terliklerini sürükleye sürükleye, yorgun yürüyüşünü duymadığıma şaşıyorum. "Anneanne, anneannecim, sen ölmüştün ama" diyorum sadece rüyalara yakışacak o en saçma şekilde, vesikalığı ona gösteriyorum. Anneannem kolunu uzatıp sarılıyor, "Çok teşekkür ederim" diyor. Teşekkürü sanki onun kıymetini bildiğim içinmiş. Anneannem benim onu herkesten daha çok, herkesten daha başka sevdiğimi anlamış ve onun için teşekkür ediyormuş. Duygulanıp ağlamaya başlıyorum. Uyanıyorum.

Gündüzleri kendini perişan edecek kadar üzülmeye son veriyorsun da, rüyalar gece olunca bu görevi devralıyor herhalde.

15 Ocak 2013 Salı

Memurlar.net


Hukuk fakültesini bitirmemize yakın, arkadaşım Mehmet’le kafa kafaya verip, Bahariye Caddesi’nin ara sokaklarındaki bina cephelerine serpilmiş paslı avukat bürosu tabelalarına bakarak ve epeyce dramatize ederek mezun olduktan sonraki iş hayatımızın hayalini kurmaya başlamıştık. Adım atanın içini kokusuyla kaldıracak, filtresiz, ucuz sigaraların dumanı sayesinde erimeyen sise boğulmuş bir hanın odacığında,  beyazlamış uzun bıyıkları nikotinden sararmış, adliyeye giderken elinde salladığı bond çantasının kapağı yerinden kopup ayrılmaya yüz tutmuş, eşten dosttan gelen üç-beş icra davasının takibinden başka şey yapmayan, avukat kelimesinin vaktiyle ifade ettiği saygının hakkını veremeyenlerden olup, ölene dek sefaletle savaşacaktık. Detaylandıkça insanın hem içini acıtan, hem garibanlığına güldüren bu hayal, sonradan basbaya fobimiz oldu. O kadar ki; ben yurtdışına yüksek lisans yapacağım diye bir daha geri dönmemek üzere kaçtım, Mehmet akademik kariyer edinmek için avukatlığı bir kenara bıraktı.

Baron von Plastik’in fotoğrafa koyduğu “memurlar” ismine bakarken, fotoğrafın çekildiği sıralarda memurluğun saygın bir mevki olduğunu tekrar hatırladım. Sonra en kötü televizyon şovlarının yayınlandığı yerel kanallara benzer bir estetik anlayışıyla hizmet veren Memurlar.net websitesine ve şimdiki memur profiline aklım gitti. Derken yönetici kademesinde sayılmayan cins çoğu düşük seviye memurluğun artık nasıl da bir paçozluk, nasıl bir yokluk, nasıl bir muhtaçlık çağrıştırdığını; bu insanların çeşitli sınavlar, kuralar ve çekilişlere, değişip duran uçucu haklara bağlı şekilde görevlerini yapmaya çabaladıklarını düşündüm. Mehmet’le sararmış bıyıklı gelecek öngörümüz, belki de şimdinin memurlarında can bulmuştu.

Kalemimi koyverdiğim bu uzun girizgâhın ardından fotoğrafta neyi işaret etmek istediğime geleyim:
Tatlı bir bahar günü öğleden sonrasında  (gölgelerin düşüşü beni güneşin biraz olsun eğildiğine ikna ediyor) az önce yenmiş yemeğin üstüne içilen Türk kahvesinin ve keyif sigarasının yanında kimisi sayfalarını paylaştığı gazetesini okuyor, kimisi kılığından asker olduğu belli olan arkadaşına yanaşmış, fotoğrafçı için poz kesiyor. Herkesin sandalyesi objektife dönük, garson bile olduğu yerde dikilerek hazrolda durmuş. Dirsekten büküp sol omzuna yasladığı tepsisinin hemen arkasında kalan, bir kayanın üstüne çökmüş ufku seyreden adamı bileğinde taşıyor sanki. Yalnız hepsinden önemlisi, fotoğrafın kadrajına aslında çağırılmamış, sol arkada oturan esmer yüzlü, yoksul görünüşlü adam. Bu adamın rütbe vermeyen cinste kep takılan mesleklerden birine mensup olup, bekçi veya kapı görevlisi olarak çalıştığını tahmin ediyorum. Uzaktan, memurlar grubunun çektirdiği fotoğrafa başka açıdan bakıyor; mühim adamların dimdik oturuşlarını, ilikli yakalarını, kendisinin tersine mevsimle uyumlu giyimlerini yaban gözlerle süzüyor. 


* Yan projemiz Anlatsam Fotoroman Olur için yazdığım bu son yazıyı, kişisel tarihime dair referanslarının ağır basması sebebiyle buraya da koymak istedim ve Baron von Plastik'ten müsaadeyi aldım. Bu arada güzel bir hatırlatma da olsun; AFO'ya henüz bakmayanınızı bekleriz. Şimdilik yönetim kurulu üyeleri dahil toplam 16 nüfuslu, mütevazi bir işletmeyiz. Fakat gazete köşelerinde, edebiyat bloglarında, Twitter ve Facebook'ta reklam edildiğimiz günlerde ziyaretçilerimiz birkaç yüzü buluyor. Temiz, sevimli, hem halk tipi detaylarını saklamayan ve fakat modern gibi de bir pansiyonuz. Sabah köy tavuğundan yumurtamız, ineğimizden sütümüz, arımızdan balımız ikram. Odalarımız denize yürüme mesafesinde. Akşamüstü köyden çağırdığımız eli kınalı hanımlardan birinin hazırladığı gözlemelerimiz ve çay ile yorgunluğu, harareti atarsınız. Akşam yemeğinde de taze balık. Gazete kampanyalarından toplama birkaç farklı Arcoroc tabak seti ile karmakarışık, çeşitli çiçek desenli tabaklarımız, biri geniş, diğeri uzun, sonra bir de bodur su bardaklarımıza koyduğumuz rakınız, kısacası şimdi Avrupalıların benzetmeye çalıştığı tür bir düzensiz düzen hali bizdeki.   

14 Ocak 2013 Pazartesi

Abbas Güçlü ile 2012'ye genç bakış

2012 yılında çektiğim fotoğrafları aylarına göre sıraya koyunca nerelerde, ne yaptığımı ufak ufak hatırladım, çok hoşuma gitti. Her aya bir fotoğraf sınırlaması getirerek aşağıya yerleştiriyorum, isteyen tabağına alsın.


Aslında Aralık ayında çalışmaya başladım, fakat iş yerine fotoğraf makinası götürmek anca Ocak ayında aklıma geldi. Bu fotoğrafı yolda, otobüse binmeden hemen önce çektim. Ortadaki tabelasındaki "Airport Bus" yazısını ne zaman görsem bizim karikatür dergilerindeki fonta benzettiğimden gülümsüyorum. Benim için çevresindeki tüm griliği renklendiren, güzel bir detay.


Şubat ayında nihayet Institute of Contemporary Art'a yolumuz düştü. Aslında yolumuzun düşme sebebi Stephen Malkmus'un zevcesi Jessica Jackson Hutchins'in işlerini de görebilmekti, gördük. Bu arada binanın mimarisini İskandinav tarzına benzetip çok beğendiğimizden, akşama kadar çeşitli odacıklarında vakit geçirdik.


Serhan'ın bir bilim ödülüne layık görüldüğü haberi üzerine, ödülü gidip Stockholm'den almak için Mart ayında Washington'daki İsveç Büyükelçiliği'ni, ayrıca Senem ve Erhan'ı ziyaret ettik. Senem o sırada National Building Museum'da çalışıyordu, onun sayesinde aslında çıkmanın yasak olduğu bu kata çıktık.


Nisan ayında Zeynep ve Alper bizi ziyarete geldiler. Bu maceralı süreçte türlü manzaralı, uzun yürüyüşlü, heykelli, önemli binalı, öpüşmeli, koklaşmalı, gülüşmeli anlar yaşandı. Ziyaretin sonunda Alper Boston'a aşık oldu ve gelecek planlarını buraya yerleşmek üzerine kurmaya başladı.


Mayıs'ta baharın gelişini Stockholm'de kutladık adeta. Gözde'nin evinde misafir olarak kaldığımız on gün boyunca neleri özlediğimizin pek farkına varmadık. Yeterince tadını çıkarmamış olmanın acısı sonradan koydu.

Haziran'da ofiste sonradan bana bir tür kanser getireceğinden şüphem olmayan türde feci bir stresle boğuşuyordum. Bu güreşi kaybedince herhangi bir şeye karşı heves duymamaya başladım. İşte bu yüzden Haziran ayım fotoğrafsız geçti.


4 Temmuz'u kutlamak, daha doğrusu havai fişekleri seyretmek için epey manzaralı bir yer bulmamız bir saat sürdü. Fakat fişekler atılmaya başladıktan birkaç dakika sonra meteorolojinin de ön gördüğü korkunç bir sağanak yağmur başlayınca şovun gerisini neredeyse yüzerek vardığımız istasyonun camından izledik.


Ağustos ayında patronun hibe ettiği beyzbol maçı biletlerinden birine talip olmam sonucu Boston Red Sox'ı izlemeye gittik gittik. 45 dakika kadar ne olduğunu anlamaya çalıştık, sonrasını Serhan çözer gibi oldu, zaten 90. dakikada terkettik. Sonuna kadar bekledik sanılmasın; maç toplam 2.5 saat kadar sürmüş.


Mağazalarda bikini-mayo bile kalmayan Eylül'de senelik iznimizden kalan kırıntıları birleştirip yaz tatili için Miami Beach'e gittik. Plajda olmadığımız sıralarda dolanırken böyle şeker pembe, bebek mavisi, incikli boncuklu binalar gördüm ve bol bol fotoğraf çektim.


Ekim'de yaprakların sonbahar renklerine doğru kavrulmasını parkta izledik.


Kasım'da bir tarifin peşine düşüp ayı şeklinde kurabiyeler yaptım. Üstelik Popi bizim ayılarla uzaktan tanıdık çıktı ve hemen hoşbeş etmeye başladı. Ayıların aynı yakınlıkta davrandığını ise pek söyleyemeyeceğim.


2012'nin son günlerinde de senenin son fotoğraflarına konu olacak şekilde ilk gerçek ve kocaman çam ağacımızı süsledik ve üstümüzden geçip giden yıla son kez el salladık.