31 Ocak 2013 Perşembe

30 Ocak 2013 Çarşamba

Vah canım Samuel

 

Ah Canımz Ahmedz'e bir faydası olur mu, şansız şöhretsiz geçen 20 yılı geri getirir mi, bilmiyorum ama Samuel Jackson impersonatoru olarak bir impersonatorluk kurabilir sanki, ne dersiniz? 

Onu yapmazsa, 90'larda kazara ünlü olan şarkıcı skecinde kendini oynayabilir. Her on senede bir bu skeç oynanacak belli ki. Bayülgen'de oynar, Beyaz'da oynar, Star TV'nin ucuza kapattığı sevimsiz, tedirgin gülüşlü, Cem Yılmaz bıyık-sakallı, gazete köşesinde okuduğu zavallı fıkraları şakaya çevirip satan, her dönem yenisiyle değiştirilen sunucu oğlanlarının konuğu olup oynar. Sonraki on senede Bayülgen'in kızının talk show'unda yine oynar, Beyaz'ın oğlununkinde oynar, Star TV'nin tükenmeyen stoğundan çıkardığı yeni sevimsizinin şovunda oynar, oynar babam oynar. "Eskiden bir ara ünlü olan adam" rolüyle Ah Canımz Ahmedz çok ünlense sonra mesela, düşünsenize, ne acayip. Nihayet yine ünlü oldu diye sevinsin mi, kısa bir dönem ünlüyken ünsüz düşen gençliğinin hatırlattığı başarısızlığa, bu başarısızlığı tekrar tekrar çok güzel canlandırmasına dertlenip üzülsün mü? Halk kime gülüyor o durumda, ne bilecek? Şimdi bu adam başını alıp nerelere gitsin?  

29 Ocak 2013 Salı

"Tolga'yla tanıştığımızdan beri, önceden gülmediğim kadar çok güldüm."

Böyle çok kuru oldu, baştan alalım: 

 "Candostum Tolga'yla tanıştığımızda beri, daha gözünün parlamasından geleceğini anladığım espirilerine kimseninkilere gülmediğim kadar çok gülerim. Gülmekten başımın dönüp sarhoş gibi yalpaladığım anlar gelir. Nefesim kesilir. HAHAHAhaihihihiyyyyyyyy diye sessizce tıslamaya döner birkaç dakika sonra kahkahalarım ve ikiye bükülür, mümkünse bir yana yatar, öylece ağzım gergin, olduğum yerde titrerim. Fakat Tolga doymaz. Bu kadar gülmem onu daha kışkırtır. Üstümde aynı sözün daha da geliştirilmiş versiyonlarını bir kırbaç gibi şaklatır. Ellerimi kaldırıp susmasını işaret ederim, "Sus, biraz dinlenip tekrar güleyim, yoksa kaynayıp gidecek sözün" anlamına gelir bu, bir ekonomi içerir, ama o dinlemez. Devam eder. Devam ederken de yüzü aynı ciddiyette, kararlılıkladır, hiç gülmez. Aksine, daha agresif, emreden bir tona bürünmüştür. Mahvolmamı istiyordur. Mahvolurum. Öksürene kadar, kıpkızarana kadar bu işkence devam eder. 

En özlediğim, Tolga'nın benim için en vazgeçilmez hareketlerinden biri "yanan adam". Şu an elimde bir kopyası bulunmayan, kim bilir hangi bilgisayarın kasasında yitip gitmiş bir dökümanda kurallarını sıraladığım animasyon kanunumuza göre, "yanan adam" türü hareketler bedenin bir alet gibi kullanılması ile icra edildiğinden aletli animasyon grubuna girer.

Şimdi;

Bambaşka bir şey ararken kendi blogumun Şubat 2009 postları arasında gördüğüm mini-absürd mü absürd-öyküm gözümde yukarıda bahsettiğim tatlı hatıraları canlandırdı. Televizyonlarını sonradan açan izleyicilerimiz, Tolga ve bu yazıyı gözünün önünde isteyen kendim için buraya paste ediveriyorum:

Yanan adamın isyanı:
Karısını, işini ve lösemili çocuğunu kaybeden Varol Tabak, TBMM önünde kendini benzin dökerek yaktı. Bu esnada gözlerindeki kontak lensleri de tutuşan Tabak, "Buradan tüm oftalmolojistleri duyarlı olmaya davet ediyorum." dedi. Bir gözüne yeşil, diğerine mavi lens takıp van kedisi olarak geçimini sağladığı öğrenilen Tabak, "Türkiye İran ol-ma-ya-caaak!" sloganıyla gösterisini tamamlamasının ardından "Davos'ta hakkımızı yediler, 3 puan bizim olacaktı! İnbe hakem!" yazılı pankartıyla Atatürk heykelinin üzerinde gazetecilere poz verdi.
     

28 Ocak 2013 Pazartesi

Sanity is a full-time job / in a world that is always changing

Birkaç, yok aslında bir çok sene önce (sanırım 21 yaşındaydım) bir gece kedim pencereden düşerek öldü. İşin fenası, düştüğü anı gördüm, panjurlara çarpa çarpa inişinin tırtıklı seslerini kulaklarımla duydum. Dakikalar sonra gecelikle, yalın ayak apartmanın girişine inip kedim paramparça omurgasına rağmen sürünerek benden gizlenmeye çalışırken onu yerden aldım ve koşarak sabah 4'te açık bir veterinere götürdüm (yeni açılan bu veteriner kliniği, penceresine 24 saat açık tabelası koymuştu, hafızamda yer etmiş). O geceyle, o acıyla ilgili çok az şey hatırlıyorum, çok az şey aklımda kaldı. Bir fragman gibi kısa, aklımın uygun gördüğü korkunçlukta, üzücülükte birkaç sahne. "Acıdan kıvranıyor, uyutmak gerek" dediler, son iğnesi vurulurken elimi can havliyle ısırdı. Ertesi sabah ağlamaktan birbirine yapışmış gözlerimi zar zor aralayıp hiçbir şey olmamış, hepsi rüyaymış umudu içinde uyandığımda bana önceki geceyi hatırlatan bir sızı hissettim; başparmağım içine kadar geçmiş kedi azı dişlerinden davul gibi şişmişti.

Böyle dramatik bir olaydan üç sene kadar sonra, yine kedim öldü. Bu sefer 9 güne yayılan bir süreçte. Ne olduğunu anlayamadık, anladığımızda çok geçti; içini, tüm organlarını (kavanoza konmuş halleriyle gördüğümden kefilim) sarmıştı kanser. Artık üzülmeye yerim kalmamıştır diye boyun eğdim duruma. İçten içe, pek göstermeden üzüldüm. "Sizin bir şey yapmanıza gerek yok, biz gereğini yapacağız" demelerinden iki gün sonra "Gelip kedinizin ölüsünü alın, küvette bekliyor" diye kalpsiz ve hadsiz bir telefon geldiğinde de, enteresandır, aklımı yitirmedim. Siyah bir naylon poşete konmuş, ölü katılığıyla iki kat ağırlaşmış kedimi aldım. Poşeti kedi çantasına yerleştirdim ve veterinerin ödünç verdiği kazma küreği bir taksinin arkasına atarak gecenin köründe gömecek yer aradım, sonra da ellerimle gömdüm.

İşte, daha önce benzerini yaşamadığım şu iki acı kaybın devreden üzüntülerinin toplamı sonucu (henüz anneannemi kaybetmemiştim) içimde hiç tamir edilmeyecek şekilde bir devre yandı, bir şey kırıldı. Bir daha eskisi gibi bir insan, hatta insan olamayacağımı hissettim. O kadar keskin bir histi ki bu, tamir olamamaktan  korkamadım bile. Korkmaya vakit kalmadığını düşündüm. Her şey benim kararlarımdan bağımsız değişiyordu, bu sefer bir şeyler benim içimi de değiştirecekti, bana söz hakkı tanınmamıştı, "madem öyle peki" dedim, kabullendim. Yarayı kurutmak için, hiçbir şey olmamış gibi başımı öbür yana çevirdim. İnadına uyandım, inadına hazırlandım, saçlarımı taradım, makyaj yaptım, topuklu ayakkabılarla kırıtarak yürüdüm, staj için mahkeme salonlarına gittim, savcıların hesap defterlerine faturalar işledim, kelebek camları kırılmış ve teypleri çalınmış otomobillere dair tutanaklar yazdım, güldüm, kitap okudum, bir şeyler izledim, Türk kahvesi içtim,  ve her şeyden çok  bunları yapmadığım sıralarda ergenliğimde bile dinlemediğim kadar Bad Religion dinledim. Durdurulamaz şekilde dinledim. Sanki ayağımın altından müziği çekseler düşecekmişçesine çaresizce tutunarak dinledim. Vagon vagon tren olmuş, birbirine hızla kanca atıp geçen şarkıları sayesinde biraz olsun yaram kurudu. Tabii izi kaldı mı, kaldı. Sonuçta Bad Religion'ın gücü de bir yere kadar. Fakat baya bir yere kadardı, sağ olsunlar.

Yakınlara gelelim:

Bu Aralık ayının sonunda kuzenime bir email attım. O sıralarda işe giderken yolda Bad Religion dinlemeye başlamıştım (bu sefer işle ilgili sıkıntımı kurutmak için) ve dinlemek yetmedi herhalde, kendime bir de fantazi "meğer biz bu sene Tuğçe'yle Bad Religion konserine gidiyormuşuz" kurmuştum. Gerçekleşeceğine giderek inanmış olsam gerek, sonunda ona da haber vermek istemiştim:

Bu emaili attıktan iki hafta sonra beklenmedik bir anda Bad Religion'ın Boston'a geleceği açıklandı ve konser biletlerimizi satışa çıktığı gibi aldım gitti.


Tuğçe'nin Amerika uçak biletini bu önemli olaya göre ayarladık. Şimdi sadece Mart'ı bekleyeceğiz. Gerisi güzellik. Gerisi hep güzellik. Duman I ve Duman II de yattıkları yerde huzur içinde, mırıl mırıl uyusunlar.

27 Ocak 2013 Pazar

Bus 66(6)


66'da yolculuk eder iken çektiğim bir fotoğraf. Uzakta, ön camın hemen üstündeki panele yapıştırılmış  kağıdın üstünde "Bell broken, yell" yazıyor. İnmek için bastığımız zil sistemi bozulmuş, şoföre bağırarak iletişim kuracağız yani. Bostonlımın gelişmiş toplu taşıma iletişimi ve çözümleri Bostancı minibüsüne işte böyle bir kere daha parmak ısırtıyor.

66 numaralı bir otobüs var paralel sokaktan geçen ve mecburen neredeyse her gün kullandığımız, adeta bir 6'sı eksik yazılmış. Anladık, burada toplu taşımaya öyle New York'taki iş hayatını konu alan, zenginliği ve çok uluslu şirkette yönetici pozisyonunda çalışmayı öven filmlerde olduğu gibi jilet giyimli, pırıl pırıl pabuçlu, zengin iş adamları binmiyor da, normal insanların da bu otobüs ve trenlere tenezzül etmediğini, sadece zihinsel veya maddi bakımdan engelli insanların toplu taşıma araçlarını kullandığını belirtmek gerek. Elbette biz de maddi bakımdan engelli insan grubuna giriyoruz arabamız olmadığından, öğrenciler, Hispanik çocuk-anneler ve evsizlerle beraber.

Sizlere çiş-kaka kokan (sadece koktuğu şanslı bir gündeyseniz tabii, doğrudan öbek öbek koltuk üstleri batırılmış da olabiliyor), boş yerlere bile "Bu işin içinde kesin bir iş vardır" diye oturmaya cesaret edemeyeceğiniz, otursanız yanınızdaki alkoliğin öksürürken yanlışlıkla cama doğru kusacağı ve ellerini tutunduğu demirlere sileceği veya günün menüsündeki eksik akıllının "I'm back in business, I'm getting a shotgun" diye durmadan, nefes almadan bağıracağı bu otobüsü çok uzun uzun anlatmak ve içimde alevlenen nefreti, buraya, Boston'a duyduğum nefreti ete kemiğe ve kusmukla boka büründürmek isterdim. Ama yapmayacağım. Teoride bu iğrençliği, bu sefaleti tasvir edip kendime yazma egzersizi yaratarak edebiyatımı zenginleştirmek istiyorsam da, pratikte elimi kirletmeye değmez. Daha güzelini yapacağım, sık sık kurduğum iki hayali paylaşacağım. Bir tür meditasyon şunları düşünmek. Ne zaman sinirlensem ve dayanamayacak gibi olsam düşünüyorum, derhal huzurlanıyorum:   
Bir iklim felaketi gerçekleşiyor ve Boston'ı büyük, dev bir dalga yutuyor. Her şey sulara gömülüyor. Herkes. Tek bir canlı kazara da olsa bu durumdan kurtulamıyor (bakın, kediyi-köpeği, bir suçu olmayan hayvanları, ve hatta kendimi bile yok etmeyi bu hayal uğruna, Boston'ı yok etmek uğruna göze alıyorum. Bu, insanlığın geriye kalanı açısından fevkalade gerekli bir fedakarlık).
Bir aksilik oluyor ve Boston'da çıkan bir yangın itfaiyenin yetişememesi yüzünden söndürülemiyor. Sonunda şehir tamamen, cayır cayır yanıyor. Bu esnada biz şehrin üstünde, bir uçağın içindeymişiz (bu hayalde kendime iltimas geçiyorum). Uçak boş, bir Avrupa havayolunın uçuşu bu, pilot da oralardan. Yani zehri Avrupa'ya taşımıyoruz farkındaysanız. Ağzına çakılası insan taşımıyoruz kardeşim, uçak sırf bize kalkıyor, tamam mı? Yukarıdan turuncu şehre keyif içinde bakıyoruz, sıcak kakaodan ve manzaradan ve buradan kurtulmaktan dolayı içimiz ısınıyor. 
Oh.

26 Ocak 2013 Cumartesi

Arab Strap ile Belle and Sebastian'ın

arası epey bozuk bence.

Bilgi yanlışı olmasın: Arab Strap grubunun "Arab Strap" tamlamasını 1998 yılında çıkan albümleri The Boy with the Arab Strap'in isminde kullandığı için Belle and Sebastian'a bozulduğunu aşağıdaki iki kapağın tarz benzerliğini sorgularken Wikipedia'dan öğrendim. Bence bu yüzden Arab Strap'in 2003 yılından Monday at the Hug & Pint albümünün kapağı, Belle and Sebastian'ın artık kemikleşmiş kapak tasarım tarzına gönderme yapıyor. Üstelik doğrudan The Boy with the Arab Strap'in fontunu da kullanarak.

Bu olayı da ne biçim çözdük.


Böyle diplere dalıp sizlere prehistorik dönemlerden bahsetmemin sebebi olan şarkıyı da buraya koyacağım. 

25 Ocak 2013 Cuma

The Joy of Painting

Hayatın ittirsem duracak kadar yavaşladığı yaz öğleden sonraları anneannemin oturma odasında televizyonun karşısına uzanıp TRT 2'de Bob Ross'un "Resim Sevinci" programını izlediğim günlere dair hiç unutamadığım şey, Bob Ross'un çalakalem tuvalinin orta yerine yerleştirdiği "öyle dağ mı çizilir yahu, ben yapsam daha güzelini yapardım" dedirten o eğri çizgileri, boya öbeklerini, envai çeşit fırçası ve boya karıştıraçlarının usturaya benzeyen sırtlarıyla birkaç dakikada gölgesi kusursuz, hafif dumanlı, şiddetli rüzgârdan karın pofur pofur uçuştuğu dağlara nasıl da dönüştürdüğü ve hepimizin ağzını torba gibi, Kurbağa Kermit'in cevap veremediği zamanlarda olduğu gibi büzüp bıraktığı... Halbuki bugünün teknolojisinde önüne bir Ipad versen, açılı sırtını, kıvrımlı köşesini kullanacağı bir ekipman olmayacağı için, top top parmak uçlarıyla acaba ne kadarını çizebilecekti? Ipad'in evimize geldiği ilk günlerde ben bu işi her gece yatmadan önceki son beş dakikamı vererek test ettim, sonuçların en azından bir tanesini karşılaştırmalı şekilde koymam farz oldu.

Bahsettiğim hemen aşağıdaki eserde konu, 2010 yılının sonbaharına girerken Nobel ödüllerinin dağıtıldığı yer olmasıyla bilinen Stockholm Belediye Sarayı'nda kıyılan nikâhımızın tasviri (İsveç vatandaşlık numaramızın olması vesilesiyle, İsveç makamının nikah kıyma yetkisinden faydalanmıştık - Çok kirli çıkıyımdır, size de hiç anlatmıyorum, değil mi?). Yine takiben ikimizin resimdeki hallerine görece benzeyen fotoğraflar yerleştiriyor, takdiri izleyicilerime bırakıyorum.


Not: Yatakta Ipad'i yatırmış, yanağım yastıkta, tuhaf bir açıyla çizdiğimden benim yüzüm biraz tombiş olmuş. Neyse ki Serhan'da dikey pozisyona geçmiş idim.

22 Ocak 2013 Salı

Başka türlü söylemek

"Kötülük olunan bir şey midir, yoksa yapılan bir şey mi?" Amerikan Sapığı'nı Fatih Özgüven çevirisinden okuyan herkes arka kapakta bu afilli cümleyi görmüştür. Ne demek istediğini düşünmeye fırsat kalmadan nasıl da aklıma çakılmış. Seneler sonra birden anlamını bulur gibi oldum.

Bana sorsan; kötülük, yapılan bir şey. Mütemadiyen olunan tek şey ise insan. Yaptıklarına göre kimi zaman iyi, kimi zaman kötü diye değerlendilirir çevresi tarafından. Kendisi değerlendiremez, çünkü kimse kendi yaptığının kötülük olduğunu kabul etmez. Etse yapmaz, yaptıysa o hareketin özünde yalnız kendi için bile olsa bir iyi niyet var demektir. Ama biz o iyiliği bilemeyiz. Bilsek bile, sonuçta kendi için istediği iyilikten baskınsa verdiği zarar, yine onu suçlarız. Dolayısıyla iyiliği de aynı şekilde, müsaadenizle, "yapılan bir şey" olarak değerlendireceğim. Yani insanın yaptığı iyiyse iyidir o an için, kötüyse kötü. Mutlak iyi veya kötü olamaz. Hoş, toplumun anladığı haliyle iyi insan olmaya öyle çok prim veren biri değilim. Arkadaş sohbetlerimde de bu tanımın beş para etmediğini gözlemlediğimden kimsenin hakkında "çok iyi insan" dediğini peşinen ciğerime sokamam. Bu bakış açısına göre iyi insan olmak çok kolaydır. Az konuşsan, konuşunca diğerleriyle uyumlu iki çift söz söylesen, biri bir şey istediğinde (sofrada tuzluk veya şekerlik) ilk sen uzatsan, hızlı yürümesen, hızlı düşünmesen, karşındakinin bilmediğin binbir kompleksinden birine yanlışlıkla değip çarpacak bir soru sormasan hemen "iyi" diye nitelendirileceksin. İyi olmanın fazladan bir olumlu yönü yok yani. Herkes, müebbetlik suç işlemiş bir katil bile, kolayca iyi görülebilir bu kıstasa bakılırsa. Kıstas bile değil, kıstassızlık. "Bir şey bulamadık kötüleyecek, bari bunu diyelim" kolaycılığı.

İyilik hakkında konuşmaya başlayınca aklıma ortaokuldan bir kız geliyor. Koridorda yürürken ezkaza birinin koluna hafifçe dokundu mu dönüp on dakika özür dilerdi. Bahsettiğim basit bir çarpma bile değil, abartmıyorum, sadece hafif bir sürtünmeden bahsediyorum. "Yok, bir şeyim yok, canım falan yanmıyor" demene aldırmaz, yine kendi iyilik şovunu tamamlamadan sınıfa dönmez, bir türlü susmazdı. Şimdi, şunu eleştireceğim acımasızca ve eleştirmeyeniniz olursa da aklından şüphe edeceğim: Böylesi ileri derece cicikuşluğun manası nedir? Manası yok. Karşısındakine eziyet ediyor kibarlık budalalığıyla.

Dönelim benim durumuma:

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxBunu dilerken, dilediğim şeyin gerçekleşmesi ihtimalinde bir başkasına kötülük getireceğini biliyorum. Fakat yine de bunu dileme huyuma hakim olamıyorum hakim bey. Yani bakın, xxxxxxxxxxxxxxxxxxxx demiyorum. Fakat xxxxxxxxxxxxxxxxxx üzülürüm de diyemiyorum. Açıkçası üzülememeyi en büyük kötülük olarak görüyorum üstelik, öbürünü bir kötülük olarak bile değerlendirmiyorum.

Şimdi bu hisleri hatalı varoluşuyla içime saldığı için o insan mu kötü, yoksa ben mi? Çevresine göz göre göre zarar verdiği ve xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx için bana kalırsa kötü düşüncenin yükünü benimle paylaşması gerekiyor en azından. En azından diyorum, çünkü sorumluluğun hepten ona ait olduğu bile söylenebilir.

xxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxxx.

21 Ocak 2013 Pazartesi

Evler ve anneanneler

Şöyle bir şeye inanıyorum, bilimsel gerçeğe dayandığına dair makale okuduğumdan değil de, kendi kendime: İnsanın rüyasında gördüğü ev, bilinçaltında hala ait olduğu, üzerindeki etkisini atlatamadığı evdir. Ne zaman ki aklın, bilinçaltın ilerlemeye, zamanın geçtiğini kabul etmeye kalkar, o zaman rüyalarındaki ev değişir, biraz daha güncellenir.

Senelerce, rüyalarım hep anneannemin evinde geçti. Gökdelen Apartmanı 11 numarada yani. Açelya 44'ün fonu teşkil ettiği bir rüyayı belki toplasan bir elin parmağını geçmeyecek sayıda anca görmüşümdür. En huzursuz şekillerde o da. Demek 18-19 sene geçmiş olsa da benim içim aslında ısınmamış Açelya 44'e. Nedense gözümde hep bir uğrak yeridir, girilir, çıkılır, ama asla gerçek ev gibi hissettirmez. Belki içinde annemle iki arkadaş gibi yaşadığımızdan, bana bekar evini, yurt odasını filan hatırlatır. Gerçek ve eksiksiz bir aile birliğinin katılığı yoktur, kuralları esnektir, eğlencelidir. Belki sebep bu.

Sonra İsveç'e taşındım. Rüyalarım yine anneannemin evinde geçti. Yine panjuru kırık balkona çıktım, öğlen sıcağında kavrulmuş zeminine basınca ayak tabanlarım yandı bir anlık. Holdeki çizgili halısını takip ederek arka odaya yürüdüm. Oturma odasında bir tarafı hafifçe çökmüş, kumaşı buruşmuş koltuğa iliştim. Anneannemin yenileriyle değiştirmek istediği tül perdeler yine kabarıyordu evin içindeki hava akımdan. Salonun kapısı çarptı çarpacak gibi gıcırdıyordu. Pencereye burnumu dayayıp dışarıya, ağaç ve bina ormanına baktım. Mutfaktan gelen fokurdama, kaşıkla karıştırma, dolap açıp kapatma seslerini dinledim. Daha neler neler. Sonuç olarak, İsveç'teki evlerim (üç ev değiştirdim, malum), rüyama girme başarısını gösteremedi.

Son iki senedir Boston'dayız. Rüyalar yine Feneryolu'nda, anneannemin evinde geçiyor. Fakat özellikle şu son aylarda rüyaların merkezi evin salonu. Ve salon bomboş. Anneannemin ölümünü kabul etmeye başladığımı oradan anlıyorum. Salon boşaltılmış, hiç eşya, duvarda çerçeve yok. Veya bir-iki parça, kızlarından biri gelip alsın diye köşede duruyor. Bir dolap, bir şifonyer. Hüzünle o eşyaya yanaşıyorum. Üstünde unutulmuş fotoğraflarına bakıyorum. Kırık bir çerçevedeki vesikalığını elime alıyorum. Kimsenin bu fotoğrafı almaya tenezzül etmemesine, ondan geriye kalanları gerçek anlamıyla umursamamasına öfkeleniyorum. Derken hiç beklemediğim şekilde anneannem beliriyor soldan. Terliklerini sürükleye sürükleye, yorgun yürüyüşünü duymadığıma şaşıyorum. "Anneanne, anneannecim, sen ölmüştün ama" diyorum sadece rüyalara yakışacak o en saçma şekilde, vesikalığı ona gösteriyorum. Anneannem kolunu uzatıp sarılıyor, "Çok teşekkür ederim" diyor. Teşekkürü sanki onun kıymetini bildiğim içinmiş. Anneannem benim onu herkesten daha çok, herkesten daha başka sevdiğimi anlamış ve onun için teşekkür ediyormuş. Duygulanıp ağlamaya başlıyorum. Uyanıyorum.

Gündüzleri kendini perişan edecek kadar üzülmeye son veriyorsun da, rüyalar gece olunca bu görevi devralıyor herhalde.

15 Ocak 2013 Salı

Memurlar.net


Hukuk fakültesini bitirmemize yakın, arkadaşım Mehmet’le kafa kafaya verip, Bahariye Caddesi’nin ara sokaklarındaki bina cephelerine serpilmiş paslı avukat bürosu tabelalarına bakarak ve epeyce dramatize ederek mezun olduktan sonraki iş hayatımızın hayalini kurmaya başlamıştık. Adım atanın içini kokusuyla kaldıracak, filtresiz, ucuz sigaraların dumanı sayesinde erimeyen sise boğulmuş bir hanın odacığında,  beyazlamış uzun bıyıkları nikotinden sararmış, adliyeye giderken elinde salladığı bond çantasının kapağı yerinden kopup ayrılmaya yüz tutmuş, eşten dosttan gelen üç-beş icra davasının takibinden başka şey yapmayan, avukat kelimesinin vaktiyle ifade ettiği saygının hakkını veremeyenlerden olup, ölene dek sefaletle savaşacaktık. Detaylandıkça insanın hem içini acıtan, hem garibanlığına güldüren bu hayal, sonradan basbaya fobimiz oldu. O kadar ki; ben yurtdışına yüksek lisans yapacağım diye bir daha geri dönmemek üzere kaçtım, Mehmet akademik kariyer edinmek için avukatlığı bir kenara bıraktı.

Baron von Plastik’in fotoğrafa koyduğu “memurlar” ismine bakarken, fotoğrafın çekildiği sıralarda memurluğun saygın bir mevki olduğunu tekrar hatırladım. Sonra en kötü televizyon şovlarının yayınlandığı yerel kanallara benzer bir estetik anlayışıyla hizmet veren Memurlar.net websitesine ve şimdiki memur profiline aklım gitti. Derken yönetici kademesinde sayılmayan cins çoğu düşük seviye memurluğun artık nasıl da bir paçozluk, nasıl bir yokluk, nasıl bir muhtaçlık çağrıştırdığını; bu insanların çeşitli sınavlar, kuralar ve çekilişlere, değişip duran uçucu haklara bağlı şekilde görevlerini yapmaya çabaladıklarını düşündüm. Mehmet’le sararmış bıyıklı gelecek öngörümüz, belki de şimdinin memurlarında can bulmuştu.

Kalemimi koyverdiğim bu uzun girizgâhın ardından fotoğrafta neyi işaret etmek istediğime geleyim:
Tatlı bir bahar günü öğleden sonrasında  (gölgelerin düşüşü beni güneşin biraz olsun eğildiğine ikna ediyor) az önce yenmiş yemeğin üstüne içilen Türk kahvesinin ve keyif sigarasının yanında kimisi sayfalarını paylaştığı gazetesini okuyor, kimisi kılığından asker olduğu belli olan arkadaşına yanaşmış, fotoğrafçı için poz kesiyor. Herkesin sandalyesi objektife dönük, garson bile olduğu yerde dikilerek hazrolda durmuş. Dirsekten büküp sol omzuna yasladığı tepsisinin hemen arkasında kalan, bir kayanın üstüne çökmüş ufku seyreden adamı bileğinde taşıyor sanki. Yalnız hepsinden önemlisi, fotoğrafın kadrajına aslında çağırılmamış, sol arkada oturan esmer yüzlü, yoksul görünüşlü adam. Bu adamın rütbe vermeyen cinste kep takılan mesleklerden birine mensup olup, bekçi veya kapı görevlisi olarak çalıştığını tahmin ediyorum. Uzaktan, memurlar grubunun çektirdiği fotoğrafa başka açıdan bakıyor; mühim adamların dimdik oturuşlarını, ilikli yakalarını, kendisinin tersine mevsimle uyumlu giyimlerini yaban gözlerle süzüyor. 


* Yan projemiz Anlatsam Fotoroman Olur için yazdığım bu son yazıyı, kişisel tarihime dair referanslarının ağır basması sebebiyle buraya da koymak istedim ve Baron von Plastik'ten müsaadeyi aldım. Bu arada güzel bir hatırlatma da olsun; AFO'ya henüz bakmayanınızı bekleriz. Şimdilik yönetim kurulu üyeleri dahil toplam 16 nüfuslu, mütevazi bir işletmeyiz. Fakat gazete köşelerinde, edebiyat bloglarında, Twitter ve Facebook'ta reklam edildiğimiz günlerde ziyaretçilerimiz birkaç yüzü buluyor. Temiz, sevimli, hem halk tipi detaylarını saklamayan ve fakat modern gibi de bir pansiyonuz. Sabah köy tavuğundan yumurtamız, ineğimizden sütümüz, arımızdan balımız ikram. Odalarımız denize yürüme mesafesinde. Akşamüstü köyden çağırdığımız eli kınalı hanımlardan birinin hazırladığı gözlemelerimiz ve çay ile yorgunluğu, harareti atarsınız. Akşam yemeğinde de taze balık. Gazete kampanyalarından toplama birkaç farklı Arcoroc tabak seti ile karmakarışık, çeşitli çiçek desenli tabaklarımız, biri geniş, diğeri uzun, sonra bir de bodur su bardaklarımıza koyduğumuz rakınız, kısacası şimdi Avrupalıların benzetmeye çalıştığı tür bir düzensiz düzen hali bizdeki.   

14 Ocak 2013 Pazartesi

Abbas Güçlü ile 2012'ye genç bakış

2012 yılında çektiğim fotoğrafları aylarına göre sıraya koyunca nerelerde, ne yaptığımı ufak ufak hatırladım, çok hoşuma gitti. Her aya bir fotoğraf sınırlaması getirerek aşağıya yerleştiriyorum, isteyen tabağına alsın.


Aslında Aralık ayında çalışmaya başladım, fakat iş yerine fotoğraf makinası götürmek anca Ocak ayında aklıma geldi. Bu fotoğrafı yolda, otobüse binmeden hemen önce çektim. Ortadaki tabelasındaki "Airport Bus" yazısını ne zaman görsem bizim karikatür dergilerindeki fonta benzettiğimden gülümsüyorum. Benim için çevresindeki tüm griliği renklendiren, güzel bir detay.


Şubat ayında nihayet Institute of Contemporary Art'a yolumuz düştü. Aslında yolumuzun düşme sebebi Stephen Malkmus'un zevcesi Jessica Jackson Hutchins'in işlerini de görebilmekti, gördük. Bu arada binanın mimarisini İskandinav tarzına benzetip çok beğendiğimizden, akşama kadar çeşitli odacıklarında vakit geçirdik.


Serhan'ın bir bilim ödülüne layık görüldüğü haberi üzerine, ödülü gidip Stockholm'den almak için Mart ayında Washington'daki İsveç Büyükelçiliği'ni, ayrıca Senem ve Erhan'ı ziyaret ettik. Senem o sırada National Building Museum'da çalışıyordu, onun sayesinde aslında çıkmanın yasak olduğu bu kata çıktık.


Nisan ayında Zeynep ve Alper bizi ziyarete geldiler. Bu maceralı süreçte türlü manzaralı, uzun yürüyüşlü, heykelli, önemli binalı, öpüşmeli, koklaşmalı, gülüşmeli anlar yaşandı. Ziyaretin sonunda Alper Boston'a aşık oldu ve gelecek planlarını buraya yerleşmek üzerine kurmaya başladı.


Mayıs'ta baharın gelişini Stockholm'de kutladık adeta. Gözde'nin evinde misafir olarak kaldığımız on gün boyunca neleri özlediğimizin pek farkına varmadık. Yeterince tadını çıkarmamış olmanın acısı sonradan koydu.

Haziran'da ofiste sonradan bana bir tür kanser getireceğinden şüphem olmayan türde feci bir stresle boğuşuyordum. Bu güreşi kaybedince herhangi bir şeye karşı heves duymamaya başladım. İşte bu yüzden Haziran ayım fotoğrafsız geçti.


4 Temmuz'u kutlamak, daha doğrusu havai fişekleri seyretmek için epey manzaralı bir yer bulmamız bir saat sürdü. Fakat fişekler atılmaya başladıktan birkaç dakika sonra meteorolojinin de ön gördüğü korkunç bir sağanak yağmur başlayınca şovun gerisini neredeyse yüzerek vardığımız istasyonun camından izledik.


Ağustos ayında patronun hibe ettiği beyzbol maçı biletlerinden birine talip olmam sonucu Boston Red Sox'ı izlemeye gittik gittik. 45 dakika kadar ne olduğunu anlamaya çalıştık, sonrasını Serhan çözer gibi oldu, zaten 90. dakikada terkettik. Sonuna kadar bekledik sanılmasın; maç toplam 2.5 saat kadar sürmüş.


Mağazalarda bikini-mayo bile kalmayan Eylül'de senelik iznimizden kalan kırıntıları birleştirip yaz tatili için Miami Beach'e gittik. Plajda olmadığımız sıralarda dolanırken böyle şeker pembe, bebek mavisi, incikli boncuklu binalar gördüm ve bol bol fotoğraf çektim.


Ekim'de yaprakların sonbahar renklerine doğru kavrulmasını parkta izledik.


Kasım'da bir tarifin peşine düşüp ayı şeklinde kurabiyeler yaptım. Üstelik Popi bizim ayılarla uzaktan tanıdık çıktı ve hemen hoşbeş etmeye başladı. Ayıların aynı yakınlıkta davrandığını ise pek söyleyemeyeceğim.


2012'nin son günlerinde de senenin son fotoğraflarına konu olacak şekilde ilk gerçek ve kocaman çam ağacımızı süsledik ve üstümüzden geçip giden yıla son kez el salladık.

13 Ocak 2013 Pazar

Beni en şaşırtan

şeylerden biri, olabilecek en Amerikan, en gökdelen gölgelerinin ayazında yürümelere yaraşır şarkıların bana hep Avrupa'yı, o korunaklı, düzenli, karla ve sokak lambalarıyla aydınlanan az yürünmüş sokakları, sıcak renklerde perdelere vuran ışıktan herkesin evinde oturduğunu görebildiğindeki huzuru ve orada yarının bugünden çok farklı olmayacağını bildiğin için önündeki zorlamasız, koşturmasız, sonsuz ihtimalin verdiği ferahlığını hatırlatıyor.

Önce koca bir kıtanın büyük bölümüne, sonra yüksek binalara ve geniş müstakil evlere, en son olarak da oda büyüklüğünde koltuklara yayılmış istilacı bir ülkenin müzisyenlerinin, kompakt ve bambaşka yaşayan bir kıtayı bu kadar güzel ifade edebilmesine inanın ben de hayret ediyorum.

Got to be Real by Cheryl Lynn on Grooveshark
I Know You, I Live You by Chaka Khan on Grooveshark
At Last I Am Free by Chic on Grooveshark
Best Of My Love by The Emotions on Grooveshark
Street Player by Rufus & Chaka Khan on Grooveshark

11 Ocak 2013 Cuma

Skeçî

Son günlerde hiç bıkmadan tekrar tekrar izleyip, ağzımı yırta yırta güldüğüm şahane iki skeci burada sizlerle paylaşıyorum.

Demek yeri gelince Elmoşdiyorki ekibi olarak halka hizmet götürüyormuşuz.



Bu arada Birleşik Krallık'a göz kırptığımız da izleyicilerimizin dikkatinden kaçmasın.

10 Ocak 2013 Perşembe

Elmoşdiyorki'den dev hizmet (filan beklemeyin)

Hoşgeldin 2013. Ama gelir gelmez bademciklerimi beyaza boyayıp beni ateşlere, beni yataklara düşürdün 2013. Aslında sana anlayış gösterecektim; sonuçta en büyük takıntıma göre rakamlarını toplayınca üçe bölünebiliyorsun, bu bir. Doğumgünüm ilk defa sayende Perşembe'ye geldi, Din Kültür ve Ahlâk dersi sınavı yapılan gri Salılara denk gelmedi, bu iki. Zaten senden ufak tefek detaylar hariç bir beklentim yoktu, dertsiz örtüydüm, her şeye razıydım, bu da üç. Çünkü 20'lerime döşenmiş bunca yol ayrımının ardından zamanın, ayların, senelerin geçmesi hiçbir şey ifade etmiyor. Arayışımın konusu başka yerler, insanlar, mevkiler değil, kendi içimde bilmediğim cevherler olduğu için o koşturma bitti gitti. Bu saatten sonra beklentilerimin acelesizliği anca Hanımeller'in en başarısız bisküvi seti olan "asortik" kelimesiyle adlandırılabilir. Sözün özü; demek biraz da kısık ateşte demleneceğiz. Hay hay!

Not: Bisküvinin adı meğer "asorti" imiş. Yazının menfaati için değiştirmeden bırakıyorum. Kusura bamya.