26 Haziran 2011 Pazar

Face alma, feyzal.

Facebook’ta tıpkı bir aile babasının kolejden veya mülkiyeden dönem arkadaşlarının ”bağı koparmayalım” ısrarıyla açtığı hesabı kadar hareketsiz, az nüfuslu, az fotoğraflı ve dolayısıyla lagalugasız bir hesabım var. Hesap kendi adıma da değil, o yüzden "ce-ee, nerelerdesinnnnn canımmm?" diye harfleri fütursuzca uzatan herhangi komşu da çatkapı gelmiyor. Cuma akşamüstüsünde boş bir okul kadar sessiz. (Gördüğüm en hüzünlü görüntülerden biri bu: Eğilerek camlardan içeri girer lezzetli güneş, tembelce sıraları dikdörtgenlere böler enine. Tuvaletlerde bozuk bir musluk tüm günkü mesaisine devam devam eder, "tıp..tıp..tıp.."ları koridorda yankılanır. Tahtanın üzerinde Pazartesi'ye kadar nöbet bekleyen, haftasonuna girmenin coşkusuyla son dakikada yazılmış bir yazı. Sağ üstte, yarısı silinmiş tarih. Montlar alındıktan sonra geride kalan, senenin başından beri asılı duran soluk renkte bir sweatshirt. Belki başka sınıftan biri, seçmeli ders için geldiğinde unuttu. Sıraların altında çeşitli boyutlarda, buruşturulmuş kağıtlar. Kola kutuları, peçeteye sarılıp bırakılmış sandviç artıkları. Koridor sonunda müdür odasının kapısı açık, odası rutubetle karışık halıfleks kokar. Bordo renk, suni deri kokar. Odasında, kütüphanenin önüne bir paralel çizgi çeken güneş ışığı, vurduğu yerdeki tüm tozları görünür kılar. Işıkta yukarı doğru, ağır ağır uçuşur toz taneleri, kimi yerde altın tozu gibi parıldar. Her şey öyle hüzünlü şekilde güzeldir ki, haftaiçi öğrenci dolu haliyle neden sevimsiz göründüğünü açıklamak mümkün değildir. İnsan mı her şeyi mahvediyor, yoksa insansız kaldı diye mi şeyler hüzünlü görünüyor? Nereden bakarsak doğru açıklamış olacağız bu gizemi, bilinmez.) (Benzer bir parantezi yağmurlu bir günde, öğrenci dolu bir sınıftaki sınav sessizliği için de açayım: O sessizlik sanki sonsuza uzar ve tüm cisimleri ve canlıları karadeliğine çekerek, üstünü örter. Saatin sesi, kalem sesi, nefes sesi. Soruları neredeyse yüksek sesle kendi kendine okuyan kızın sesi. Kağıdın arkasını çevirme ve nafile ümit sesi. Oradaki sorular da kolay değil çünkü. Yapamıyorsun işte; ha arkası, ha önü. Dışarısı neredeyse gece gibi karanlık, ara sıra camda gümüş bir gölge gibi parlar şimşek. Arkasından büyük bir gürültü, sanki gökyüzünün karnı gurulduyor. Camları dövüyor sudan bilyeler, herkes içeride. Herkes içeride; hırkaların, aslında renkli ama çamurun tek tipliğine boyanmış botlarının içinde sıcacık. Sınav gerginliğiyle yeni tüylenmiş koltuk altları terliyor, kimbilir. Orada tek bir insan gibi olmuşlar, her şeyden önce onun sıcaklığı var. O odada olmanın verdiği bir birlik hissi var. Hepsi aynı kanonun içinde, aynı dalgaya karşı kürek çırpıyor. Küreği büyük veya küreğinin sapı kırık, o kadarını bilemeyiz.)
İşte, Facebook’la böyle uzaktan ilişkimiz sırasında birkaç arkadaşımla o ya da bu sebepten ekleştik. Fakat Facebook’ta cömertlik esas. Ne sebeple, hangi samimiyetle ekleştiğine bakmıyor, hele benim gibi ince ayar çekmeyi bilmeyenlerin neyi var neyi yoksa başkalarının önüne döküp saçıyor. Bu saçılmanın vahim seviyede gerçekleştiği vakalarda, tahmin ediyorum birine dair bir şey öğrenmenin heyecanı da, dedikoducu merak da form değiştiriyordur. Ya tümden sönüp, ya hepten alevleniyordur.

Bence bir on sene sonra farkedilecek ki, Facebook aslında çok yanlış bir misyonu kendine reklam edindi bu işin başında: ”İlkokul arkadaşınızla tekrar kavuşacağınız yer” misyonu öyle tehlikeli ki, insan ırkının sonunu getirebilir. İnsan ilişkilerinde doğal seçilimin engellenmesi, insanın o ana kadar tanıdığı tüm insanları profilinin altına toplaması pek akıllıca iş değil. Yüzde doksandokuzuyla son on sene içerisinde hiç görüşmemiş, kalan yüzde birin büyük kısmını son altı ay içerisinde hiç görmemişsen, ama hala gerçekzamanlı şekilde vaktiyle teğet geçtiğin bu kadar yabancı insanın önüne tüketmesi için bira göbeğinin veya lohusa şerbetinin sürahisinin Instagram’la çekilmiş şekilli fotoğraflarını koyuyorsan, bunun yolda rastladığın eski bir dosta ilk dakikadan en özel şeylerini anlatmaktan ne farkı var? En az onun kadar hatalı bir sosyallik anlayışı yok mu bu tavırda? Bu kadar yaygın şekilde rağbet görmesi, insanın yaşı ilerledikçe arkadaş hacmi azaldığı halde, Facebook’ta sürekli birilerini listesine eklemesi neyi ifade ediyor? Görüşmediği ve belki mecburiyetten ekleştiği insanların haberini alması, onların normal şartlar altında bilmeyeceği ve bilmek de istemeyeceği detaylarını takip edebilmesi ve bu ticaret karşılığında kendisininkileri ortaya koyması komplo teorilerinin en saçmasını aklıma getiriyor: Eğlenirken rızai olarak fişleneceğimiz, ticari olarak zaaflarımızı haritalandıracağımız, daha kalabalık hissederken daha yalnızlaşacağımız, kendimizi bunca ifşa ederken aslında ifşa edilen kareler haricinde yaşamadığımız, yani o fotoğraf çekilirken bile Facebook’a yükleneceği anı hesapladığımız bir çağda yaşıyoruz. Geçende Twitter’a yazmıştım; bilim kurgu kitaplarında tarif edilen gelecek zamanlarda, insanlar makinaların kölesi olmuşlardır. Ellerinden, kollarından, kimi zaman beyinlerinden birer makinaya bağlı yaşarlar ve bu dünyada ona hizmet ettikleri sürece varolabilirler. Hollywood yapımlarına sık sık konu olan bu senaryoyu daha geniş yorumlarsak şu an farkımız olmadığı gayet açık. Elimizden, kolumuzdan değil, parmak uçlarımızdan makinalara (bilgisayarlara) bağlıyız ve sanal profilimizin prestiji uğruna onlara hizmet ederek ömrümüzü geçiriyoruz. Yaşadığımız andan ziyade, onun kayıtlara geçirileceği sonraki anın derdindeyiz. Yapmayı değil, yaptığımızı anlatmayı seviyoruz. Ne kadar sevilesi, ne kadar enerjik, ne kadar entellektüel, ne kadar şakacı ve zeki olduğumuza başkarını şahit tutmadan, emin olamıyoruz. Herhangi bir şey ifade etmediğimiz, taş üstüne taş koymadığımız halde, falan yazarın yazısını paylaşarak, kimi sanatçıyı beğenerek ve böylece sepete ekleyerek bile bir taraf tutuyoruz. Olabildiğince detaylı şekilde karakterimizin tüm girinti çıkıntılarını ve bitki örtüsünü en kör gözlerin bile görebileceği şekilde aranje ediyoruz. Bu esnada dürüst davranmak zorunda da değiliz; Facebook aynasının cisimleri olduğundan büyük gösterme kapasitesine sığınarak pekala hakkında az fikir sahibi olduğumuz konulara da hakim gibi davranabiliriz. Kısa süre sonra samimiyetle o konuya hakim olduğumuza da inanabiliriz. Böylece sanal profilimiz, gerçek kimliğimizin önüne geçebilir. Geçiyor, geçecek. Herkesin alımlı, herkesin ceylan gözlü, herkesin incecik, herkesin şiir aşığı, herkesin büyük solcu, herkesin bir tutam liberal, herkesin eşcinsel hakları savunucusu, herkesin hayvan dostu, herkesin günlük en az beş gazeteyi gözden geçiren ve karşıt görüşlere saygılı olduğu kusursuz bir alem. Ama hem internet üzerinde olduğu için sanal, hem içerik bakımından gerçeği yansıtmadığı için.

Sonra gidip tüm gün FRP oynayana çatıyorlar; halbuki Facebook, bunu sıradan vatandaş seviyesine indiren bir ağ işte. Hepimiz usta birer FRP’ciyiz; sosyal hiyerarşinin en yüksek seviyesine, en güçlü şekilde gelmek için her gün ne manevralar yapıyoruz.

24 Haziran 2011 Cuma

Birkaç gecedir şöyle bir şey oluyor; gözlerimi kapıyorum, tam uykuya dalacakken kendimi uyandırıyorum. Ama bir sor, ne diyerek uyandırıyorum: "Birazdan uykuya dalacak gibiyim hakikaten." "Birazdan uykuya dalacak gibiyim" mi? Daha manyakça bir şey olabilir mi? Yat, uyu, deli misin, neyin analizini yapıyorsun? Kafa var ya bu kafa, nöbetçi eczane gibi çalışıyor. Gecenin köründe gelen bu müşterinin derdi pahalı bir antibiyotik falan alsa hadi neyse de, alacağı en ucuzundan tentürdiyotla gazlı bez.


Bir de dün bunun katmerlisi, kendimi uyandırıyorum rüyadan. "Uyuyoruz ama biz o an uyuduğumuzu hissetmiyoruz ki, neye yarayacak? Şimdi yatacağım da, kimbilir kaç saat sonra uyanacağım." Ee? O tatlı uykudan, o ayağımın altını ürperten, burnumun ucunu kaşındıran nefis uykudan bir kaşık yemeden hepsi çöpe. Yenisini yapacak malzeme de kalmadı mutfakta, o yüzden leş gibi bir uykusuzluğa merhaba. Uykuya yatmaya yakın kelimelerin açma kapama düğmesini kapalı konuma getirebilsek oysa, bak gör şöyle tasa kalıyor mu. Yatarayak mor üçgenler, sarı kareler, kırmızı daireler falan düşünsek, kimse gece gece yataktan kalkıp sigara içmez, ben söyleyeyim. İçtiğimden değil. Ama fikren güzel. Gece gece tek başına yakılan sigaranın sohbeti olmaz yoksa. O sigaradan bir halt olmaz.

16 Haziran 2011 Perşembe

Ayıdan dost, konserden post

Gözümü açar açmaz, daha yüzümü yıkamadan netbookumu kucağıma almak gibi korkunç bir huyum var. Yüzümde yastık iziyle, koşa koşa, sanki ben uyurken holdinglerimin başına bir şey gelmişcesine mailime bakmak, asayiş berkemal mi diye kontrol çekmek. İşte o sırada, neden bilmem, bir coşmuşum, bir yazı patlatmışım. Uyurgezerken yaptıklarını fotoşoplanmamış, apaçık deliliğiyle güvenlik kamerasından seyretmek gibi; sonradan okuyunca hem güldüm, hem utandım. Kaç gündür tembellikten düşünüp de yazmadıklarımı, bir yazıda, tek öğürüşte kusmak. Bereket, öyle çok hacimli değil.

Silemem artık. Eşekliğimin bir kanıtı olarak dursun. Yalnız, otobüsün ağzında durup da içeri geçişi tıkamasın diye bir post daha atmaya karar verdim. Bu da ne zamandır yapmak istediğim, üşengeçlikten fırsat bulamadığım bir post, o yüzden öyle şişirmece falan da değil ha! Ama alttan alta maksat da güdüyor: Arkalara doğru ilerleyelim.

    The Dears / Brighton Music Hall

Joan as Police Woman / Middle East Upstairs

Pinback / Royale Boston

Pinback / Royale Boston

dEUS / İKSV Salon

Elmoş / dEUS

Bu sonuncuyu ben saygıdan, takdirden, beğeniden ağzım açık vaziyette konser izlerken Caner çekmiş arka sıralardan. Post'un bonusu olsun.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Açelya 44

Ananemin evi satıldı bir süre önce. O yüzden balkon demirlerine ayaklarımı uzatıp, paşa çayı içerek bir yandan taze kesilmiş çimen kokusunu içime çekeceğim bir ev yok. Ananemin yokluğunu söylemiyorum bile. O şöyle bir şey;

Bir keresinde kuzenimle hızla bir yerlere yürüyorduk. Orta ikinci sınıftaydım. Ayağımda annemin aldığı, şimdi moda olan iskarpin tarzı, az ama kalın topukları olan ayakkabılar. Bakkala mı gidiyoruz, artık nereyeyse, normalde okul formamın altına giyeyim diye alınmış bu ayakkabıları aceleyle ayağıma geçiriverdim. Fakat topuğa pek alışkın olmadığımdan bileğim burkulacak şekillere giriyordu yol boyu. Sonunda olan oldu ve yüzüstü yere kapaklandım. Tam dizimin altındaki minik bir çakılın, dizime bıçak gibi girdiğini o an hissettim. Ayağa kaldırıldığımda, taşın dizimin içine yerleştiğini gördüm. İnanılacak gibi değildi, ama sanki yıllardır oradaymışcasına, en ufak bir bombe yapmadan içine girmişti dizimin. Kan akmıyordu, yara-bereymiş gibi de durmuyordu. Sadece dizimin içinden bir parça çıkarılmış, yerine idareten çakıl yerleştirilmiş gibi duruyordu. Eğer çakıla yer açılmışsa, sökülen parça neredeydi? Yoktu. İçeri göçmüştü belki, onu bilemiyorduk o an.

Epey yakındaki bir eczaneye götürüldüm. Eczacı iri bir cımbızla taşı çıkardı. Bir anda oluk oluk kan inmeye başladı yaradan. Çok korkmuştum. Canımın yanmasından ziyade korktuğum için, gözlerimden yaşlar süzülüyordu ardarda. Birbirine saygısızca, yanağımda yarışıyorlardı hem de. Biri çenemden kucağıma düşüp, kot eteğimde iri bir koyuluk bırakmadan, diğeri ona yetişiyordu kısa yoldan. Kirpiklerim telaşlıydı, hangi birini başından savacağını şaşırmıştı.

Fazlasıyla korunaklı büyüdüğümden, yara tarihim oldukça kısadır benim. Bir keresinde salıncaktan düşünce dizimi boydan boya kaplayan kabuğu, aylarca hiç dokunmadan seyretmiştim. Bu, belki ilkiydi ve en büyüğüydü. Sonrakiler çok ufaktı. Şimdi orta ikinci sınıfta giydiğim az topuklu bir pabuç, tarih yazmıştı. Sargı bezinin altında, etinin nereye gittiğini hiç bilmediğim bir boşluk belirmişti. İçi dolacak gibi de görünmüyordu. Nitekim dolmadı da. Gençliğin hızla yenilenen dokuları oraya geçici bir dikiş attılar, ama yeri hiç gitmedi. Hala görünür.

Ananemin aslında istikrarlı bir hızda aramızdan silinip gidişini ben bu yaraya çok benzetiyorum. Bir anda, var olan yok oldu. Bir anda ona atfettiğimiz önemli manevi şeyler de duygu dağarcığımızdan eksildiler. Bir anda bizi dünyada öyle hissettiren tek ev, haritadan silindi. Onca et kopup nereye gitti, yine bilmiyoruz. Sadece artık yerinde çakıl olduğunu görüyoruz.

Açelya 44 diye başladım, Gökdelen 11'e döndü iş. Açelya 44'ün ne kadar başka bir huzur verdiğinden bahsedecektim. Hele akşamları, annem saat 12 olmadan yattığında, o durağanlık var ya... O bir bardak suyun yüzeyi gibi pürüzsüzce durgunluk. Üniversitede finallere, bütünlemelere çalışırken olurdu böyle sessizlik. Sessizliğin riski de, çevrede ses çıkaran ve sürekli zihni uyaran her şeyin bastırdığı düşüncelerin, duyguların ortaya çıkıvermesi. Sınava çalışırken aniden bambaşka kaygıların açık büfesinde, tabağımı tıka basa doldurmuş olurdum. Şimdi kaygı yok, beklentiler var. Beklentiler yoksa, geceyarısı tekrar kuşağı var. Televizyonda. Dolapta gofret var. Camdan bakınca siyaha gömülmüş bir park var. Biraz uzaklarda, ada ışıkları var. Annemin yanında kıvrılıp uyuyan başka bir kedi var. Bunlar hep enteresan şeyler. Aklımı farklı düşüncelerle dolduran, içten içe beni sevindiren şeyler.

Boston'dan o kadar tiksinmişim ki, İstanbul'u öpmeye doyamıyorum.