19 Şubat 2013 Salı

Tipitip of the day*

Konserden bahsetmişim de, izlenimlerime paralel şekilde tasvir etmek istediğim iki karakteri unutmuşum. Bu tiplerle istisnasız her konserde denk geliyorum Türkiye'de ve Amerika'da. İsveç'te katiyen yok böylesi. Neden katiyen diyorum, onu ilerleyen bölümlerde zaten anlayacaksınız. (Sabırsızlara özet: Uygarlık savaşında bayrağı İsveç taşıdığı için.)

Bundan iki sene önce baharda bir süreliğine Türkiye'ye gitmiştim, hatırlarsınız. Birkaç çeviri işi buldum diye keyfim yerinde, haftasonları arkadaşlarımla, haftaiçi de canım nerede isterse orada vakit geçirmiştim. Uzun yürüyüşler, fotoğraf çekmeler, kedimle miskin miskin televizyon izlemeler (ki yaz öğleden sonraları kadın programları izlerken hissettiğim mutluluk bambaşkadır. Dışarıda top oynayan çocuk sesi, klimanın hafif üzerime üfleyişi, berrak mavi gökyüzü, az sonra yapılabileceklerin verdiği şevk, bu ihtimallere naz yapar gibi salonda ayağını sehpaya uzatıp Esra Eron-Songül Karlı çiftleştirme programlarında geleceğini garantileyene kendini gönülsüzce mal gibi satanları, anasının gözü kızları, dul subayları, Ege'den programa katılan, röflelerle süslenmiş aslan başlarıyla ikinci baharcı teyzeleri, stüdyoyu işyeri olarak benimseyenleri, aşk değil yorum hakkı arayan ve mikrofon eline geçince "Ama Sevda Hanım'a burada katılmamak mümkün değil. Çünkü geçen hafta Ümit Bey demişti ki, "Antalya'da ailemin arazisinde yaptırdığım bir ev var". Şimdi lafı biraz değiştiriyor, kesinlikle çeviriyor demek istemiyorum ama biraz değiştirerek... Lütfen arkadaşlar sessiz olabilirsek, burası demokratik bir platform sonuçta, ben de kendi fikrimi söylüyorum. (Songül Karlı itiraz eden izleyicileri susturuyor) Teşekkür ederim Songül Hanım. Yani, ben Ümit Bey'in kasten yalan söylemiş olabileceğini düşünmüyorum açıkçası. Fakat eğer bir dubleks evi varsa, o zaman neden şimdi Konya'da ailesinin yanında oturacaklarını söylüyor? Acaba Ümit Bey'in annesi Hayrünnisa Hanım, geçen haftaki yayından sonra oğlunu öbür türlü olması için ikna mı etti diye insanın aklında soru işaretleri beliriyor. (Bu "soru işareti belirmesi", Türk televizyonlarında en yaygın kalıplardan biri ve düşün(meme)ce sistemimizi de ortaya koyuyor. İzleyiciler sorgulayıp meraklanmaz, adeta ilahi, gökten inme bir soru işareti belirmesi anı yaşarlar.) Ümit Bey, daha önceki hanımıyla eğer Konya'da yaşadıysa ve hanımı kayınvalidesiyle geçinemediği için kısa sürede ayrıldılarsa, Ümit Bey o zaman neden bir daha aynı şeyin olmasına müsaade ediyor? Yani Antalya'daki ev dururken, Konya'da oturmanın bir anlamı yok. Kaldı ki Sevda Hanım'ın hasta babasının Muğla'da oturduğunu düşünürsek yakınlık bakımından da daha iyi olur diye düşünüyorum. Her şeyden önce benim de bir evladım var, ("Allah bağışlasın" fısıltıları, Songül Karlı'yla Ahmet Özhan yaka gömlekler giyen yancısı da "Allah bağışlasın" diyorlar burada), teşekkür ederim, yani benim de bir evladım var, 10 yaşında ve inanın geceleri yatmadan önce hep dua ediyorum ki ileride hayırlı bir kısmeti çıksın. Fakat, ne bana muhtaç olsunlar, ne Allah korusun ben onlara muhtaç olayım. Yine de insandır, hastalığı var bunun, sıkıntıları var. Sevda Hanım'ın babası yarı felçli, hasta bir insan. Ümit Bey'in bunu düşünmesi gerek. Sevda Hanım'ın çalışması meselesine gelince; kendisi canlı, dışa dönük bir insan. Burada birbirimizi kısa sürede de olsa tanıma fırsatı bulduk ve benim gözümde gerçekten dört dörtlük bir bayan. Daha önceki taliplerinde, Yusuf Bey olsun, Selami Bey olsun, hep bunu söyledim, Sevda Hanım dört dörtlük bir bayan, çalışmayı da seviyor, o zaman çalışmasında bir sakınca olmalalı. Sevdacığım, karar senin, bizim burada diyeceğimiz şey sadece soru işaretleri..." diye başlayıp sonsuza uzanan açıklamalar, çözümlemeler, mantık oyunları, permutasyon-kombinasyonlar sunan, ne olup bittiğinin çetelesi tutan izleyiciler. İşte, reklam aralarında koşa koşa çişe gidip program başladığında koltuğa mıhlanarak dostum, böyle yaşarım. Arada da soluklanıp kendi işime bakarım).

Bu arada, bahsettiğim dönemde henüz İstanbul'a gelmemişken Bonobo konseri için biletim çoktan alınmıştı. Bu organizasyonla beni neşelendirmek için elinden geleni ardına komayan arkadaşlarımla konser günü erkenden buluştuk, bir arabaya doluştuk ve Otto Santral adındaki, daha önce hiç gitmediğim etkinlik mekanına gittik. Muhafazakar bir muhitte konuşlanmış, otoparktan mekana yürüyen alter gençlikle mahallenin geriye kalanı arasındaki kontrastın her türlü hissedildiği Otto Santral önünde önce sıraya, uzunca bekleyişin ardından da içeriye girdik, sahneyi göreceğimiz bir nokta bulduk ve ağır ağır içkimizi yudumlamaya başladık. O sırada sağımızdaki kapıdan tekinsiz, Mahmut kılıklı (tüm Mahmutlardan özür dilerim, elbette onların da Bonobo dinlemek hakkıdır da, onca alterin arasında Kurtlar Vadisi biraz alakasız kaçıyordu) adamlar, Kartal Ülkü Ocağı kılıklı adamlar, Şanzelize Pavyon'da streç mini elbisesinin içinde lambada yapan kızların memelerinin arasında para sıkıştıracak türde adamlar girmeye başladı. Çok bilet satılmadı da halk gününe mi çevirdiler etkinliği, anlayamadık. Eyüp'te Bonobo nasıl tanıtılmıştı da akın akın Mahmutlar doluşuyordu? İçeride sigara içilmesi yasakken "LAAANNN, BONOBOOO LAAAN" diye nara atarak bir yandan sigara içen bu 40-50 yaşlarında taşkın aile babalarının, dayılarının ne işi vardı? Dahası, neden kimse müdahale etmiyordu? Az sonra asimetrik kesimdeki saçlarıyla birbirinden inanılmaz derecede farklı bireylere dönüşmüş, alter trendinlerini takiple bir örnek giyinmiş, transparan bluzlarının içinde mesela koyu renk sütyenleri rahatça seçilen kızlara dayamak için bu Mahmutlar itişmeye başladıklarında ve yanlarındaki Abdullah sakallı reklamcı sevgilişleri öylece bakakaldığında da korumalar, güvenlik filan gelip de müdahale etmedi. Mahmutlar birleşip bir süre sonra "BONOBO ŞAKŞAKŞAK BONOBO ŞAKŞAKŞAK" alkışı tuttular, birbirlerine bakıp bakıp güldüler ve gözleriyle mini etekli, mini şortlu, yakası bağrı açık kızları soyarak, ellerini kumaş pantolonlarının malum bölgesine (erojennnnn) götürüp götürüp kendilerini okşadılar. Ve, beni en şaşırtanı da, adamların o kızlardan biriyle eve gideceklerine inançları tamdı. Birileri bunların kulağına fısıldıyor, "Ağbi, rakçı kızlar var, bildiğin gibi değil ha, bunlar her yola geliyor" mu diyor, ne diyorsa artık, bunlar da herkesin aldığını almaya, rakçı kızla salya sümük, tekme tokat sevişmeye gelmişti. Sevişmesek de, diyor, izlerim, mıncıklarım, dayarım, arkadan yanlışlıkla gibi yapıp kucaklarım. Eyüp Hacıyatmaz Kıraathanesi ekibi olarak bu yola baş koymuşlar bir kere. Bilet kaç paraysa kaç para, LAN! Kız gelecek yerden bilet esirgenmez. Böyle böyle onlar strateji kurarken konser başladı, itişmeler bir süre sonra şişe kırılma sesleri ve kavgalara dönüştü, şarkı aralarında yine naralar işitildi. Sonunda kan dökülmeden şarkılar bitti, kızlar pistte çılgıncasına dansetmeye ve Mahmutlar öbek öbek onları seyretmeye devam ederken Eyüp'ü terk ettik.

Eyüp'ten biraz daha kontrastı düşük bölgemize, Asmalımescit'teki Babylon'a gelelim. Babylon'da ne zaman bir etkinlik olsa, konsere birkaç dakika kala bacaklarını yengeç gibi aça aça yürüyen Mahmutların içeri girmeye başladığını görürüm. Bazen yanlarında kadın ırkını ürkütmemek, kadınlarla da iletişim kurabildiğini gösterebilmek, demonstre edebilmek amaçlı başka bir kızı getirdikleri de olur. Bu kız, aslında gruptan birine yanıktır ama gruptan o biri bunu hiç sallamıyordur. Zaten kızcağız ne konserine geldiğini filan bilmiyordur, Pazartesi günü bankada Accesorize taklidi mağazadan on tanesini bir milyona (yeni paraya göre 1 TL) aldığı bileziklerini şıkırdatarak "Beybilon'a konsere gittik" diye anlatacaktır ve ortamdaki enteresan giyinmiş gençleri detayıyla tasvir edecektir. Neyse, bu yengeçler işte, bardaysan gelip yanına tünerler, bir köşedeysen sana gözlerini dike dike giderek kıçım kıçım yaklaşırlar ve hakikaten sonsuz bir özgüvenle onlara "Ohhh, Mahmut, işte beklediğim sendin!!!!" demeni beklerler. Sen uzaklaştıkça "Naza çekiyor nihihihi, seni gidi şırfıntı" diye düşünerek, o sakız gibi bembeyaz, göbek deliğine kadar düğmeleri açılmış, o Zara'dan kaslı göstersin diye bir beden de küçük alınmış dar kesim gömlekleriyle daha da yanaşırlar. Adam bir önceki hafta Demet'in sahnesine gidiyor, kızları kepçeyle götürüyor, tabii Babylon'da onun o yeni popçu kılığına herkesin öleceğini filan sanıyor. Babylon'un zaten adı yok; senelerdir, on senelerdir "Türkçe pop gecesi! Oldies but goldies! Alternatif müzik türleri dinlemeyenlere de ikramlarımız olacak!!! Koşunnnn!!" filan partileriyle hanzo ruhların da gönlünü çelip topladığından, Demetçilerin ayağı alıştığından ve entelektüel gibi duran gençlerin bölgesine gelince onlar da entelektüelmiş gibi hissettiğinden geri kalmazlar.

Şimdi, birinci tipimizi az çok ve üç boyutlu olarak modelledik. Bu model, kapıdan geçerken içeride kadın bulma ve akşam eve götürme hevesine tutunan model. Ve ben bu modeli Amerika'daki konserlerde de, hele bar konserlerinde, hep görüyorum. Kankasıyla gelip Turan taktiğiyle saldıranları, grubu filan tanımayıp iki yana esnemekten ibaret dansıyla bir yandan kız süzdüğünü, fırsat bulursa yapışıp, yanlışlıkla eline-koluna çarpıp "Pardon! Grubu tanıyor muydunuz bağğyan"ın İngilizcesini söyleyeni hep gördüm/öylesiyle muhatap oldum. En arkada durur, bardan içki alıp az ötede arkadaş grubunun yanına ilerleyen kızın poposunu seyreder ve alkolden buğulanmış gözleriyle iri bir köpek gibi ağzının kenarından salya akıtır.

İsveç'te niye yok: Çünkü İsveçli adam o arayışı gidip kendi türünde bir barda yapar. Orada rakçı kız tuttuğuyla eve gidiyor gibi bir durum yok, herkes herkesle eve gidebiliyor ve cinselliğe doyulmuş. Amerika'da hala doyulmamış. Doyulamıyor. Türkiye'yi açıklamıyorum bile. 

İkinci tip nasıl? İkinci tip de şöyle:

Yine Türkiye'deki herhangi konserde, Amerika'da da, konsere geç gelen gruba dahil bir kategori var: Evli barklılar. Evli barklı derken, orta yaşın epey üstündeki, bembeyaz saçlı, emekli hippi tipleri diyorum. Bunlar da bir gençlik heyecanı, bir gençlik kanıdı olarak "Haydi hanım, hazırlan da yolun köşesindeki bara bir gidelim! O kadar da ölmedik! Heh heh heh!" zihniyetiyle "kotları çekip" geliyor. Hanım, biraz yaşın getirdiği "Ben sarktım ve kırıştım, orada çıtır çıtırlar olacak" endişesiyle makyaj yapıyor, saç yapıyor, omuzlara sportif dursun diye kazaklar, sweatshirtler atılıyor ve alana varılıyor. Bu çiftler konseri hep birbirlerine sarılmış vaziyette izlerler. Gençlere bakıp "Heh heh heh, gençlik de güzel şey" derler. Arada gece eve gidince olanları sinyallemek adına tutkulu öpüşmeler yaşarlar. Çünkü o kadar da ölmediler. Biz de, konseri onların arkasında izliyorsak, bu dört-beş şarkı sonra eve uzayacak ihtiyar delikanlı-gençkızları hoş görürüz.

İsveç'te niye yok: Çünkü İsveç'te insanlar yaşlarını eve kapanmanın, kendini mortgage'a sokup ömür boyu cebinde olmayanı harcamanın ve harcadığının onda birini ödemenin, dolayısıyla hayata küsmenin mazereti olarak görmüyorlar. Yaşı kaç olursa olsun kalkıp konserine, festivaline, barına gidiyorlar. O yüzden bir gençlik aşısı olarak rock bar, falan konser bütünlemesine lüzum kalmıyor. 


* Aslında bu iki tipi Tipoftheday'e yazacaktım da, elim varmadı. Orada halk için edebiyat yapıyoruz, bu kadar derine dalmayayım.

16 Şubat 2013 Cumartesi

Feels like we only go backwards

Boston'ın ruhumuza, gözümüze ettiği tecavüze son veremediğimizden, tecavüzden zevk almaya çalıştığımız günlerde müzik aşkımın hatrına tek tabanca konserlere gittiğim oluyor. Dün de Toro y Moi'yı Paradise'ta izledim.


Fotoşu ben çekmedim, Boston Üniversitesi'nin genç işi tezcanlık, heyecan fışkıran sitesi Buquad.com'dan. Üstelik yeni değil, 2011'deki konser tabelası. Dünkü de aynıydı, o yüzden buraya koymakta sakınca görmüyorum. Şu tabelanın bir fotoğrafını çekmek istemiştim zaten. 


Son dakikada Serhan da gelmek için tutturdu. Halbuki ben ne güzel biletimi aylar öncesinden almışım, print edip kütüphanenin rafına koymuşum, üstü tozlanmış bile E, şimdi son dakikada Serhan için biraz şans zorlamak icap ediyor. Ticketmaster'ın sitesine gidiyorum, çalışmıyor link. Telefonla müşteri hizmetlerini arıyorum, derhal meşgule veriliyor. Tele-hizmet hattıyla bilet satın alayım dedim, mekanik ses "Lütfen bip sesinden sonra biletini almak istediğiniz etkinliğin adını söyleyiniz" buyurduğunda "Toğoimua" diye beş-on kere tekrar ettiysem de verim alamadım, sisteme meseleyi tam olarak açıklayamadım. Bu sefer kalktım, Paradise'a gittim kapıdan alayım tükenmeden diye. Bilet gişesine varmadan cama asılmış kocaman kağıttaki "SOLD OUT" yazısını gördüm. Sinirlendim, fakat sonuçta kendi biletim cebimde diye içten içe huzurlanıp konser saatine (11) kadar oturmak üzere eve gittim. Ki beklemek de kolay değil ha. Akşam yemeğinden sonra bir mayışma, bizim yaşlara has mı diyeyim, benim karakterimden kaynaklanan mı diyeyim, bir ağırlık çöküyor. Serhan'ın keyfi yerinde tabii o an, bilet yokmuş diye gelemeyecek, evde yatıp dinlenecek. Yine de bu sefer miskinliğe müsaade etmedim, toparlanıp üç-dört ön grubun arkasından çıkacak Toro y Moi'yı izlemek üzere trene bindim. Fakat o da ne, içeride sadece 18-22 yaş aralığında insanlar var ve bir kibrit çakılsa uçacak kadar buhar alkol. Nefes alınmıyor. Zaten çoktandır Sabri Bey'e dönüşümümü tamamlanmış, anlayışsızlaşmışım, hepten gözlerimi yılan yılan süzüyorum, cıkcıklıyorum (içimden). Kış vakti çorapsız bacağına mini etek giymiş, annesinden ödünç simli Gülcan topuklularını çekmiş kızları, gözlerine kan oturmuş, "Fenayım, kusacağım" diye inleyerek gülen oğlanları ite ite arkalara ilerledim. Paradise bize çok yakın bu arada, araları birkaç metrelik dört durak sonrasında önünde iniyorum, yolculuk toplam beş dakika bile sürmüyor. O yüzden boğulmadan nihai hedefe vardım. Tabii içerisi et pazarı. Dört ön grup sırasında genişlemiş, içtikçe gevşemiş genç nüfus, bana ilişecek tek bir köşe bırakmamış. Bardan zoraki bir bira aldım (tek başına bira içmek hiç zevkli değil), merdivenin köşesinde sahne manzaralı bir yerler bulup beklemeye başladım. Derken ışıklar yanıp sönmeye, gençler fıttırmaya başladı, birkaç saniye içinde Toro y Moi sahneye yerleşti. Eski-yeni albümlerden karışık 13 kadar şarkı bir buçuk saatte çalındı, danslar edildi. Sonra da ikinci bise imkan vermeden DJ müziği girince herkes çil yavrusu gibi dağıldı. Kapının önünde dizilmiş akbaba taksicilerin yüzüne bile bakmadan yine okul servisi gibi trene bindim, muhitimizde indim. Mahalle değil adeta kampüs olduğu için buralar, o saatte de capcanlıydı. Evde hiç kapatmadığımız küçük ışıklar zaten yanıyordu, fakat Serhan çoktan uyumuştu. Son bir çabayla makyajımı temizledim, evde olmanın huzuru içerisinde camdan dışarı baktım. Sonra kediyi kucakladım, yatakta ayak ucuma yerleştirdim ve ben de derin bir uykuya daldım. 

Bir sonraki konçertomuz Tame Impala olacak. Onun hatrına çocuk korosundan son derece güzel bir Tame Impala cover'ı koyayım mı?

12 Şubat 2013 Salı

Tuhaf günler

Günler çok tuhaf geçiyor. Final, bütünleme zamanları böyle olurdu; midem ağzımda, bir yandan hep bir koşturmaca. Eve girer girmez, ayakkabılarımı çıkarır çıkarmaz yeni bir sınava çalışmaya başlardım. Masanın üstünde her dersten not, kitap. Geçecek miyim, kalacak mıyım bilinmez, ondan atılmaz da, hepsini özenle kütüphaneye kaldırmak gerekir. Benim vakam beterdi tabii: İlk seneler gözüm avda-kuşta, kahkahada, alemde, ortamda olduğundan temel tek bir ders vermedim de, sonra üniversitenin koskoca dört senesini bir buçuk senede toplayıp verdim. Onlarca dersi neredeyse tek bir seferde. Kalan tonlarca dersi bir dahaki seferde. Kalan dört nazar boncuğunu da yarım dönemde. Tamam mı, tamam. Eşek gibi çalıştım mı, çalıştım. Çalışmak belki yetmez, aman kendimi riske atmayayım diye bileğime rengarenk Live strong-Armstrong bilekliklerinden bile taktım. Her tür uğuru üstüme doluyordum neredeyse, çalışmak ya yetmezse diye. Bir tek kopya çekmeyi beceremedim. Lisede bir-iki kere teşebbüs ettim; baktım olmuyor, strese gelemiyorum, bir daha hiç zorlamadım o kapıyı.

Ne diyordum;

Bu yoğun sınav dönemlerine gire çıka çalışma tempomu kavradım. Finalde veremediğim ders olursa, bütünleme için başlıyordum erkenden çalışmaya. Hızlı hızlı o dev kitapları okuyorum, özetler çıkarıyorum. Sonra özetlerin özetini, ardından özet özetinin özetini. Böyle böyle sonunda koskoca hukuk derslerini küçük bir post-it sayfası üstüne sığdıracak kadar konsantre hale getiriyordum. Gözümü kapatınca önümde satır satır her şey. Şeyi soruyorsa o şeydeydi ya, Sabih Arkan Ticari İşletme Hukuku kitabı 47. sayfa 3 numaralı dipnot. Bak, öyle ezberlemişim. Sonra sınavlarda fırtına gibi esiyordum tabii. Soruyu görünce iştahtan ağzım sulanıyordu; bildiğimi en sade şekilde mi yazayım, yoksa hızlı el yazısıyla cevaplayıp kalan sınav süresinde temiz ve güzel yazıyla, hatta anlatımımı daha geliştirerek yeni kağıda geçirip mi vereyim diye düşünüyordum. Mezuniyete çeyrek kala her şeyi, dünyada hukuk adına her şeyi sanki biliyormuşum gibi bir Zen duruş geldi üstüme. Geceleri sakinleşmek, odaklanabilmek için sürekli yeşil çay içiyordum, litrelerce. Belki yeşil çaydandı Zenlik. Sabah ezanı okunurken, gün yavaş yavaş aydınlanırken gözlerim kapalı hafız gibi dudaklarım kıpırdanır, uykusuzluktan çöken sarhoşlukla içimden örnek soruların cevabını geçirirdim. Annem işe gitmek için hazırlanırken kahvaltı sofrasında sanki soruyu bana o yöneltmiş gibi dönüp ona anlatırdım, sınava yetişmek için taksi çevirir, arka koltuğa yayılarak kitapların index kısmını gözden geçirirdim. Eksiğim, gediğim olabilir mi, bir daha düşünürdüm, profesörler adına kendi açığımı yakalamaya çalışırdım. Tabii şimdi bunları anlatıyorum diye her şeyi kusursuzca çalıştım diye bir şey yok. Büyük dersleri ama, hep bu şekilde çalıştım. Küçükler uyduruk notlarla da geçilebiliyordu, o yüzden çok kendimi yormadım.

İşin tuhafı, o kaçınılmaz an gelip de haftalar sonra sınav sonuçlarının asılmasıyla mutlulukla karışık şekilde muhakkak bir burukluk yaşardım. Bakıyorum, geçmişim. Bunu görür görmez sanki hiç geçmeyi hak etmemişim gibi, sanki yürekten, ezbere, satır satır her şeyi bilen ben değilmişim gibi, sanki bu işin içinde bir iltimas, bir üçkağıt varmış gibi boynum bükülürdü. Neden? Bilmem. Asıl mesele o dersi vermek değil, o dersi verebilmek mücadelesiymiş gibi mi düşünüyordum acaba içten içe? Verince sınav zaten çok kolaydı gibi gelirdi. Başarmış olmanın hiçbir anlamı kalmazdı. E, olur mu hiç öyle şey, var bir anlamı. Ama yok gibi gelirdi o an işte. O hedef geride kaldı, ne yapalım? Daha ne kadar sevineceğiz, gariban avuntusu gibi?

Tamamen geride kaldıktan sonra anlatacağım, her şey olup bittikten sonra tane tane önünüze dizeceğim şimdiki zamana dair anıları uzaktan, gelecekten görmeye çalışır gibi oluyorum bazen. Eğer olumlu sonuçlanırsa her şey, biliyorum ki yine kendime çok az övgü düzeceğim. Yine şansımın yaver gittiğini düşüneceğim, yine bunca çabamın adı bile olmayacak. Ha, eğer sonuçta bir başarı elde edemezsem, o zaman da başka bir düşünce rutininin içine yuvarlanacağım ve ne kadar da çaresiz olduğumu, bunca fena olayın neden benim başıma geldiğini, vay anneciğim ne bahtsız olduğumu filan düşüneceğim. Herkes kadar kendime acıyacağım, acıdıkça daha hareketsizleşeceğim. Ama mevzu o değil. Mevzu şu: İnsan iki maratonu aynı çabayla koşmuş olsa da, kazandığı maratonu hep destansı anlatır, değil mi? Sonuçta kazanılmamış olanı için kendini yırttığını, canını dişine taktığını anlatması anlamsız kaçar. Hatta bu yüzden daha liseden itibaren çoğusu kaldığı sınava hiç çalışmadığını söylerdi, değil mi ya? ULAN, nasıl çalışmadın, kaç gündür bunu konuşuyoruz, çalıştığın notları gösteriyorsun? "Yok ya, öyle hafiften bakmıştım bir gece önce" derdi o model insanlar. İşte, hep şu maraton hikayesi yüzünden. Öykünün sonu, başını ve hatta ilerleyen bölümleri baştan yazıyor çünkü. "Çalıştım, ama başaramadım" demek, çalışmaya harcadığın emeği anlamsız kılıyor, seni de tam bir gerizekalı, çalışmasına rağmen yapamayan gerizekalı durumuna düşürüyor. Kimse bunu kabullenmek istemez elbette. Belki bu yüzden ben de ser verip sır vermiyorum, şu an ne tür işlerle boğuştuğumu pek açık etmiyorum. Belki başarırsam, gelip blogda destansı şekilde yazacağım. Peki ya başaramazsam? Hah, işte beni çok iyi tanıyan candostlarım, tahmininizde yanılmadınız: Başaramazsam da gelip blogda destansı şekilde yazacağım, hatta büyük harflerle, DESTANSI şekilde yazacağım. Hepinizin bana, makûs kaderime acımanızı bekleyeceğim. Sözümün sonunda, yeterince anlattığıma ikna olduktan sonra, başımdaki fötr şapkayı çıkarıp önümde tutarak önünüzden geçeceğim ve sempati dileneceğim. Bu sempati tutamlarını örerek beni en azından bahara kadar sağ çıkarabilecek bir in, kovuk inşa edeceğim kendime.

Durun bakalım, tekrar konuşacağız. Bu iş burada bitmedi.

9 Şubat 2013 Cumartesi

Nemo

Dün tüm gece camlar yerinden sökülecek gibi titredi fırtınadan, uğultudan. Sabaha kadar arabalar tamamiyle kara gömülmüş. En köşe daireyiz en üst katta, o yüzden ev buz. Marketi yağmalamış felaket meraklısı Amerikalılar, ondan yumurtasız kahvaltı edip geri yattık ısınmak için. Kalkınca bir de gördük ki turuncu-pembe güneş o sinirli, o agresif beyazlığı biraz olsun yumuşatmış. Neşelendim, hemen "spora gideyim" diye tutturdum. Kaldırımdan temizlenememiş karın arasından yürürken şu fotoğrafı çektim:


Bir doğal afeti de böylece atlattık.

5 Şubat 2013 Salı

Koltuk sevdası

Başbakanlar, bakanlar veya ne bileyim, bu saydıklarıma göre biraz daha alçakta da dursa kategorik olarak yüksek derece ve idari pozisyonda devlet hizmetinde bulunanlar için görev ile birlikte peşinen gelen saygınlık tadını aldıktan sonra vazgeçilmezleşiyor. Hele en eğitimsizin, donanımsızın, zırcahilin bile çeşitli çıkarları garantilemek için verilen yasal/yasadışı maddi ve manevi desteklerle yükselip bu yerlere varabileceğini düşününce, koltuk sevdası denen şey Türkiye ve altyapısızlıkta Türkiye benzeri ülkelerde daha şiddetli gözlemleniyor olsa gerek. Yalnız, koltuk sevdası sadece siyasette ortaya çıkan bir kavram değil; üstüne farklı bir sorumluluk, ifade hakkı/yeteneği giyineceği herhangi bir işi yapan bir insan, bahsetmek istediğim örnekte mesela bir oyuncu rolüne aşık, tüm oyuncu kimliğini, dahası karakterini bu rol ile tanımlayan bir hale gelebiliyor. Bazen böyle bir kimlikbenimsemeciliğin, oyuncunun beklediği ilgi ve sevgiyi alamadığı zavallılık yıllarının hemen sonrasında gelince, benzersiz yoğunlukta bir şımarma ve şuursuzluk yarattığını bile söyleyebiliriz.

Oyuncuların uzunca bir süre hak ettikleri ilgiyi göremediklerini, hürmetle karşılaşır karşılaşmaz da sevindirik olduklarını nereden biliyorum? Senelerdir oyuncu röporajlarda duyduklarımı kolajladığımda üç aşağı beş yukarı şöyle bir manzara ortaya çıkıyor çünkü:

Bir hevesle konservatuvara gidiyorsun, çok büyük, en  büyük isimlerle (muhakka Yıldız Kenter vardır o sayılan hocaların arasında) çalışma fırsatı buluyorsun, mezun olduktan sonra senelerce tiyatroda büyük eserleri boş salona üç kuruş parayla yorumluyorsun, işin doğasına aykırı şekilde neredeyse asgari ücretle sanatçılık yapıyorsun. Parasal sıkıntların, tiyatro seti arkasında soğan ekmek yemelerin filan ardından birileri komedi oyunundaki Kırmızı Burunlu İbiş performansını görüyor, kolundan tutup çekiyor ve seni televizyon dizisi Çiçek Taksi'de Deli İbrahim filan adında, saçmasapan bir karakter oynamaya davet ediyor. Adamakıllı senaryo olmadığından, kafana göre, kendinden vererek, kör topal idare etmeye çalışıyorsun. O esnada maddi olarak belini biraz düzelttiğinden konservatuvardan beri sevgilin, artık kartlaşmış, çıtırken kıtır olmuş Berrin'le nihayet evleniyorsun. Derken Cingöz Recai dizisinde Recai baş karakterini  oynamak üzere bir teklif geliyor. Piyasadaki en prestijli ekibin çektiği bu tarihi dizide, sert ve inatçı bir adamı oynamaya başlıyorsun. Sokakta durdurulacak kadar ünleniyorsun birden, Cingöz Recai olay oluyor. Medya gruplarının kiloyla dağıttığı "En sevilen komedi", "En iyi erkek oyuncu" ödüllerini topluyorsun, reklamlarda Recai imajını bozmayacak ürünler tanıtıyorsun, Özel İrem Su Üniversitesi'nden "Yılın en seksi erkeği" sıfatını plaket olarak alıyorsun, GQ'da ideal kadının insanı nasıl baştan çıkarması gerektiğini tarif ediyorsun, geceleri Asmalımescit'te kaldırımda otururken kuyruksokumunu fotoğraflayan paparazzilere tükürüyorsun, Berrin'i boşuyorsun, hacı sakalı bırakıp Cihangir'e taşınıyorsun, döküntü "genç işi" giyinip 19 yaşında bir kızla gezmeye başlıyorsun. Bu arada Cingöz Recai hala sürüyor, günde 17 saat, haftada 6,5 gün yaptığın bu mesai artık kanına işlemiş. İnsanlar sana "Recaiii! Recaiii!" diye sesleniyor, bıyığını burup masaya aynı dizide olduğu gibi vurmanı bekliyor, sen de yapıyorsun, istediklerini veriyorsun; onlar da senin istediklerini veriyorlar, alkışlıyorlar ve daha da beğeniyorlar. (Tabii bu yazı açısından işimize yaramayan hikayenin kalan kısmını da anlatalım: Cingöz Recai bittiğinde, oyuncuları senaryo gereğini yeteneği nisbetinde yapanlar olarak değil, oynadığı rol olarak gören bir başka yapımcı Recai'yi istediğinden, dizisine aslında Recai karakterini koymak istediğinden ve bunu seni kendi dizisine yerleştirerek yapabileceğini düşündüğünden sana Secai karakterini vererek dizisine davet ediyor. Gidip Secai görünümlü Recai'yi oynuyorsun. Birkaç dizi böyle, Recai dibe çökene ve yaptığının makbul bir iş olmadığı ortaya çıkana kadar gidiyor.)

Rolün getirdiği koltuğun sevdasına geri dönersek;

Daha önce blogda analizine ucundan girdiğim Oktay Kaynarca da Yıldız Kenter/soğan ekmek dönemini geride bırakmasını takiben, birkaç vasat dizide oynaması sebebiyle adını duyurmaya başlamıştı. "Reis! Kolu bacağı keseriz!"i oynadığı Kurtlar Vadisi'ne indikten sonra, sokakta aslında oynadığı role gösterilen hürmeti benimsedi ve koltuğuna yapışıverdi. Çakır ile kendi kişiliğini karıştırıp asarım-keserim diye tehdit etmeye, mafyaya göz kırpıp öpücük göndermeye başladı, hatta hızını alamayıp "Benim babam da muhitimizin kabadayısıydı, kodum mu oturturdu" diye demeçler bile verdi. Sonra meşhur bir mafya babasıyla telefonda görüşmelerinin deşifre edilmesi, çarşaf çarşaf gazeteye düşmesiyle korktu herhalde, sevdalandığı koltuğuna bir daha poposunu koyamadı. "Komedi oynayayım, hiç bana uymayan şeyler oynayayım. Mümkünse salağı, avanağı oynayayım" düzeyine geldi, belki de arkada döndürdüğü işlerinin selameti açısından öyle bir vitrin yaptı kendine. Halbuki olay medyaya düşmüş olmasa eminim Kaynarca'yı ekran hayatının son demine kadar kolu bacağı keser halde, öfkeli buz mavisi gözleriyle, kravatsız takım elbiseleriyle görecektik. Her işte bir hayır var sahiden (bu arada kendini rolü sanan oyunculara örnek Tamer Karadağlı da vardı, onu da not edelim).

Kaynarca nere, bu yazının asıl konusu Uğur Yücel nere...  diyeceksiniz. Haklısınız. Bundan sonra oyunculuk adına hiçbir şey yapmasa bile gönül locamızda yeri hazır Yücel'in. Seçmece birkaç şey saymak gerekirse; önümüzü saygıyla ilikleten performansıyla Muhsin Bey'de sonradan feleğin çemberinden geçecek saf türkücü oluvermiş, Aziz Ahmet dizisini sapıkça bir sevgiyle izletmiş, TRT'ye Karanlıkta Koşanlar adında, belki de ilk gerilim/dedektif dizisini çekmiş, belli ki ortalamanın üstünde vizyon sahibi bir insan. Ejder Kapanı'nı filan sevmedim de, en son birkaç bölümünde döktürüp, ardından sığ komediye evrilmesinden kendisinin bile tedirgin olduğunu sezdiğim bir Canım Ailem macerası vardı. Haydi, Canım Ailem'i de üç-dört bölüm hatrına seveyim, tam puanı hak edecek biri diyelim. Ayrıca sanatın başka dallarıyla, mesela müzikle de ilgilendiğini, tumba bumba çaldığını, entelektüelere has bir takım işlerle uğraştığını, öyle avamlarla değil Türkiye'nin birinci sınıf olarak nitelendirilen ünlüleriyle muhatap olduğunu, gezip tozduğunu da biliyoruz.

Evet, işte şimdi muhitimize geldik:

Radikal Kitap, geçenlerde ana sayfadan reklam ediyor: Uğur Yücel'in ilk kitabı Yağmur Kesiği çıkmış! "Hemen giderim kütüphaneye bugün. İstetirim, getirirler, bir güzel okurum" diyorum. Sonra yazının altlarına doğru inince kitaptan bir öykü koyduklarınu görüp seviniyorum, başlıyorum okumaya merakla.

Gece... Şimşekler. Gökyüzü köşkün üstünde. Bulutlar simsiyah... Köpekler, at kişnemeleri duyuluyor... Harabe köşkün önünde zifirî bir insan silueti görülüyor. Adamın yüzü yok!. Karaltı bütünüyle. Tam önümüzde duruyor. Şimşekler çakıyor. Çok büyük gürültü. Bir kadın sesli adam opera söylüyor. Rusça. Arkada bembeyaz olan müştemilat kulübesinin kırık camından bir soluk benizli kırmızı gözlü adam görüyoruz.

Biraz eyvah kokusu alsam da umutla ikinci paragrafa geçiyorum: 

Gırtlağına kordon dolandı aniden. Acıyla hırıldıyor adam. Guzman bu adam. Dili kıpkırmızı ve kertenkele gibi yüzü. Fırtına kameranın içinde. Herşeyi uçuran bir rüzgâr bu. Dallar, çitler uçuyor. Uzunca bir plan bu kameranın üstüne uçuşan parçacıkları görüyoruz... Köşk arkada. Önümüzde Lefteri. Kameranın içine bakıyor. Harabenin duvarları gri. Arkada beyaz-siklamen otrişlerle kadınlar patlıyor resimde.

Şimdi biraz da sonundan bandıralım: 

Lefteri’nin vücudundan kanlar fışkırır. Beyninden de! Fünyeler tam çalışmıştır. Paramparça olarak ölür!
Film icabı!
Hayata bak Cacık!

Siyah bulutlar, harabe köşk, çakan şimşekler, havlayan köpekler, kadın sesli bir erkeğin Rusça söylediği opera, kulübenin kırık camından görünen soluk benizli, kırmızı gözlü adam, bir de kertenkele yüzlü adam. (Siklamen otrişli fahişe mega-klişesine girmeyi içim kaldırmıyor.) Gözümün önünde ilk canlanan şey, Roger Corman'ın 60'larda yaptığı tatlı, ılık korku filmleri. O filmlerden 50 sene, daha nice korku/gerilim filminden kaç onar sene sonra, maalesef bunlar sadece klişe üstüne klişe.

E, bir de üstüne "Hayata bak Cacık!". Bu cümleyi Uğur Yücel'in ağzından duymuş gibi hissediyorum, yüz ifadesini görmüş gibi oluyorum. Ufak bir Google'lama operasyonundan sonra hakikaten görüyorum da fotoğraflarda.


Düzinelerce "Hayata bak Cacık!" görüyorum. Argo laflar ağzına pek yakışan, son yıllarda üstüne yapışan kabadayı/başkomiser rollerde hep aynı yüzle baktığını fark ediyorum. Dahası, o yüzde, o ruh haliyle oturup bunları yazdığını. Kendine oluşturduğu bu çatı katı, bu yakası göğüs kıllarının bir kısmını sergileyecek kadar açık, fakat yüreği eski bir sevdadan ötürü sımsıkı kapalı, hırıltıyla konuşan, tüm işlerin sonunda gelip insafına kaldığı harbi delikanlı karakterinin, Yücel'in gerçek kişiliğini ele geçirdiğini düşünüyorum. Bir de, öyküyü göstermek için telaşla e-mail attığım iki kişiden biri olan Baron von Plastik'in cevabında söylediği gibi:

"... geriye attığı kafasıyla öne çıkardığı gerdanı, çatık kaşları ve uzaklara boşça bakan gözleri unuttuğum bir geçmişten beri aynı. (...) başarısızlık yönü ile daha bir Ayşegül Aldinç sanki. Bütün o çok ün, tanınmışlık, olduğu var sayılan yetenek falan, son tahlilde gerçek bir ilerlemeye, bir adım sonrasına yetmiyor. Çakılıp kalıyor "sanatçı" . Yeteneğini başka alanlarda arıyor. Arıyor da, bi bok bulduğu yok!"

Sonuç itibariyle; koltuk sevdası çok fena bir şeydir. Uzak durunuz.

3 Şubat 2013 Pazar

Tüm haftasonu celladını bekleyen mahkum gibi sıkıntı içinde bekledim. Yeni başlangıçlar yapmanın zorluğu içinde bekledim. "Yeni başlangıçlar yaptırılacak mı bakalım bana" merakı içinde bekledim.

Şimdi biraz daha sakinim. Biraz daha, çok daha sakinleşince güzel güzel oturup yazacağım.