13 Ekim 2011 Perşembe

Ugly is the new cool ve sen bunun farkındasın

Bundan yaklaşık on sene önce bir akşamüstü, Hülya Avşar'ın yerli Madonna olduğuna aniden kanaat getirmiş ve o an telefonda konuşmakta olduğum arkadaşıma bu düşüncemi aynen iletmiştim. Açıktır ki tespitimin sebebi, Havşar'ın Madonna'yı andıran bir müzikal yetenekle popta devrim yaratması veya cinsel fantazilerini ve tercihlerini şarkılarında dile getirecek kadar açık sözlü, gözü kara oluşu falan değildi. Daha ziyade ikisinin de burunlarından tüten "HIRS!HIRS!" ünlemlerini görebiliyor; bu HIRS!ın asidiyle önce çevrelerindekileri, sonra da kendilerini eriteceklerini tahmin ediyordum. İkisi de 2000'lerde bitecek bir oyunun son perdesinde, arsızlıklarıyla parlatmaya çalıştıkları ve sonsuz inandıkları dehâlarını, belli ki — kazara, kendilerini yok etmekte kullanacaklardı, hiç şüphem yoktu. Bugün, kendi hayatımla ilgili bile bu kadar keskin doğrulukta tespitler yapamadığıma hayıflanarak ve biraz da şaşırarak durumu izliyorum. Beklediğimden daha da görkemli bir çöküş oldu doğrusu, ikisini de hemen yazının başında gönülden tebrik ediyorum.

Yerli Madonna tezimi geliştirmeye başladığım sıralarda, Havşar magazin programlarının formülünü çözeli birkaç sene oluyordu. Sebepsiz yere onu haber yapacak "En güzel benim!" parodisine iyiden iyiye ısınmıştı. Kendi hayatından da öğeler taşıyan yaban bakışlı taşralı güzel rolünün hakkını vermek üzere ve takdim edildiği gibi ondan geri alınmış güzellik kraliçesi tacının öcüyle başladığı sinema oyunculuğunu rafa kaldırmış, bir süredir bet sesiyle albümler, albümler yapıyordu. Bu albümleri kimse almıyordu diye tahmin ediyorum; daha ziyade ekranda denk geldikçe bakılması/tanık olunması gereken bir vak'a idi Havşar. Sevimli-sevimsiz arasında gidip gelen bir arsızlık ve ısrarcılıkla, varlığına başkalarını şahit tutmak istiyordu. "Madem filmlerime baktınız, elimi külodumun içine sokup mastürbasyon yaparken bile izlediniz, o halde bunları da görmek isteyeceksiniz" der gibi bir hali vardı. Nitekim, Avrupa standartlarında güzel kadının pek görülmediği bir ülkede, Abdurrahman Çelebilere sorgusuz sualsiz vurgunuz diye, biz de sözünden çıkmadık. Aynı filmlerinde canlandırdığı yoksul ve okumamış, (dolayısıyla bir türlü Ülkü Öğretmen olamamış) cahil kızlar misali bir süre kendi gibi sonradan parayı bulmuş gariban futbolcu oğlanlarla "gezdi", sosyetik bir kısmet bulduğunda da aşk gemisini derhal oracıkta demirledi. Medeni haline eklediği bu soylu soyad sayesinde uluslararası yüksek statü sembolü tenis sporuna başlayışının (daha golf bu kadar bilinen bir statü sembolüne dönüşmemişti — en azından Türkiye'de) travmasını henüz atlatmıştık zaten, müzik merakını da hoş gördük. Sosyeteye girmiş ünlü ve zengin bir oyuncuydu artık Havşar; ama belli ki içten içe hor görüldüğünü bilmenin küskünlüğüyle, dahası, taşralı görülmenin sıkıntısıyla kendini daha başka dallarda, kimbilir olimpiyatlarda da kanıtlaması icap ediyordu. Bu yüzden hiç durmuyor; ismi "ekstra" olarak Avrupaileştirilmiş bayi toplantılarında şarkı söylüyor, Anadolu Hisarlarında konserler veriyor, açık artırmalara katılıyor, tişört tasarlıyor, dergi çıkarıyor ve haftada en az iki gün magazin programlarında kortta koşarken eteğinin altından görünen külot görüntüsüyle konuk oluyordu. Tenis demişken; Havşar, halkın büyük kesimi için varlıklı ve soylu bir yaşamı çağrıştıran bu spor dalında, kalıcı bir iz bırakmak için adını taşıyan bir tenis turnuvası (Hülya Cup) düzenlemeye de henüz başlamıştı. (Halbuki birkaç sene öncesine kadar nisbeten şuurlu davranıp, beste istediği Kayahan'ın ona yazdığı "Hülyam" parçasını "insan kendi kendine, kendi adıyla şarkı söyler mi? Ben o şarkıyı ne yapayım? "Hülyaam" diye şarkı mı söyleyeceğim?" diye olaylı şekilde reddetmişti. [Bu olay Kayahan'ın içinde ukde olduğundan mı, bilinmez, sokak ve caddelerine şarkı adlarını verdiği bir sitede, Geceler Caddesi ve Mavilim Caddesi'nin kesişiminde bulunan Hülyam Çıkmazı'nda oturuyormuş kendisi.]  Fakat artık ok yaydan çıkmıştı belli ki; bana kalsa Havşar, Hülya Cup'ta Hülya dergisi okurken, bir yandan "Hülyam" diye bir parçayı pekala okuyabilirdi.)

Kanımca, Havşar'ın asıl gözden düşüşünün iki sebebi vardır: Birincisi; hiçbir baltaya sap olamama konusunda doktorasını yüksek onur derecesiyle tamamlayan kardeşi Helin Avşar'ın bu sefer de modacılığı denemeyi istemesi sonucunda, ona destek çıkmak için modacısı Canan Yaka'yı bırakması ve böylece bu dolgun hatları avantajına kullanmayı bilen bu alaturka modacıyı hiçbir zaman dikkate almadığı kaplumbağa rakibesi Gülben Ergen'e kaptırmış olması. (Bir buçukuncu sebep olarak, Gülben Ergen'in hep ikinci gelmekten yorgun düşüp, vitesi artırması ve kendine modadan ve imaj yaratmaktan az çok/kör topal anlayan bir orduyla Havşar'a makas atıp önüne geçmesini söyleyebiliriz.) İkinci sebep; Türkiye'de eşi benzeri olmayan bir kayıtsızlıkla ("Misafir bulduğunu yer, yiyeceksiniz, n'apalım" stili) önümüze getirdiği şarkıların çok daha kötülerinin bile çok daha fazla satacağı bir müzik piyasasının, onun yokluğu esnasında Türkiye'de filizlenmeye başlaması. Havşar Kayahan'dan beste almaya çalışadursun, bir zamanlar hor görülen anonim isimlerin pop tabanlı arabesk besteleri kapış kapış gidiyordu ve Hülya Avşar'ın başı bu durumları gözlemleyemeyecek kadar kalabalıktı; bir yandan babasının kopyası olduğu için basın tarafından "Dağ, fare doğurdu" şeklinde lanse edilen küçük kızının fiziksel özelliklerini savunmak için saldırganlaşıyor, öte yandan eli dursa ayağı durmayan ve dikişi nasıl tutturacağını (her iki anlamda da) bilememiş kızkardeşi Helin'i iflah etmeye çalışıyor, bu arada basına fire vermemek için annesi ve babasına kesin konuşma yasağı koyuyor ve nihayet yepyeni aşk maceralarına yelken açan kocası Kaya'nın çapkınlıklarına karşı başını öbür yöne çevirerek, sosyete ile yapmış olduğu asıl evliliği sürdürmeye çalışıyordu. Eh, böylesine üstün çabaya, multitaskingin böylesine yürek dayanmaz. Araya üç talk show, beş ekstra, yedi tanıtım, onbeş kort ziyareti de yerleştirince, bir yılda on yıl yaşamış kadar olur insan diye tahmin ediyorum.

Taşranın sosyeteyle evliliği, Kaya'nın ünlü bir barda dansçı olarak çalışan bir kıza tecavüz ettiği iddiası gündeme geldiğinde, Kaya "Tecavüz yok, rızasıyla beraber olduk" dediğinde ve dava, delil yetersizliği sebebiyle verilen takipsizlik kararıyla sona erdiğinde sarsılmamıştı. Sarsılması için, Kaya'nın bilerek ve isteyerek yapacağı son bir hamle bekleniyordu herhalde. Nihayet bir gece magazin gazetecilerinin Ferrari'siyle ilgili sorduğu (muhtemelen tuzak) bir soruya, Kaya'nın sarhoş saflığı sonucu düşmesi üzerine, Havşar'la eş zamanlı şekilde, Feraye'yi öğrenmiş olduk. Görüntüyü hızla ileri sararsak; boşandılar, Kaya Feraye'yle evlendi ve elini ayağını gece hayatından çekti. Şıp diye. Ölür müsün, öldürür müsün? On yıla yakın kocan uslansın diye bekliyorsun, aniden bir kadın gelip senin çözemediğin problemi hapşırır gibi kolayca ve neredeyse içgüdüsel şekilde çözüveriyor. "En güzelim!" diye ünlemene, en ağır cevap. KayaÇ'nin verdiği cevap hem "Hadi ordan be! Sen de güzelsen . . ." şeklinde okunabilir, hem de "Senin güzel sayıldığın bir âleme, ben bıyık burmam, tenezzül dahi etmem". Gidip Hülya Avşar'ın güzel denen tüm fiziksel özelliklerinin tam tersine sahip bir kadına aşık olup, uslanmak. Tutum bakımından da en zıt yönü, Feraye'nin kendine güveni. Sınıf atladığını çevresindekilere tüm örtülü ve açık sinyallerle benimsetmeye çalışan Havşar'daki güvensizliğin aksine. Veya, kimbilir, bambaşka bir sebepten. Bu yazının konusu Havşar, KayaÇ'ın seçimleri değil. O yüzden, "Ah şu erkekler!" başlıklı bir yazıda ele alınmak üzere, şimdilik Kaya konusunu bir kenara bırakıyorum.

Olduğunu sandığın hiçbir şey olmadığını farkediyorsun, işin o kısmına gelelim. Havşar, boşandıktan ve eski kocasını ömür boyu benzemediği için övündüğü kadınlardan birine teslim ettikten sonra bir sabah uyanıyor ki tren kaçmış. Dört mevsim bronz — ya da kavruk mu demeli?— yüzünü çiller basmış, ıslatıp arkaya yapıştırarak doğal haline bıraktığı saçları bakımsızlıktan samanlaşmış, bir Türk ünlüsü olarak ismi unutulmuş. Vaktiyle varlığını eğlence malzemesi olarak gördüğü Gülben Ergen, fotoğrafçı-modacı-beste fabrikatörü bazı kilit isimlerin tornasında oya gibi işlenmiş, albümler yapmış, diziler çekmiş, arada bir seks kasedi skandalını bile şıp diye halledivermiş. Havşar oyunculuk kariyerine dönse, artık oyunculuk yapsa başroldeki aktrisin annesi, en iyi ihtimalle ablası rolünü oynayacak yaşa gelmiş. Hem yan roller onun tarzı değil, olacaksa başrol olacak. Dergicilik desen; aynı Oprah'nınki gibi her hafta kapağında ayrı bir poz verdiği ve artık kendini kapaktan sergileyebileceği tek dergi olan Hülya, yayın hayatına veda etmiş. Herhalde bir tek Hülya Cup dimdik ayakta duruyor. Gerçi kısa süre içerisinde onun da silineceğini tahmin ediyorum, çünkü evliliğinin bitmesiyle Havşar'ın köklü aileye mensup olma hayali de sona erdi. Eh, Hülya Cup'ın tribününü kendi gibi sonradan sosyetikleşmiş, fakat herhangi bir marifeti olmayan fabrikatör karıları doldurmayacaksa, kim dolduracak? Spor dünyasından kim Hülya Cup'ı ciddiye alıp o tribüne oturmaya, hangi gazeteci fotoğraflamaya ve spor sayfasında o fotoğrafları yayınlamaya tenezzül edecek?

Şimdi, yazının sonlarına yaklaştıkça biraz da yerli Madonna dememin sebeplerini açıklamakta yarar var. Madonna'nın tüm bu düşündüklerimi dün itibariyle aklıma üşüştüren bir fotoğrafını göstereceğim önce:


Dün bu fotoğrafları görür görmez, yazının başlığını oluşturan cümle içimden geçti. Madonna senelerdir eski şarkılardan aldığı samplelarla kotardığı ve sadık dinleyicilerine adının hatrına sattığı albümlerle müzik kariyerini geçiştiriyor. Günde 25 saat yoga yaptığı, vücudunun şimdiden Body Worlds sergisine konacak denli dışarıdan gözle görülecek kadar kaslandığı söylenir. Bu yüzden bir süredir mayosu ve külotlu çorabı olmadan sahneye adamakıllı çıkmışlığı yok. Bir ödül töreninde Britney Spears'ı dudağından öperek Dümbüllü'nün kavuğunu devrettiği 2003 yılından beri Britney'in de şaşaası kalmadı. (Benzer şekilde, bana kalırsa çocuksu bir tutturmayla, yeteneğinden [ve elbette Avrupalı entellektüelliğinden] biraz olsun nemalanmak uğruna evlendiği Guy Ritchie de bir daha doğru düzgün film çekemedi. "Madonna laneti" diye bir şey var galiba, tuttuğunu kurutuyor. [Madonna'nın Guy Ritchie'yle evlenip İngiltere'ye taşınarak apar topar İngiliz aksanlı albüm çıkarmasında, Havşar'ın kendine soyluluk katmak uğruna sosyeteden biriyle evlenişi arasında paralellik gören bir ben miyim?]) Madonna'nın bu yüzden kendiyle ne yapacağını bilmez vaziyetteki Britney'dense, bir anda şimşek gibi çakan Lady Gaga'yı uzaktan uzağa, hasetle seyrettiğine eminim. Andy Warhol'un meşhur Campbell Soup Cans tablolarındakini andıran bir mesajla, Lady Gaga'nın popüler kültürde, sinemadan ve müzikte öncü bir rol oynayan kadınların aklımıza kazınmış herhangi imajlarından nemalanıp, dalga geçer gibi bir hafta içinde bunları tüketmesi ve Madonna'nın içine girene kadar kiliseden tonla azar işittiği gay/biseksüel/transseksüel komünitesine parmağını şıklattığı gibi girmesi yüzünden, Lady Gaga'yı eline geçirse bir kaşık suda boğar Madonna. Ama bu ondan çalmayacağı anlamına gelmez. Yukarıdaki fotoğraflara bakınca, Madonna'nın Lady Gaga'yı, onun o ne yapsa örtemeyeceği ve barışını yaptığı çirkinliğini taklit etmeye çalıştığını gördüm. Lady Gaga güzel bir kadın değil, ama saygı görmesinin sebebi de güzelliği değil zaten. İşte, Madonna da onun bu taktiğini (belki de şimdiye kadar Lady Gaga'nın kopyaladığı birkaç tarihi Madonna imajının karşılığı olarak) çalıvermekte sakınca görmüyor. Ugly is the new cool, ve sen bunun farkındasın Madonna! Feraye'nle yüzleştin ve Feraye'ye dönüşmekte kararlısın!

Okuduğumuzu anladık mı? Cevap verelim: İyi hırs diye bir şey yoktur. İyi olunca, onun adı hırs olmaz. Hırs, yapı itibariyle, kişinin kendini başkasıyla kıyaslayarak, varolmayan düşmanlar yaratarak gaza basmasıdır. Kendine başka insanları model alıp, onlardan minik varış noktaları yaratan insandan hiçbir şey olmaz. Çünkü o koşturma esnasında bir de bakar ki, minik varış noktaları ileri, geri, sağa, sola gitmişler, halbuki o farkına bile varmamış. Bunca gün geçmiş ve kendini yaşayamamış. Ondan sonra da saldırganlaşır, yeni varış noktanı bulabilmek için aranır durur. Kendini birine yetişmek için at gibi koşturur, en sonunda olduğu yere deve gibi çöküp, son nefesini verir. Hiçkimse olarak.

6 Ekim 2011 Perşembe

Yazmayı seven biri için, en az yazma eyleminin kendisi kadar, yazdığının okunması da önem taşır. Yazmaya onu motive eder. Kimse, yüzdeyüz kendi zevki için yazmaz. Eğer yalnız kendi zevki için, muhatapsız yazıyorsa, yaptığının edebiyata girdiği söylenemez bile, kim bilir. Niyeti temizdir, kendini ifade sevgisi büyüktür; ama anlaşılma amacı gütmediği için belki de, yazdıkları kendine bir şey ifade ettiği oranda güdüktür.

Sayın Baron von Plastik, bir süre önce bana bu konuda güzel bir makale göndermişti. Keşke okuduktan sonra derhal aklımı başıma toplayıp, bu hislerimi vakitlice yazsaydım. Gel gelelim şimdi yazmam stratejik bir önem de taşıyor. Şu soruya cevap vermeye çalışıyorum: Neden bir şey yazmak içimden gelmiyor? Blogumu gönülden takip ettiğine inandığım ve bu yüzden her biriyle teker teker tanışıp, yanaklarından öpüp, sadede gelerek beni kendilerine neden yakın bulmuş olabileceklerini sormak istediğim bir avuç, görece koca bir avuç insan için sormuyorum bunu elbette. Blog dediğin bugün var, yarın yok, kimsenin ruhu duymaz milyarlarca blogdan bir tanesi eksilse. Başka şeylerin hatrı için soruyorum; çünkü bu blog birilerinin benim iç dünyama girmesine vesile olduğu kadar, benim de dış dünyaya açılan kapım oldu. Hatta sadece dış dünya değil, daha ziyade kendime, düşündüklerime açılan, aklımdan geçeni bilmeden başına oturduğum ve kalktığımda daha tam hissettiğim nefis bir tünel. Halbuki şu an öyle değil.

2007 yılında tutmaya başladığım Elmoş Diyor Ki (2007-2008 arası entryler maalesef silindi), gidip gördüğüm yerler, yapıp ettiklerim kadar endişelerimi ve yetişkin hayatına dair tespitlerimi de kronolojik sırayla sunuyor. Birilerine bu gelişimi ilmek ilmek sunmak amacıyla yazmışım, apaçık. Hep birilerine yazmayı sevdim zaten; mail olsun, mektup olsun, fark etmezdi. Bir blog tutmaya başlayınca, her fırsatta hiç tanımadıklarıma da yazabildim, ki bu olabilecek en muhteşem şeydi. Bir ömür azıcık da olsa benim gibi düşünen insan aradım ve ilkokul arkadaşımı Facebook'ta bulma ihtimalinden daha az takdir edilen bu ihtimali dolu dolu tecrübe ettim. Blogdan muazzam insanlarla tanıştım ve fiziksel koşullar elvermediğinden, yollarımız kesişmediğinden tanışmamın mümkün olmadığı bu insanlar sayesinde içimde köpürmüş dalgalar yatıştı. Şu an o denizde, söylemesi ayıp, kano bile yapılıyor.

İşte, o zaman da insana bir sakinlik çöküyor. Üç-beş kişiyle aileymiş gibi, bir ailede olması gereken ahenkle anlaşabilmesinin önemini burada, bir blog postuyla anlatamam. O rahatlama, tıpkı okula gidilmemiş tembel bir sonbahar günü evin kuytu bir yerine, bir dolap köşesine girip saklanarak kendini huzur içinde hissetme benzeri his, muhteşem bir lüks. Ama, işte, benim gibi yakıtı kendini ifade etmek için çabalamak olanda daha ziyade bir miskinlik yaratıyor. Sakinleşmek, yazma sıklığım bakımından pek hayra alamet değil. Elbette herkesin yakıtı bambaşka. Bir şeyi takdir etmek, o şeyden büyük zevk almak üzerine durmadan yazanlara, kimi yönlerden imreniyorum. Benim için yazmanın fonksiyonu, derdimi anlatmak, çeliştiğim bir yargıyı değiştirmek amacıyla sorgulamak, kendi yargımı dahil, çevremde kalıp gördüğüm her türlü beylik fikri, ilk akla gelen fikri, ilk akla gelen fikir olduğundan göze normal görünen fikri eleştirebilmek. Eleştirirken sevimli görünmeye çalışmamak, poz kesmeye çabalamamak. Bu yüzden, samimi gelmiyor diye, önceden Word dökümanına yazıp bloga yapıştırmıyorum bile. Hepsini, sonra yazım hatalarını düzeltip durmak üzere, en baştan blog penceresine yazıyorum. Öbür türlüsü düşünceleri Photoshoplamak gibi geliyor, estetik bir şey yapmaya çalışmıyorum halbuki ben. Ölçüp biçerek konuşan biri değilim ki ölçüp biçerek yazayım.

Fazla bilinçlenmemeye de özen gösteriyorum. Yazdığımın, kendimi ve çevremi incelediğimin ve bulgularımı başka insanlara ifade ettiğimin de çok farkında olmamam gerek. Farkında olduğunda insanları antipatik buluyorum çünkü. "Arkadaşlar" diye blog yazısına başlayanların, sağ tarafta kendimi "Sınıf başkanı" olarak etiketleyerek dalgasını geçtiğimin aksine, kendini ders veriyor sananların başta kendilerine haksızlık ettiklerini düşünüyorum. İp üstünde yürümek gibi bir şey yazmak; ne yaptığının bilincine vardığın, ipin altında uzanan mesafeyi düşündüğün anda dengen bozuluyor. Başkasının okuması için ama onun okuyacağını unutarak ve hatta okumayacağı ihtimalini göze alarak yazmak bana göre en ahlâklısı. Ahlâk doğru kelime bile değil hatta; bana kalırsa böyle yapmak o yazıyı özgürleştiriyor, okuyucuya muhtaçlığını ortadan kaldırıyor. Okuyucusuz kalma, beğenilmeme durumuna karşı bile yanmaz, su geçirmez hale getiriyor. Aşırı takdirin, ilginin, beğenilmenin insanda tehlikeli bir şeyler uyadırdığına ve onu yavaş yavaş kendine düşkün bir manyağa çevirdiğine inanan biriyim gerçi, who am I to judge?

Bu yüzden sağ tarafta minik bir pul koleksiyonu gibi alt alta dizilmiş şu koca bir avuç insana saygı duysam da, onları yok sayarak, blogu izleyen kimse yokmuşcasına yazmam lazım. Yazmadığım takdirde, ifade etmeyi unuttuklarım, kayıt altına almadıklarım, "Düşünüp sonuca bağlandı" şerhi düşmediklerim içimi sislendiriyor. Hava filtresi gibi çalışan arkadaşlarıma rağmen, gözlerim buğulanıyor, baktığımı göremiyorum. Bu yüzden, sakinleşsem de, anlaşılsam da derdim var benim, olmalı. Huzur sırtımı örtse de, kâh popom, kâh ayağım açıkta kalıyor. İyi ki.