7 Kasım 2011 Pazartesi

İskandinav ve Türk Usulü Teyze-Yeğen İlişkisi

Cuma günü Lars von Trier'in Melancholia'sını izlediğimden beri, teyzeler ve yeğenleri arasındaki o eşsiz ilişkiyi düşünüyorum. Düşünce seyrim boyunca Teyzem filmini de andım, oturup YouTube'dan bir kere daha izledim. Tam hatırladığım gibi, iki filmin teyze-yeğen ilişkisi bakımından çağrıştırdıklarının hayli paralel olduğunu farkettim. Belki Hollywood'a bile girmiş, klişeleşmiş bir durumdur yeğenin teyzeye vurgun ve teyzenin hayal dünyasına hayran olması. Fakat tüm bencilliğimle umuyorum ki öyle değildir, şu iki filmde sıkışıp kalmış bir benzerliktir bu.

Teyzem filmi, teyzemin en sevdiği filmlerden biriydi. Kimi zaman kimi duruşlarını Müjde Ar'a benzettiğim için, çocukken bu durumu basit bir rastlantının ötesinde, hayli "uygun" bulurdum. Sonra, yaşım ilerledikçe ve filmi tekrar tekrar seyrettikçe, film gözümde sadece teyzem sevdiği için sevdiğim bir film olmaktan çıktı. Özellikle beğendiğim, hüzünlendiğim, tüylerimi ürperten sahneleriyle farklı bir anlam kazandı benim için. Benzer bir durumu, en yakın arkadaşımla aynı müzik grubuna karşı neredeyse tamamen farklı sevgiler beslediğimizi fark ettiğimde de hissetmiştim. İkimiz de aynı şarkıyı, aynı anda, birbirimize birkaç adım mesafeyle dinlediğimiz halde, bariz şekilde bambaşka şeyler duyuyorduk. İşte, Teyzem filmi de teyzem ve benim için bambaşka duyguları tetikleyen, ama aynı finale bağlanan sahnelerin toplamıdır.

Teyzem'de Müjde Ar'ın oynadığı delibozuk Üftade karakteri sadece iki erkeğe büyük aşk duyar; biri abisinin mahalleden arkadaşı gitarist Erhan, diğeri yeğeni Umur. Umur yıllar sonra bir gece ansızın toparlanıp evlerini terkeden anne babasıyla berabere dede evine gelişiyle sosyal hayatın kapılarını açar Üftade'ye, onun hayatla bağı olur. Böylece ikisi vapurla karşı yakaya geçerek kimi zaman Kapalıçarşı, kimi zaman bir çay bahçesi veya müzede vakit geçirirler. Umur bu gezintiler esnasında ne zaman çevresini seyre dalsa, teyzesinin yanında olmadığını fark eder. Panikle etrafa bakındığında teyzesinin Erhan'la gizli gizli konuşup bakıştığını, aşkının peşinden koşarken onunla adeta köşe kapmaca oynadığını görür. Gerçi film boyunca Erhan'la Üftade'nin yaşadıkları aşkın hayal ürünü olduğuna dair farklı farklı belirtiler yakalarız (Erhan buluşmalarda hep aynı kıyafeti giymektedir, Umur "Teyzemle [köşe kapmaca] oyunumuzı her yerde sürdürüyorduk. Bugün anlıyorum ki bizden başka kimse oyun oynamıyordu" diyerek, peşlerinde Erhan'ın olmadığını dolaylı olarak ima eder, Üftade'nin abisi Topkapı Sarayı'na bekçi olduktan sonra Erhan Üftade'nin çarpık hayal dünyasında temaya uygun şekilde kaftan ve kavukla belirmeye başlar, vs.), fakat bu durum Umur'un teyzesine olan inancını hiç sarsmaz. İlk seferden sonra kayboluşlarında yanına koşup teyzesinin elini tutmaz, durumu kabullenir. Teyzesinin yaptıklarını mantık çerçevesinde değil, teyzesini çok sevdiği için sadece onun gördüğü perspektifte yorumlamayı tercih eder. Bu ilişkinin belki de en büyülü yönüdür bu: Teyzesini olduğu gibi, yüzdeyüz haklıymışcasına kabullenmesi ve mantıklı veya olmasını beklemeksizin sevmesi. Umur, teyzesi gerçek olmayan bir aşk yaşıyorsa bile ona ayak bağı olmayı istemez. Teyzesi de Erhan'ın başrolü oynadığı gündüz düşlerinden fırsat buldukça Umur'a ilgi gösterir, onu şımartır. Üftade'nin anlaşılmak adına tek umududur Umur, büyüdüğü zaman teyzesinin yaşadıklarını insafla ve şefkatle yorumlayacağını bilir.

Melancholia'da da benzer şekilde yeğen Leo, teyzesi Justine'e büyük sevgi duyar. Teyze Justine de Leo'yu kendi düğün gecesinde götürüp yatağına yatıracak ve ısrarlarına dayanamayıp onun yanında sızacak kadar yeğenine bağlıdır. Hatta yeni evli çiftin düğünün hemen ardından ayrıldığını düşünürsek, düğün gecesi taze gelin Justine'in aynı yatağı paylaştığı tek erkek küçük yiğenidir. Leo, Justine'in olur olmaz hallerine, film boyu nedeni belirtilmeden gelip giden aklına en ufak bir tepki göstermez. Onun için, teyzesinin akıl sağlığı sorgulanabilir bir şey değildir, yetişkin ve teyze olmanın parantezinde tartışılmaz vaziyettedir. İnsanların kimisi annesi gibi düzenli ve çalışkan, kimisi de bazen günlerce yataktan çıkmadan uyuyan ve reçeli parmaklarıyla yiyen türdendir. Dolayısıyla normal-anormal ayrımı yaparak, anormal deneni kenara itmenin Leo'nun gözünde lüzumu yoktur. Normal nedir ki anormal ne olacaktır? Normal davranışlar sergileyen mantıklı-makûl annesi, dünyaya çarpıp üstündeki yaşamı hepten yok edecek bir gezegenden kaçmak için minik golf arabasıyla şehir merkezine gitmeye çabalamaktadır, bu durum normal midir? Yaz günü gökten dolu yağmaya başladığına göre, normal kıstasları tersine dönmeyecek midir? Halbuki tüm bunlar olurken anormal diye kategorize edilen teyze Justine, tüm sakinliği ve depresifliğiyle oturmuş, dünyanın sonunun gelişini izlemektedir. Dışarıdan bakılınca, bu anormal koşullarda en normal o görünmektedir. Haliyle Leo, annesiyle oradan oraya sürüklenmediği anlarda teyzesine sarılıp, henüz yabancısı olduğu bir hüzün halini yaşar; öleceğini bilmenin hüznüdür bu. Teyze Justine'in nafile tesellisine inanmayı tercih eder ve filmin sonunda Melancholia gezegeni gelip dünyaya tam evlerinin karşısından çarpacakken ağaç dallarından sihirli bir çadır yapacağını ve onları kurtaracağını iddia eden teyzesine inanmakla ve dalların altında bağdaş kurup gözlerini kapamakla yetinir.

Teyzem'de Umur da benzer bir normal-anormal çatışmasını gözlemler ve teyzenin hayal alemine adım atar; Üftade ablasının dayanamayıp terk ettiği, duvarda asılı olan üvey babasının askerî üniforma içerisindeki fotoğrafının evi adeta askerî bir baskı ve kontrol altında tuttuğu bir evde, üvey babası dahil eve girip çıkan erkeklerin cinsel tacizi altında, fevkalade anormal koşullarda yaşamaktadır. Üstelik bunlar yetmiyormuş gibi, bir de normalleştirme operasyonuna kurban gider; en yakın arkadaşının eşcinsel olduğu hissettirilen ağabeyi ile alelacele evlendirilir (Gerçi bu evlilik, biraz da onunla evlenmeyen Erhan'a rest için kalkıştığı, rıza gösterdiği bir durumdur). Hamile vaziyette eşini terkedip baba evine dönmek istediğinde, gündüz düşlerini günlüklere yazıp sakladığı merdiven altındaki küçük odasının erzak ambarına dönüştürüldüğünü görür. Birkaç hafta içerisinde anne olduğunda, kendi kızından yiğenine gösterdiği kadar bile şefkati esirger. Üftade, dışarıdan hayatî fonksiyonları sürdürür göründüğü halde, içten içe dul anne ve ev kızı kimliğinin hemen altında yeni bir oda açmıştır kendine, gündüz düşleri burada devam etmektedir. Umur, altı yaşının yazı boyunca bu gündüz düşlerine, Erhan'la Üftade'nin aşkına şahit olan tek insandır ve Üftade'nin ölümünün üstünden yıllar geçtikten sonra bu aşk öyküsünü o bize anlatacaktır. Bu yüzden filmin başında yetişkin Umur "Şimdi size bir öykü anlatmak istiyorum. Artık zamanı. Her şeyi anlatmalıyım. Çünkü bunları benden başka hatırlayan kalmadı. Teyzem. Onun tek başına yaşadığı hayatı, kafamı kurcalayan bin türlü soruyla dolu. Onun öyküsü bu. Benim de öyküm." diye söze başlıyor. Teyzesinin tek başına kurduğu hayaller aleminde yaşadığını, yetişkin Umur artık kavramışsa da, küflenmiş umutlarla dolu, yaşanmamış bir ömrü simgeleyen teyzesini son sahneye dek yüz üstü bırakmıyor. Onun hikayesini, kendi hikayesi gibi benimsiyor. Teyzesinin gördüğü hayalleri ve sanrıları o da görebiliyor. Çünkü teyzesi, Umur'un ilk aşkı. Büyük ihtimalle Leo'nun da ilk aşkı, teyzesi.

Sayın von Trier ve Refiğ'in ellerini sıkar, başımı katman katman ve dolambaçlı bin türlü düşünceyle ağırlaştırdıkları için onları tebrik ederim.

Üftade ve Umur

Justine ve Leo

6 yorum:

R-10 dedi ki...

Harika çok güzel anlatmışsın. Türk filmini zor bela hatırlar gibiyim. Hatırladım.

Melancholia yı izledikten sonra ben de bu film hakkında birşeyler yazayım istedim ama kısmet olmadı sonra uçtu gitti. Lars von trier in metaforlarını bilmecelerini çok seviyorum aslında görmesini bilen ya da tartışmalara aşina olanlar için en önemsiz sandığımız sahnesinde bile birşeylere gönderme yapıyor.

Teyze konusu öyle, izlerken benim de aklıma teyzemle olan ilişkim geldi ve ne kadar özel bir ilişki olduğu ve tabii bunun bana özel bir durum olmadığını da hatırladım. Ne anlatsam, eğer teyzeler bekarsa ve/veya çocuğu yoksa bu her zaman daha da "özel" bir ilişki oluyor. Orda yiğen bir sorumluluğu yerine getirebiliyor...annen gibi ama annenin "otoritesi" "ciddiyeti" her zaman daha uzaklarda, daha arkadaşça bir ilişki..

Elmoş dedi ki...

Benim bu yazıyla ilgili en zorlandığım şey, yiğen dediğimiz şeyi durmadan "yeğen" diye doğru şekilde yazmaya uğraşmamdı.

Melancholia'yı, bilmeceleri ve metaforlarıyla, ben de çok sevdim. Bu adam ne yapsa sevdim zaten, hiç istisnası olmadı. Gece yatağa yattığında gerginlikten insanı uykusuz bırakan The Kingdom'ı, Dogma dönemini, tiyatro sahnesinde düzenlenmiş gibi duran sadecik Dogville'i, favori yönetmenine kök söktürdüğü 5 Engel'i, şimdi de görsel-işitsel tüm imkanları seferber ettiği Antichrist ve Melancholia'yı düşününce, en klişe tabirle söylemem gerekirse, dahi olduğunu düşünüyorum.

R-10 dedi ki...

Yeğen, ov herkesin zorlansa da çatal bıçak kullanmaya özen gösterdiği sofrada kaygısızca(yoksa kaygusuzca mı)elimle yemeye koyulmuşum o zaman :).

O zaman güzel Türkeçimiz fonetikliğiyle ve pragmatizmiyle çok övünmesin. Fonetiklik konusunda yakın zamanda dilmize restart atmış olmanın avantajını kullanıyoruz bence belki iki yüz sene sonra fransızca kadar olmasada belki ingilizce gibi fonetiklikten uzaklaşmış bir dil olacak. Yakında yeğen yazdığımızı yiğen okumaya başlarız :).

Tekrar seyretmenin en anlamlı olduğu flimler sanırım Trier flimleridir. Benim favorim Dogville, Antichrist da çok güzel. Cinsiyetlerin önemsiz olduğunu vurguluyoruz ya da meşrebimize göre işte "cinsiyetçilik" yapıyoruz. Ama bence her iki tavırda çoğu zaman ortak bir cehaletten kaynaklanıyor. Farklarımız konusunda dürüst anlamaya yönelik derinlikli diyaloglara girmiyoruz gibi geliyor. Yazı için tekrar teşekkürler!!

Elmoş dedi ki...

"Farklar" derken neyi kastettiğini tam anlayamadım son paragrafta. Kadın-erkek arasındaki farkları mı kastediyordun? Eğer onu kastediyorsan, Trier'in filmlerinin kadın ve erkek arasındaki farkları anlamaya yönelik derinlikli bir çaba olduğunu mu söylemek istemiştin? Böyle kendi kendime tüme mi varıyorum, emin olamadım. Trier'in şu an aklıma gelen filmlerinin tümünün baş kahramanı kadın; hem iyilik ve saflığı, hem hinlik ve cinliği zaman zaman kadın karakterine yüklüyor. Erkeklerse genellikle güçlü kadınlara omuz veren rolde görünüyorlar. Belki farkında olmadan bir düşüncesini ele veriyordur veya açıkça fikrini görmemizi bekliyordur böyle yaparak Trier. Üzerinde düşünmek gerek.

R-10 dedi ki...

Evet, kadın ve erkekler arasındaki farkları kasttetmiştim.
Tüm flimlerinde kadın ve erkek ilişkisinin dinamiklerine mi yoğunlaşıyor onu pek sanmıyorum, sen daha iyi hatırlıyor gibisin, tekrar izlemem lazım. Ama hatırladığım kadarıyla Antichrist'da kadın ve erkek doğasının farklılığı birarada yaşama istekleri,bu farklı doğalardan kaynaklanan gerilim temel bir konuydu. Dogville'de de yine hatırladığım kadarıyla "baş" dominant rolde kadın vardı ve erkek onun peşinden ona hayran bir şekilde sürükleniyordu ama Dogville'i ben daha çok modernizm,post-modernizm,avrupa tarihi vesaire tartışmaları üzerine olan bir filim olarak hatırlıyorum.

Kadını filimlerinde hayatın,tarihin merkezinde gördüğü muhakkak. Kadın'ı erkeğin perspektifinden masum bulmuyor, ama kadınla hayatın tümünü ve dolayısıyla erkeğide temsil etmeye çalışıyor gibi. Dolayısıyla kadın/hayat uyulması gereken çözülmesi gerken anlaşılmaya muhtaç hem pratik hem de entellektüel bir problem..haha bir dakika bunlar ne kadar benim, ne kadar onun fikirleri oldu bilmiyorum ama böyle "okuyabiliriz". Sembolizmi okumaya çalışmanın böyle bir tuzağı var belirli bir süre sonra herşey herşeyi ile ilişkili hale geliyor. bir ciltlik büyük edebe eserler için binlerce cilt akademik kitap yazılmasının sırrı bu sanırım :)
Anti-christ ı yakın zamanda seyretmiş olsam güzel olurdu. Şehvet-çocuk ilişkisi vardı bir de. Bir erkeğin şehveti bir kadın için kadın çocuk sahibi olduktan sonra ikincil anlamlar ifade ediyor ama erkeğin bu bencilliği hayatın anlamını örseliyor ve bir gereksiz seks yüzünden çocuk öldü. Bir travmamız oldu.

Daha sonra bütün zedelenmişliğine rağmen hayat "bencil" erkeğimiz için düzeltilmesi gereken ve devam etmesi gereken bir düzen ama hayat zor dolayısıyla kadın da zor ve kolay düzelmiyor. Çok uzattım ve gereksiz yere sündürmüşte olabilirim bazı yerleri. Bunlar aklıma geldi :)

R-10 dedi ki...

Melancholia yı tekrar düşündüm. Orda da senin bahsettiğim konu temel bir rol oynuyor. 2 farklı chapterda ana kahramanımız 2 farklı kadın ve 2 farklı kadının farklı çözüm arayışları belkide nevrozlarının ana kaynağı aynı ama erkek her 2 bölümde de kadına "yardımcı" olmaya çalışıyor ama düşünecek olursak her 2 durumda da çaresiz kalıyor "tatmin" edemiyor kadınları, onları huzura erdiremiyor.

2nci bölümde antichrist daki gibi ama bu sefer intihar ederek erkeğin nasıl hayata hayatı yoksayarak "rasyonel" bir şekilde devam ettiğini gördük. Oysa kadın için hayat-"dünya" hayatlarımız ne olursa olsun mümkün olduğu kadar devam ettirilmesi gereken, sorgulamanın çok da gerekli olmadığı durumlar. Yine bu bölümde kadının içgüdülerinin güçlü oluşuna da belki değinmek istemiş, "bilimsel" veriler kadını ikna edemiyor, birşeyler yanlış gidiyor, çocuğu ve kendisi, kendisi dolayısıyla çocuğu tehlikede hayat tehlikede, bu en önemli vazgeçilmez şey.

belki 2 farklı bölüm kadının 1 kadını 2 farklı ruh halini yansıtıyor. Birincisi ne yaparsak yapalım açıkta kalan çok şey olacak ve herşey idealize ettiğimizi gibi süremeyecek ve sonlanacak dolayısıyla çekilmek vazgeçmek gerekiyor. 2nci durumsa içgüdüsel olarak yaşamı yeryüzünde devam ettirebilme gerekliliği ve sorumluluğu.

Filimde şu da güzeldi, hayatın tüm incelikleri, mücadeleler, kişisel hırslar,gelecek kaygıları ve tüm bu durumları çözmek için kurduğumuz önem verdiğimiz kurumlar,değerler,bilim,gelenek,cinsel gerilimler karşılaşacağımız ertelenemez tatsız son karşısında bizi koruyacağına yine de ümit ettiğimiz derme çatma aralarında boşluklar olan sopalardan ibaret bir ev ama herşeye rağmen sığınacağımız inanacağımız güveneceğimiz tek şey de yine bu ev. Bu evin sihirine inanmak durumundayız.

Melankolinin çarpıp çarmayacağını hergün tespit etmeleri tam umutlandıklarında ise sonsuz keder ve hüsrana uğramaları ise insanlığın genel hikayesi. Adında anlaşılacağı üzere kederli bir filim. Çok şey söylenebilir daha iyiki tekrar izlemeye kalkmadım kafanı şişirirdim daha fazla :)