28 Ekim 2008 Salı

Traffic agency bans reverse oral sex

Stockholm'e de kış geldi, hem de ne gracefully. Şehir mi, şehre duyulan aşk mı iştah kabartıyor, bilemedim. İlk buraya geldiğimde de karakışın tam ortasına düşmüştüm ve nefret etmiştim. Gri-beyaz yığına karşı kendimi yenik hissediyordum. Etraftakilerden bitmek bilmez "ayyy Stockholm'ün yazı bambaşkadır" salyaakıtmaları duydukça çileden çıkıyordum;
Ne diyorsunuz BE, ne yazı? Yaz böyle bir şehre gelse ne olur? Hadi geldi, güzelleşti diyelim, YAZIN NERESİ GÜZEL OLMAZ Kİ? Burası güzelleşmiş çok mu? Yazın özelliği odur, insanlara iyi hissettirir, yaşamaya değer hissettirir; çamuru, soğuğu ve rüzgarı unutturur, hayatı renkli güneş şemsiyesi altında bir şezlonga uzanmış gibi kolay yaşanacakmışcasına çekici ve çilekli dondurma tadında kılar. Reklam hilesi işte, bunu anlayamadınız mı? Okul girişi boyunca yanyana dikilen ağaçların yaprakları çıkıverdi, yeşillendi diyelim, gölün üstündeki buzlar eridi, so what? Artık kalın montlar giymeyeceğiz o zaman, so-what? Nedir yani, o zamanı bekleyip motive mi olmamız gerekiyor? Yazın buranın birdenbire masal gibi olacağına inanmamız mı gerekiyor?
Sonra Stockholm'e bahar geldi. Minik minik. Nisan'da son bir fırtına koparıp karlar ortadan çekildi. Ağaçlar buzlarını damlattı, kurudular. Ev kedileri dışarda dolanmaya başladılar. Kafeler, masalarını dışarı çıkarttılar. İnsanlar kırmızı burunlarını, yanaklarını yüzlerinden sildiler. Temiz, bir anda içe çekilemeyen güzellikte donuk mavi bir hava gökyüzüne yerleşti. Güneş üzerine düşeni yapmaya başladı. Gri binalar yine gri kaldı da, gerisi binbir renge daldı. Sokaklar bitki kokmaya başladı. Aynı okul yolundaki aynı ağaçlar, bin çeşit yaprağı güneşe çevirdi, simli yeşile boyandı. İnsanın içindeki tüm çamur, tüm kötülük, tüm kötücül düşünceler, tüm olumsuzluk ve imkansızlıklar kendini hafifmeşrep bir olanağa dönüştürdü. İnsanı inandırdı. Daha iyi günlerin geleceğine, aslında düzelebileceğine. Bulutlar top top şekillere girdiler, gökkuşakları çifter çifter belirdiler. Gamla Stan'da göl kenarına oturunca havanın neredeyse hiç kararmadığı günler kavanozda kalan son bir kaşık Nutella gibi hüzünlü gelmeye başladı. Dondurmacılardan taze pişmiş kornet kokuları yayıldı, turistler tahta atların başköşede durduğu souvenir shoplara dolup dolup boşaldılar. Otobüslerde insanlar sabah güneşi sayesinde diğerlerine gülümsediler, laf attılar. Kızlar, kış boyu ayaklarından çıkarmadıkları incecik bez ayakkabılarının içinde ilk defa üşümediler. Deri ceketleriyle erkekler iki büklüm olmadan caka sattılar. Herkes sokağa çıktı, öyle ki; Sergelstorg Taksim Meydanı'na döndü. Hiç görmediğim çiçekler, bitkiler, böcekler kendilerini sunmaya başladılar, insanı kolundan tutup içlerine çektiler. "Dahası ne, daha somut anlat" diyeceksin ama bilemiyorum. Şu yazıya fotoğraf ararken uzun uzun bakınmama rağmen farkettim ki kimse neyi görüntüleyeceğini bilememiş. Kimse tek kareye sığdıramamış. Ben de tek paragrafa sığdıramıyorum. Tarif etmekte güçlük çekiyorum.
Bir yere gitmek, bir yemek yemek, bir içki içmek, bir film görmek, bir arkadaşla konuşmak çekici şeylerdir kitabımda. Fakat bunlar olmadan da, bunları yapmadığım günlerde de mutlu oldum burada. Nasıl enteresan. Ne giyeceğimi, saçımı nasıl tarayacağımı düşünmeden kendimi en güzel hissettiğim, kendi tarihimde en çok kendimle barıştığım bir dönem oldu bu yaz. Tüm o yersizyurtsuzluk, başkalarının evinde, başkasının yatağında ödediğim kirayla yatıyor olmak, buzdolaplarında tek raflık saltanatımın olması, o apartman dairesinde mobilyalardan daha geçici olmak hissini bastıran sağlamlıkta bir aitlik içimde kök salmaya başladı. İlk defa yerliyurtlu olmamı sorguladım. Bağlandığım şeyleri, İstanbul'da içinde dönüp durduğum, kronikleşmiş tutkularımı ve oluş biçimimi ve bir sürü şeyi. Yerliyurtlu olmak ne demek? Bir yerde doğmak, büyümek, o yeri çok sevmek, o yeri ezbere yaşamak, çoğu zaman neye baktığını, ne gördüğünü anlamadan eve vardığını fark etmek. Durup nefes almadan yaşamak, yarını, öbür günü, sonraki yılı, sonraki dönüm noktasını bekleyerek yaşamak, mutlu ölmek, malvarlıklı ölmek için yaşamak, daha az kırışık, daha az hasta ölebilmek için yaşamak, seni öldürecek hastalığı en pahalı yollarla tedavi ettirebilme olanağın olsun diye köpek gibi çalışarak yaşamak, köpek gibi yaşamak, köpekçe yaşamak. Bunun sonu nerede? Kim bir diğerini uyandırıp İstanbul'da yaşadığımızın sağlıklı psikolojide yaşanamayacak bir ihtimal olduğunu söyleyecek? Kim bununla yüzleşebilecek? Kimse. Herkesin inanmak zorunda olduğu, koşulsuz inanmazsa oyunun dışında kalacağı süperfırfırlı bir yalan İstanbul. Cahil insanların kolkola cahil olmadığını bir diğer cahile onaylattığı, dışardan kimseye sormaya cesaret edemediği, "iyiyiz di mi? evet biz çok iyiyiz, en iyi biziz" dediği cins bir saçmalık. Bu saçmalık içinde en kötü ihtimalleri yaşadık, yaşıyoruz. Ben bir anlık kafamı dışarı çıkardım, bir sürelik, kısacık bir sürelik. İsterim ki bu gördüklerimi bir daha hiç unutmayayım.
Şimdi ben biliyorum, bunu bazısı okuyup "Şahtın, şahbaz mı oldun? Gittin de bişey mi oldun? Hamdın, piştin, yandın mı? Yapma bana numara" şeklinde etiketliyor. Halbuki bu anlattıklarım benden başkasına yarayacak deneyim değil. Benden başkası sempati duysun diye değil. Olay da orada kopuyor. Bana İstanbul kaygılarıyla, etiketleriyle gelme. Bana Türkiye'de bırakmak istediğim pis, yapışkan kötücüllüklerle yaklaşma. Yaklaşanın ağzına tokat geliyor.
Düşünüyorum da; vefa denebilir. Aynı gri yığına bakıp farklı şeyi görüyorsam, kargaya yavrusu kuzgun görünüyor diyedir. Bu yaprakların sararmasını ve kızarmasını ve dalından kopup sokaklara yama olarak soğuğa kibarca boyun eğmesini izledim. Şimdi o ağaç kuruysa da ben bakınca öyle göremiyorum. Sarmaşdolaş Stockholm aşkımla karar veremiyorum: Yazı mı daha güzel, kışı mı?

24 Ekim 2008 Cuma

Çıkar at acıları/Giy yeni cicileri

Bunlarda ar-namus kalmamış anacım! (Türk Atasözü)
Gülcan ve ablası Şencan günün ilk saatlerine kadar Chılgın Clup'ta eğlendiler! (Fotolar thelocal.se'den)

"... Her şeyi unutturur/Stockholm geceleri.." Cant Anrıyar

"İsveçli kızların hastasıyım" temalı Facebook gruplarındaki ağzısalyalı arkadaşlara hitaben burada ufak bir parantez açayım:

STOCKHOLM GECELERİNDE İŞTE BÖYLE EĞLENİYORUZ BEYBE!

Back and Forth

Ştokolme geri döndüğümü bildiririm.

Soruyorum;
Blogumu Burdur'dan takip eden arkadaş kimdir? Bu arkadaşla temasa geçmek, Burdur'un elmosdiyorki'den beklentilerini öğrenmek istiyorum. Sayfaya banner olsun, reklam olsun koydurmak istiyorsa misal (Boncuk giyim, Hala ev yemekleri, Çiçekoğlu baklava gibi) peşinen söyleyeyim ki NO FUCKING WAY.
"Bizim de bir Gazi Caddesi var, Bağdat Caddesi yanında halt etmiş var ya!.."
Böyle yerlerde ünlü caddeler vardır; ismi illa Gazi, Şehit Osman falan savaş referanslı. Öyle değilse de bu sefer birleşik isimler istilası gözlemlenir. Örn: YıkıkÇarşı, SarıklıYol vs. Hep bi kıyas vardır böyle büyük şehir dışı insanlarda. "Aynı Bağdat caddesi" veya "Doğunun Paris'i". Çok hareketli, çok güzel demek için bu kıyaslar yapılmaktadır. Bize ne kardeşim? O kadar güzelse yaşa işte şehrinde. Ay ne ayıp, Anadolu güzelliklerle dolu, sen Türkiye'yi İstanbul'dan ibaret mi sanıyorsun? Evet öyle sanıyorum ya, beğenemedin mi? Gidip adım adım her şehirde belgesel mi çekicem ULAN? "Neneciğim, şimdi bize ne pişiriyorsun? Bızdıkkebabı mı? Ney var bunun içinde?"
Yalan sempatiye son! Banane bızdıkkebabından. Her horoz kendi çöplüğünde öter. Ya da annesini emekli edip paralarını hortumlarken Stockholm'de öter. Ay ne ayıp 26 yaşına gelmiş iş tecrübesi yok, hala anne parası yiyor! SANANE ULAN! SANA NE! Sen mi veriyorsun paramı? Herkes senin gibi erkenden çürümeye mi başlasındı? Şımarık Ayşecik rolü mü reva bana?
Bir sonraki bölümde underrated İsveç harikası Ace of Base'den bahsedeceğim. Unutturmayın.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Volkeyno


Beck'in son albümünün bomba olduğunu söylemiştim de, albümün içinde bombalar bombası "Volcano" adında bir şarkı olduğunu söylemiş miydim?

İstanbul-Stockholm arası ekspres treni misali gidip geldiğim şu son bir kaç günde uçuş brövesi alma isteği doğuran ve bu isteği körükleyen bir manzaraya tanık oldum. Gece uçakta olmak, şehirleri yukardan izlemek, o turuncu sokak ışıklarının şehir merkezinden dağ/ova eteklerine lav gibi dağılması ve giderek azalması, o kocaman alanların düzenli lav yataklarınca bölünüşü, şehrin bir yanardağ gibi kaynayışı, bunları görmene rağmen o turuncu ışık lavı şehirlerinde bir apartman dairesinde ufacık bir nokta olduğunu bilmezden gelerek, çok bi haltmışsıncasına hayatına dikbaşlı vaziyette devam ettiğin gerçeği gerçekötesi güzellikte.

Hep söylüyorum; şu büyükyüceulu saçmalıklar, yüzyıllardır insanoğlunun yücelttiği değerler, nesneler, oluşların arkasında küçük detaylar var ki hep resimde olduğu için yok sayılmış, önemsiz sayılmış, es geçilmiş. Gözlemeye başladıkça, o ufak detaylara gömüldükçe önüne "yağmurda aşkımla elele yürümek istiyorum" sözde çılgınlığından çok uzak bir çılgınlıkta şeyler çıkıyor. O zaman çok daha verimli yaşıyorsun. 5 duyunla, 6 duyunla, 10 duyunla, her neyse.

Gelelim Built to Spill konçertosuna.

Stockholm'de Pazartesi günü bir Built to Spill fırtınası esti. Benim için özellikle 17 yaşıma bir gönderme olan bu konser, daha da zahmetliydi. İstanbul'dan konsere uygun aldığım dönüş biletim, sonrasında tekrar İstanbul'a dönmem gerekliliği ve Sabiha Gökçen Havaalanı'nın paçozluğu ve 9 saat rötar yapan bir uçak. To make a long story short; her şey rağmen konsere gittiğim için çok memnun oldum. KÖPPEK gibi de çaldılar I would hurt a fly'ı. Ben de yaşlı ve uçuşlardan yorgun bedenimle ciyak ciyak eşlik ettim; ki yanımda bir arkadaş vidyoya çekiyordu, şu an o vidyonun akıbetinden endişeliyim.




Bu o vidyo değil, ama sonrasındaki bir şarkının vidyosu. Çeken abi nete de koymuş. Çekeni görür Allah.

Bir de çok büyük konuşup "dünnnyada grup t-shirtü giymem" deyip, istisnayı da Jaga Jazzist ve Broadcast grup t-shirtleri şeklinde belirlemişken bu kuralımı çiğnedim, petrol yeşili bir American Apparel üzerine basılmış şahane t-shirtlerinden lüplettim. Dahası, İstanbul'a dönüş uçak yolculuğumda üzerime bile giydim.

Şimdi bornozları giyip tek sıraya girme zamanıdır, hoççakalın.

9 Ekim 2008 Perşembe

Ananeme ne oldu?

Yeni bir şey değil de, ananeme iki sene önce kanser teşhisi kondu.
Bu ne demek, biliyor musun? Şu demek: Yaşayan bir insan için yas tutuyorsun. Sevdiğin birine "ölecek" deniyor, ömür biçiliyor ve o insan senin gözünde o an ölüyor. Öğrendiğin an, ölmüş gibi sanki. Sonraki anlarda hayalet gibi geliyor sana. Nasılsa ölecek diye gözünün içine bakamıyorsun. Onu daha çok sevemiyorsun. Bir süre sonra o yaşamını sürdürdükçe, içindeki yas muhatapsız kalıyor. Sen birine üzülüyorsun, ama o ölmemiş. Kızıyorsun. Bir an önce ölse, üzüntüden mahvolacaksın. Ama iyileşme sürecin de bir o kadar çabuklaşacak. Böyle, her gün, ufak ufak, yeniden onun öleceği ama henüz ölmediği sürecine alışmak inanılmaz zor.
Hem ölmesin, vücudu sıcacık yanında olsun, hem de ölsün de onu böyle kireçbeyazı bir suratla, gecenin bir yarısı tuvalete doğru topallayarak yürürken görmeyesin istersin.
Bir arkadaşımın senelerdir felçli ananesi vefat edince annesi "çocuğum gibi olmuştu, on sene daha yaşasaydı çocuk gibi de, ben de ona baksaydım" demişti. Aklımdan silinmeyecek bir söz. İnsan böyle bir psikolojiye nasıl giriyor?
Ananemin haberini aldığımda dolmuşla Taksim'e gidiyordum. O an sonradan dökemeyeceğim kadar çok gözyaşı döktüm. Yol bitip de Megavizyon önünde Utku'yla buluştuğumda taziyelere hazır vaziyetteydim sanki. Geceleri annem yatağında ağladı bir süre. Burun çekme seslerini dinledim. Ananemin gözüne bir süre bakamadım. Teşhisi bilmiyordu, gözümle ele veririm diye korkuyordum. Sonrası da kanıksama. Ne yüzsüz olduğumuzu anlama. İnsan alışıyor. Alışılır mı deme, alışıyor. Anane ölecek. Öldü bile. Sen ölümünü kabullendin bile. Üstelik o ölmeden. Öyle ki yaşaması bile üzüyor bazen. Çünkü bir daha ölecek, bu sefer gerçekten ölecek. Sen de artık halin kalmamış bile olsa, bir daha üzüleceksin. "Bir daha göremiycem" diye ağlıycaksın. Şimdi görmek bile öyle tuhaf ki oysa.
Anane nasılsın? Ağrı mı, lodostandır. Bok lodostandır. Anane haberin yok, tüm kemiklerine, organlarına yayılmış kanser. Literally, için içini yiyor. Sen de eriyorsun. Gözüne yaşlı kedi/köpeklerdeki gibi saydam/beyaz bir perde indi. Yaraların kolay iyileşmiyor. Çünkü ölüyorsun. Sana bunu kimsenin söylemeye cesareti yok. Herkes bakışlarını kaçırıyor, sen ağrılarından şikayet ettikçe tiyatro yapıyor. Hepimiz yalan söylüyoruz.
Sen eski kadınsın. "Anı yaşayayım, günü yaşayayım, sevdiklerimle kaliteli zaman geçireyim" modern saçmalıklarını yemezsin. Neyi yaşayacaksın, ne kalitesi? Sen yemek yapmak seversin, bayramda bir uçtan bir uca torunların, torbaların evi doldursun istersin. Sen başkalarını mutlu etmek, fedakarlık yapmak için yaşadın. Şimdi de bu bencillikten uzak hayatın, bizim bencilliklerimizle son bulacak. Sana öleceğini bile söylemiyoruz, o kadar benciliz biz. Sen öleceksin diye değil, seni kaybedeceğiz diye kendimize ağlıyoruz.
Ananem bizde kaldı bayramda. Benim yatağımda yattı. Her sabah uyanınca, her gece yatmadan önce evdeysem yanağından öptüm. Ama ananeme uzun zamandır küsüm. Onu sevdim, beni hayalkırıklığına uğrattı. Ölmeyeceğini düşünüyordum. Şimdi onu yoksayıyorum. Varlığını unutuyorum, ki yokluğu beni üzmesin.
Ben İsveç'teyken teyzem bana dedi ki "ananen kötüleşiyor giderek, gelsen iyi olur Elmira. Bayramı burada geçirsen güzel olur." O iki cümleyi okuyunca çok ağladım. Sonra ucuza bilet buldum, "çok bunaldım" dedim, kalktım İstanbul'a geldim. Ama gelip de sana sevgimi belli edemedim.
Bana içerliyorsundur belki, kırılıyorsundur. Ama ben sana bakınca hiç eskisi gibi değil. Olmayacak da. Ben daha kendimi tamir edemiyorum.

5 Ekim 2008 Pazar

Paramparça Aşklar Köpekler

Özet konuşmayı severim. Kendimi tekrar etmeyi sevmem. Hayat mottom bu iki cümleden ibarettir. Bu iki cümle de yıllar yıllar süren gözlemler ve mental notlar sonucu ortaya çıkmıştır.

Yaşıtım "alter" kızlarda ergenlikten itibaren bir çok mod dikkatimi çekti. Bu triballikler, bu kendini dünyanın merkezi sanmalar (tek çocuk olmaktan kaynaklanan sanmalar daha farklıdır), duygusallığa kapılıp sayfalarca süperboktan kafiyesiz şiirler yazmalar (çocuğun ismini vermemek için übersoyutlamalarla dert anlatılmaktadır), kendini kirlenmiş, çok şey görmüş geçirmiş sanıp arınmak istemeler (yıldızlar ve kanat çizmeler, melek takıntısı), belli renklere gömülmeler, göz kalemlerine abanmalar (siyah ve mor aşkı), kendi bunalımlarından bencilleşmeler ve en çok acıyı o çekiyor sanmalar, Küçük İskender misali kan, irin, sperm, illa ki canhıraş, illa ki acının dövüne dövüne anlatıldığı hikayeler, yazılar, "ben içime atıyorum, farkında değilsiniz ama en çok acıyı vallahi ben çektim"cilikler, "siz beni anlayamazsınız" yalnızlaştırmaları, boktan şarkıların boktan satırlarına insanüstü aşklar beslemeler ("nobody loves no one" satırlı Chris Isaak şarkısı veya "I'm a creep, I don't belong here" Radioheadlemesi veya "ben özeldim, görmediniz, acımı bilmediniz"in satıraralarında verildiği herhangi bir şarkı), telefon mesajlaşmalarında Han Duvarları ekolü, "zaman ve mekan olmadan, haksızlığını kabul ettiğin ve duyguların gölgelerinin sindiği bu gecemi alkolle kirlettim tuvalde" tadında "NE DİYORSUN ULAN SEN" dedirtecek zırvalıkta, 20 kelimeden uzun cümleler (ben erkek olsam böylesinden kaçarım) beni İLLALLAH noktasına getirdi. Alter kız fikrinden soğuttu. Herkes satıraralarında okunmak istiyor, bu nasıl bir dünya? Kendini ifade etmek değil, alttan altta hissettirmek, alttan alta karşındakini etkilemeye çalışmak Türk kızının ülküsü olmuş. Ağzını açıp A demiyor da, "b, c, d, e, f, g ve ayrıca h, ı, i, j, k, l, m, n, o, p, r, s, t, u, v, y olmayan ve hiçbir zaman z de olamayacak, o yüzden klavyedeki o ters üçgene benzer şekle hapsedilmiş harf." diyecek illa. Beynimizi düzecek. Düzme güzelim, derdin neyse anlatsana. Hepimizde bi kuku iki meme var işte, what's the big deal? Dünyanın tüm derdini omuzlamışcasına yarı kısık gözlerle Charlize Theron bakışlara ne gerek var?

Bu kızlardan ve edebiyatlarından öyle iğrenmişim ki, ne zaman böylesinin kurduğu cümleleri okusam, duysam kelime dağarcığımı küçültüyorum. İstiyorum ki erkekler gibi içgüdüsel yaşayayım. Acıkınca yemek yiyeyim, çişim gelince tuvalete gideyim. Kız olunca model daha farklı çünkü. Her şeyi başka bir şeyle eklemleyip, süper karmaşık iç hesaplaşmalarla ordan alıp oraya verip, günün sonunda acıktığını unutup su içersin. His ve karşılık denklemin yamulur. Küçükken şekilleri öğrenmek için kare, üçgen, yuvarlak boşluklu bir tahta pano ve içlerine girecek renkli üçgen, kare, yuvarlak oyuncaklar vardı ya, hah işte, kız olmak o panoya doğru şekli bir türlü sokamamak ve kafa karmaşası sebebiyle üçgeni kare boşluğuna sokmaya zorlamak gibi bir şeydir.

Bu özet düşünme ve özet ifade etme müessesesin çok önemli deyimlerimden biri "paramparça aşklar köpekler" oldu. Bunu içten içe kendimizi paralayarak içip, eğlenip, dağıttıp ettiğimizi anlatmak için kullanırım. Cümle içinde kullanım örneği veriyorum, dikkat:

- Dün gece neler yaptınız?
- Ne yapalım, paramparça aşklar köpekler.
Güncel sanat eserlerinin isimleri beni konuşurken çok rahatlatıyor.

Neyse,

Cumartesi akşamı Tolga'yla paramparça aşklar köpekler yapmaya çıktık. Ama kısmet değilmiş. Bilmeyen var mı, İstanbul'a geldim ya hani ben, şimdi de İstanbul gecelerine akıyorum ya, işte onu diyorum.
Tolga evlenmiş, hayat yükü omzuna çökmüş. Gizli Bahçe aynı kalmış, belki 10-15. kere üniversite 1. sınıf neslini ağırlıyor. Onların gözündeki kaygısızlık, içkiye teslimiyet, rahatlık bizde yok. Kukumav kuşu gibi tüm gece evlilik, ilişkiler, yanlış giden şeyler, anası satılacak şeyler ve boktan şeylerden bahsettik. Yahu, bu nasıl gece? İşte, kısmet. Laf lafı açıyor, herkes dolmuş, anlattıkça anlatılıyor. Ben yorulmadım, çünkü İstanbul'da değilim, ama dönünce nasıl bıkkın, nasıl mutsuz olacağımın previewunu görmüş oldum.
O geceki kahkahalı-mutlu anlarımızdan bir demet görselle bu entryi sonlandırıyorum.