29 Mart 2009 Pazar

Halil Pazarlama

Pazar gününü hiç sevmem. Ama bugünü çok sevdim.

Karnımız aç diye Max'ta şahane soslu ohş burger yedik. Sakincek Saturnus'e gittik, kahve içtik. Hava hala çok soğuk, yüzümüz dondu. Botokslanmışcasına donmuş ifadelerle bir süre yiyeceğimiz pastaya karar vermeye çalıştık. İsveç kışı beni semirttiğinden, ben bir şey yemedim AMMAAA eve kafam boy kanelbulle aldık. Şimdi onun varlığını aklımdan atmaya, evde olduğunu unutmaya çalışıyorum.
Eve gelince Hotmail inbox'ımda (1) gördüm. Nadide bir an. Bu maile ya [Düşünen adam] diye, aslında üye olmadığım spam bir felsefe klübünden uyduruk şeyler geliyor, ya da unuttuğum arkadaşlarımın doğumgünü reminderları. Şimdi kuzenim Berkay'dan fotoğraflar gelmiş. Dün ananemin evinden bulmuşlar. Hiç görmediğim, belki görüp unuttuğum pozlar. Gözlerim animelerdeki kızlarınki gibi dolup, ucundan fışkırma efektli boşalacaktı. Ama kendimi tuttum. Yaşlandıkça mallaşmayı öğreniyoruz iyi ki. Akşama yemekte köfteyle püre var diye teselli ettim kendimi. Sonsuz sığlıkların kucağına attım.
Bir daha aynı karenin içinde buluşamayacak insanlardan bir demet. O zamandan bu zamanı görememek, bu zamandan o zamana tek yönlü bakabilmek ne acı. Veyahut değil. Olan oldu bir defa, bari hepimize yarasın.
Soldan üçüncü, resimdeki ünlümüz. Altı harf. E-LM-İR-A. Bakalım Google atlatılabiliyor mu bu gruplamayla.

Soldan ikinci, ağlarcasına gülen. Fotoğrafta en çirkin çıkan çocuk olduğumun da farkındayım. Ama öyle güzel, öyle güzel bir fotoğraf ki, "ben çocukken çok güzelmişim var ya" ucuzluğu uğruna satamam.

27 Mart 2009 Cuma

Stockholm'de en sevdiğim fotoğrafım. Özenti yerli rock gruplarımız misali, "hemen gidelim de metroda albüm kapağı fotoğrafı/klip çekelim, modern görünsün" tribinden dolayı değil.
Haberlerde veya belki talkshowlarda mesela; bir espiri yapılır, ama espiri öyle eski ve tüketilmiştir ki kimsenin gülmeye takati kalmamıştır. Veyahut şöylesi: Espiri yapılmış, bir gerçek işaret edilmiştir, gülünmüştür, gençler tüketmiştir, ama yaşlılar daha duyup tüketmemiştir. Gençlerin arasında bu tip espirilerin ömrü maksimum bir haftadır mesela. Bir sonraki Leman, Hıbır, Penguen, Neyseo çıkana kadar. Sonraki hafta başka lafa, başka karikatüre, başka tespite gülüyoruzdur. O espiri geçen kıştan kalma, parmağının ucu yırtılmış bir eldiven gibi, gardrobun bere-atkı seksiyonunda unutulmuştur.
Sonra, bir kanalın bu espiriyi duyan bir yaşlısı mesela, alır bunu gündeme getirir. Bizim "böö ÇOKKOMÜK" deyip tam tersini kastettiğimiz şey gerçekleşir ve anneler/babalar bunu çok komik ve güncel bir durum sanıp gülerler.
Bu kadar laf ettin, bir örnekle taçlandır derseniz misal; "Reha Muhtar Atina'dan bildiriyor ÖHEAHEA" gibi bir cümleyi ele alabiliriz. Reha Muhtar'ın Atina'dan bildirdiği yıllar üzerinden neredeyse iki decade geçmiştir. Onun üstüne Muhtar Nülüfer'la takılmış, beraber koyu renk bir çocuk evlat edinmişlerdir. Sonra ayrılmışlar, Muhtar gazetedeki köşesinde Nülüfer'in yeni albümündeki şarkılardan birini üstüne alınmış ve sözlerin duygusallığına karşılık "Ne olur bitti diye bu kadar üzülme. Kolay değil tabi benim gibi adamı kaybetmek. Biliyorum, çok sevdin bu deli adamı." cinsi şeyler yazmıştır bile. Üzerine Aman çocuklar şeyetmesin dizisinde oynayan Tamer "Taşfırın" Karadağlı kuzeniyle grup sekste yeni tadlar aradığı için dizi kepazeye dönüp bitmesinden sonra karısının üstüne kokladığı gül olan Deniz Uğur'dan bir çocuk bile peydahlamıştır Reha Muhtar. TRT için haritada kermiti andıran bir vesikalık olarak telefondan bildirdiği yıllar, bizim için lise felsefe kitabı üzerindeki Yunan filozofların sohbet hali ilüstrasyonuna çizilen baloncuklar ve onları saçmasapan konuşturmamız kadar uzakta ve çocukçadır.
FAKAAAT, yaşlılar için çok taze bir tespittir "Atina'dan bildiriyor" safsatası. Gülerler. Tekrarlayarak gülerler. Duymaları gülmek için yetmez adeta. Bir kere de söyleyerek içselleştirirler. Bu içselleştirme soru cümlesi şeklinde dillenir. Cümle, soru vurgusuyla, sanki birey kendine soruyormuş gibi tekrarlanır. Sonra EHEHEHEHEH diye gülünür. O yüzden de çocuklar ne acıdır ki, ebeveynleriyle hiçbir zaman aynı günü yaşamazlar. Sadece aynı günün içinden geçerler.

Bu çok acayip girizgahın ardından, çıkızgah yapıp yatmayı düşünüyorum. Çünkü bir kuranlık laf ederken, asıl noktayı unuttum. Bugün delice kar yağdığından ve ortamların baharla alakası falan kalmadığından bahsedecektim. Bunun artık gülünecek, dalga geçilecek bir yanı bile olmadığından, çünkü takatimiz kalmadığından. Belki de bahsetmeyecektim.
Şimdi bazen hızlı düşünüyorum ve eşyaya çarpıyorum. Düşüncelerim sekip üzerime geliyor. Ve o zaman mecburen bir anda frene basıyorum. Hasar gerçekleşiyor. Bazen de yavaş yavaş, tadını çıkararak düşünüyorum. Ve sonra eşya üzerime geliyor. Yetersiz kalıyorum. Küçüldüğümü hissediyorum. Ve boğuluyorum. Hasar gerçekleşiyor. Şunu görüyorum ki, hasar almamanın bir yolu yok. Çünkü düşünce hızımda denge ve kontrol yok.
Daha ne olsun işte. İyilik, sağlık.

25 Mart 2009 Çarşamba

Upper-advanced hayatlar

Sezyum'da gördüm ve gerçekten gözlerimden yaş gelircesine güldüm.
İçinde iki kişiden fazla oyuncu olan, "Ordular ilk hedefiniz Akdeniz'dir, ileri!" cinsi, yığınla adamın oradan oraya koşturduğu, ölüp durduğu filmler bana göre değil. Karakterlerin kimci-neci olduğunu aklımda tutamıyorum her şeyden önce. İçime sinmiyor. Yanımdakini de rahatsız edip duruyorum. "Bu adam ölmemiş miydi? Aynısından Harry Potter'da da yok muydu? Düşman olanlar kırmızılılar, değil mi?", "Yüzüklerin şeyindeki kral, bunun kardeşinin aynısı değil miydi?" şeklindeki spastiko sorularla bayıyorum. İlgimi, ilk geniş düzlükte çekilen orduların karşılaşması sahnelerinde veya dörtnala atlatın toynaklarına odaklanılan ve savaşın gösterişli bir şey olduğuna saygı duymamız beklenilen sahnelerde kaybediyorum. Her işin bir rövanşı olmasına ve esas kahramanların kurşun/kılıç/topuz darbelerine sonsuz tahammülüne karşılık, piyon adamların çata çuta ölmesine illet oluyorum. Eski dilde, orta dünya dilinde, falanca bilmemneyinde konuşmaları da beni hiç çekmiyor. Cila. Bununla yatıp kalkan adamlar var, onlara saygısızlık etmek istemiyorum. Sonuçta Tom Cruise'un Scientology inancına göre çocuk yetiştirdiği bir çağdayız. Herkes oynatmış, kollektif oynatmalardayız. O yüzden size terso gidiyorsam kusuruma bakmayın, dostlarım. Demek beni yeterince iyi tanıyamamışsınız.
Bir yandan da doğal buluyorum. Star Wars bambaşka bir dönemi simgelediği için anlamı farklı olabilir de; Harry Potter'la Yüzüklerin Efendisi cinsi şeyler bana 80lilerin üzerlerine gelen hayat gerçeklerinden kaçıp saklanma vesileleri gibi geliyor. Hiç büyüyecekmişiz gibi yaşamadık, şimdi ağır geliyor. İş dünyasında zaten ezik olan bir adam, en azından gidiyor kitap okuyor iki saat, kendine geliyor. İzleyici/pasif olmak, evde oturarak bir zafer kazanmış gibi hissetmek, sadece o kitapla kendini ılık duş almış, bir baltaya sap olmuş, bir boka yaramış hissetmek, karakterlerin yaptıkları/ettiklerinden kendi yapmış/etmişcesine haz almak, böylece günlerini, saatlerini doldurmak ve bunu anlamlı şekilde doldurduğunu varsaymak, bunların oyuncaklarını mıncık mıncık biriktirmek, filmlerinden sahneleri wallpaper yapmak, ortamda bu kitapları okumayan, filmleri izlemeyen aklı selim varsa ona zorla kitap tavsiyesinde bulunmak ve kendini mesih hissetmek.. Tüm bunlar için allah belacığınızı vermesin diyorum. Bu kepazelikten başınızı bir kaldırsanız da ergenlikten çıksanız diyorum.
Neyse.
Star Wars'un, sonradan çekilen bir-iki filmini hunhar erkekarkadaş tarafından izletilmek suretiyle şeyettim. Bana gelmedi elbette. Bir tanesinde, hiç unutmuyorum, sinemada sütun arkasına denk gelmiştim ve perdeyi görebildiğim yalanına sığınarak izlememe hakkımı kullanmıştım.
Bu videoda da adam kıza Star Wars anlattırıyor. Ama güzel yanı, kız da iki üç şey gördüğü haliyle triolojiyi gözünde nasıl canlandırdıysa, o şekilde anlatıyor. Kafffasına göre. Ve acıdır ki; bu haliyle bile bildikleri bana upper advanced kaçıyor.


Star Wars: Retold (by someone who hasn't seen it) from Joe Nicolosi on Vimeo.

23 Mart 2009 Pazartesi

Enişteniz olur. (ŞAKA-İ VAKVAKİYE)

Helecandan dudağımı ısırınca tavşan gibi çıkmışım. Hayır, çenem önde değil. Konuşurken de tıslamıyorum.
Soundcheck esnasında. Koca kıçlı kızlar önde yalandan Malkmus izlemeye gelmişler, adamı tanımadılar.

Malkmus enişteniz olmaz. Olmasa da olur.
Böyle iki müzik entrysi girince de tüm işi yeni grup keşfetmek olan ergen gibimtrak durucam. Yok, olay o değil.
Patrick'in yeni videosuyla coşmuşken, yeni bir keşif olmayan Malkmus'a saygı duruşu yaptım dün kendi kendime. Canım sıkkınken kendini önemsememeciliği ve dalgacılığıyla beni rahatlatıp, dertlerin olmadığı bir koya taşıyor. Komedi filmi seyrediyormuşcasına kikirdemeye ve şarkılara eşlik etmeye başlıyorum. Son rekorum bir yaz günü salondaki kanepede pineklerken Pig Lib'in şahanesi 9-10 dakikalık "One percent of one"ın sololarına ıslıkla eşlik etmekti. O gün Pig Lib'i nota nota ezberlediğimi farkettim.
Malkmus, en son "Real Emotional Trash" diye bir albüm çıkarmıştı. Şimdi siz bilmiyorsunuzdur, öğreteyim: Barış'la bunun userfriendly bir albüm olmadığı konusunda birleşmiştik. Canımıza minnet. Kaçtır adama adanmışlığımızı kanıtlamak istiyorduk. Dün farkettim, ben bu albümü de ezberlemişim. Did I pass the test?
Kasım 2003'te İstanbul'a gelmişti, gittik tanış olduk. Canlı izleme şeyine şeyettik. Bu hikayeyi arkadaşlarımın tümü olmasa da bümbüyük bir kısmı bilir, fotoğraflarını bizzat parmaklamıştır. Bilmeyenleriniz için şuraya koyuyorum.
Yine bileniniz/bilmeyeniniz için 70'ler gibi görünen bir radyo için yapılmış kaydını ve başka fotoğraflarını koyuyorum. Ömrüm size hizmet etmekle geçti, yalan değil.

19 Mart 2009 Perşembe

Who is afraid of Patrick Wolf?

Anan da mı Burberry'ye poz vermişti, ALLAHSIZ!
Patrick+abidik gubidik buruşuk gömlekler+paçası kıvrılmış çocuk pantolonları+palyaço ayakkabıları= AMANIN üstüsonsuz

Patrick Wolf - Vulture

Patrick, yeni dubledecker albümü ve yeni videosunun telaşında. Myspace'ine de videodaki kostümü olan sado mazo deri iç çamaşırlı fotoğrafını koymuş. Zaten bu albümde de, turunun Amerika ayağında yaşadığı bir takım enteresan olaylardan bahsediyormuş. Sado mazoluk bunun bir parçası herhalde. OLSUN, yakışır yiğidime. Nerden isterse ordan yesin ULAN, siz ne karışıyorsunuz?

Ben bu adamı Bowie'yle özdeşleştirdim bir şekilde. Zamanın modasından çok uzakta, kendi dünyasında yaşıyor. Dağın başından getirip koymuşsun önüne sanki. Kendi aleminde. Kemanını çalar, ukulelesini çalar, mandolinini çalar. İlk teremininini 11 yaşında yapmış, sen düşün artık gerisini. Biz FKM'de kabusgibianadolulisesine, girmeyeceğimizkolejlere hazırlanıyorduk o esnada. Nasıl bizim kafamız tohumlansın, çiçek açsın? Okul servisi gibi, beyaz pejolar gibi kirlendik, eskidik. Kafanın içi ciflenmemiş çaydanlığa döndü, karardı vallah.

"Black metal albümüne de, çocuk pop'u albümüne de aynı yakınlıktayım, bir sonraki albümüm hangisi olur bilemiyorum" buyurmuş. Bak. Rahatlığa bak. Adam içine koyacağını biliyor, kılıfını kendi seçiyor. Konsept belirliyor. Ben buna yaratıcı derim, ARKADAŞ! Şurada yeni öyküme başladım iki dakika, novella olsun diye dümen kırdım, karakterleri şeyettim, hop ilgi sabun oldu kaydı gitti elimden. Arka'aşlarla emesende emes edeceğiz diye bir ömrü ilmek ilmek söktük gerisin geriye. Yünde de örgünün kırışıkları kaldı.

Ceza olarak şimdi hepinize sonsuz Patrick fotoğrafları koyuyorum. Bakın da feyz alın.
Ağbeaa Ceza'nın bir kızkardeşi varmış, adı da Feyz-Al. Günü tinerci çocuk espirisiyle tamamlamadı demeyin.

18 Mart 2009 Çarşamba

Biraz da gülelim.

Hep dünyayı kurtaracak değiliz ya.
İkincisini likecool veya inspiremenow blogundan almış olabilirim. Hatırlamıyorum.
İlkini de Sarp'ın bloğundan aldım. Sonra blogun adresini unuttum. O yüzden Last fm'den kendisine bir mesaj attım. Cevabı gelir gelmez updatelerim.
Bugün MR çekimim var. House ortamlara giriyorum ha. Dizide her MR içine girildiğinde hastaların gözleri, burunları, kulakları, delik olan ve kan gelebilecek herhangi bir yerleri kanıyor ya hani. Eğer oralar kanamıyorsa, bilhassa erkeklerde pipi kanaması, şöyle bir sahne: Hiçbir sorun bulamıyorlar, sorun varsa kaynağı bulamıyorlar, odada hastanın yanında hastalık isimleri geçidi şeklinde konuşuyorlar, sonra birden hasta ağırlaşıyor, "ouhhh bittim ben" gibisinden inliyor, daha hastayı ellemeye kalmadan çarşafını açıyor, bir de bakıyoruz ki pipisinden kan geliyor. Kızsa kan kusuyor. Lupus anam, lupus. Her hastalık ilk başta lupus deniyor, sonra Cameron kıl kıl, fettan gözleriyle süze süze "yok o değil" çekiyor, sarı oğlan İngiliz aksanıyla ters gidiyor. House ona bir terso çakıyor. Odasına gidiyor. Cuddy bacaklarını ayıra ayıra illa House'u yanlış yönlendiriyor. House bildiğini okuyor. O esnada kankası Jim Carrey çakması Wilson geliyor, House'a ayaküstü psikanaliz yapıyor. Tabii arada House'un Cameron'la birebir atıştığı bir etik sorunu çıkıyor. Misal; kız tecavüze uğramış, hamileymiş, bebeği kendisini zehirliyormuş ama kız "Aldırmıycam" diye tutturuyor. House, "Kızdan gizli kürtaj yapalım" diyor, Cameron illa ki "Ayıp değil mi, günah değil mi, hak sahibine niye sormuyorsun?" diye bıdıbıdı ediyor. House da bu arkadaşların zıtlığından güç alarak güya, kendi bildiğini okuyor. Bir de House'un endişeli "AMANİNBO" bakışları. Ne çıksa çözüyorsun ULAN, neyin tribindesin? (Tribinden çık diye söylemiyoruz, yanlış anlaşılmasın. Tribine beyaz ekmek banıp banıp yerim.) Yahu, bana kalırsa Cameron'la o sarı eleman boşa maaş alıyor. Bir yaralı parmağa işedikleri yok. House'a sesleniyorum: Nasılsa bildiğini okuyacaksın. Takılberry Finn. Yok, onlarsız olamadı. Yeni sezona hastanenin ER'da ayakişlerine bakan Cameron ve sarı elemanlı, Cuddy tarafından işe alınmış Foreman'lı vaziyette girdik. Baktılar dizi tutmuyor tabi. Onlarsız olur mu be?
Benim favorim Foreman. "İşimdeyim, gücümdeyim" bir insan. "Boynu yok, boynu yok" diye tutturuyor Serhan ne zaman adamı görse. Ona da buradan bir selam göndermek, Foreman'ın boynunun borcu olsun mu? ÖEAHEAHEÖA, ÇOK KOMÜK.

17 Mart 2009 Salı

Tekniska Museet

ISO'nun canına abanmışım, sonra fotoğrafı açınca cep telefonuyla çekilmişcesine çizgili oldu. Artistlikten değil, renk kendiliğinden. Aynalı oda. Hande Yener klibi gibiyim, gördün mü? İndigo'da bir electroclash grubu konserinden çıkmış, kokosunu çekmiş bir Hande Yener klibi gibi. "Niye öyle diosun ağbeaa, kadın aştı kendini. Kabullenemiyorlar." Sanatsal arkadaşlarıma selam olsun. Biriniz klavyeyle şöyle bir atraksyon yapamadınız! HEYHEY!
Türkiye, Japonya'yla kardeş ülke diye vize istemiyorlar. Ammmaaa, uçak bileti Barış Manço discountsuz. Boşuna özenmeyin bu işlere gençler.
Bu fotoğraf her türlü iş yapar. Hiçbir iş yapmasa wallpaper olur.
Korsan bizim sektörü de vurdu AĞĞĞBEAAA! Adamlar müzede korsan ürün bölümü açmışlar. Halbuki biz, bu işe bir ilçemizi verdik: Eminönü.
Böyle şeyler de vardı.
Bunla konuşmaya kıyamaz insan. Jelibon gibi atar ağzına vallahi.
Oyuncak kap-kacak görücem de çekmiycem, ha? In your dreams, baby!
Uzaycıyız ezelden.
"Nasıl ama, ışık saçıyor AHEAHYEOHEAHO" diye gülüyoruz. Tinerci çocuklar gibi konuşuyoruz.
İstikbal göklerde. Yine de bu işlerden çok anlamam. Görkemli diye çektim.

'e gittik, yarısında fotoğraf makinasının pili bitti. Oytun, "Oynayan eller kollar, gözler varmış" diye reklamını yapmıştı. Halbuki o seksiyonda öyle robotik bir içerik yok. Asimo yok. Yok işte. Her şey eski. Kırık dökük. Sanayi devrimi öncesi buharlı, kaldıraçlı, çevirmeli, döndürmeli kollu alet edevatlar. Ben FMci miyim ULAN? Fizikten 11 soruda anca 3 tane yapmışım zaten. İsyanım dağlara.
Sonra telefon, teleks cinsi iletişim şeyleri olan bir katı gezdik. Bir yandan sanatsal/felsefi dokunuşlar, bağlamlamalar. O kısımda biraz coştum. Uzay kısmı da fena değildi.
Bir de çocuklara yönelik olduğundan şüphelendiğimiz fiziksel performans ölçme ve göz yanılması üzerine kurulu, böyle lazerli mazerli, elini ışığın altına sokunca şarkı çalmalı, aynaya bakıp tersten yazı yazmalı bir bölüm vardı. En çok onu sevdiysem de fotoğraflaması güçtü. O yüzden şeyetmedim.
Şimdi buraya ufak ufak fotoğraf koyayım da hele.

10 Mart 2009 Salı

Şöyle bir model varmış bizim buralarda. Likecool'da gördüm. "Yanına geleyim mi hazır sen oradayken" diyen tüm arkadaşlarıma. Gelin, sizi kokpitlerde yatırayım. Kokpitlere gelesiniz.
"Jumbo Jet Hostel is a first hostel inside a real jumbo jet parked at Stockholm-Arlanda Airport in Sweden. It is a retrofitted Boeing 747 jumbo jet, which was originally produced for theSingapore Airlines. The Jumbo Hostel contains 85 beds in 25 rooms of assorted capacities and sizes, including the cockpit suite(with spectacular views) that contains two beds or a dorm room for four adults. And Many original parts of the plane still remain, the lounge bar, first lass seats, as well as the oxygen maks. Now one thing the hostel has going for it is price -- a room starts at 350 Swedish krona (about A$63), which is a lot less than hotel rooms outside of major airports."

I Read, You Read, Lou Reed (Çokkomüğümbenha)

"I’m scared of my own apartment. I’m scared twenty-four hours a day, but not necessarily in New York. I actually feel pretty comfortable in New York. I get scared, like, in Sweden. You know, it’s kind of empty, they’re all drunk. Everything works. If you stop at a stop light and don’t turn your engine off people come over and talk to you about it. You go to the medicine cabinet and open it up and there’ll be a little poster saying, “In case of suicide, call…” You turn on the TV and there’s an ear operation. These things scare me. New York? No."

Dün Blue in the face'i seyrettik. Lou Reed'in muhteşem geyiğini de ilahi bir işaret olarak algıladık. Helal ossun, adam çözmüş buraları ağbeaa.
"Gözüme inanırım" diyenlere:

9 Mart 2009 Pazartesi

Asıl bunu koyacaktım. Dün müzenin hediyelik eşya kısmısından aldım. Sophia Loren'lisi de var. Hepisi de Tolga'nın hediyesi.

La Piscine

Tolga diyor ki; "Sen var mıydın yanımızda izlerken, hatırlamıyorum. La piscine'i izle diyesim geliyor. Mutlaka indir." ULAN, Alain Romy'yi itip kaktıktan, bir güzel ağlattıktan sonra, öpüşüyorlardı hırçın hırçın, neredeyse sevişiyorlardı havuzlu bahçedeki sütunun önünde. UNUTULUR MU? Ağzımız açık "böyle çift olmaz olsun" diye bağıra bağıra, o arıza ama ateşli aşkı izlemedik mi?
Bu dönemin filmlerinde hep bir yazlık havası, değil mi? Gömleklerin önü hep açık, yüzler hep bronz. Keten pantolon ve dönemin en moda parçası blazerlarla iskelede yürümeler. Hep ıslak ıslak banyodan çıkma halleri. Bu serinin Türkçe edisyonları da Serpil Çakmaklı ve Ahu Tuğba'nın büyük ihtimalle Erdek'teki bir yazlıkta çektiği "Evcilik Oyunu", "Metresim Olmaz Mıydın?", "İsyanım, Seni Tanımadan Evvel Zengin Babası Olan Kızla Evlenmeme", "Uzaktan Arkadaşım" ve sonlara geldikçe şef garson Emrah'ın deniz aslanı Seren Serengil'le veya bilumum şimdi gündüz programı sunan kadınla falanca otelde çektiği "Batı Yakası Şeyi", "Yalnız Güneş Şahitti", "Kız Zengin Ben Fakir", "Barda Durur Barmen Minik, Şişe Elinde/Biz Çalarız, O Durmaz Hep Oynar Yerinde" filmleri var.
Müjde Ar'ın "fahişeysem de onurumla, beğendiğimle yapıyorum" filmlerini saymıyorum tabii ki. O her zaman klas takıldı. "Beyaz, beyaz isssssstiyorum" diye tıslamadı yarı çıplak, yataklarda. Beyaz istiyorduysa da alıp sefasına bakıyordu. Paçozlamıyordu. Kadının böylesine hastayım. Mezara kadar seksi diyor adeta. Mezara kadar bağımsız. Mezara kadar ekonomik özgürlüğünü (öyle ya da böyle) eline almış. "Sahiplen, sar beni kocacım" diye inlemiyor. Çakmaklı-Tuğba filmlerindeki gibi eve kapatılınca seksi elbiseler yerini şile bezi, hamile giyim, bol elbiselere bırakmıyor, garsoniyer olarak kullanılan evde temizlik yapmıyor. Şimdi Aysun Kayacı'yla program yapıyor gerçi. Olsun. Başrolde nevrotik veya paranoyak veya tecavüze uğramış veya fahişeyi oynayan ve bunu mağdur edebiyatıyla yapmayan tek kadındı döneminde belki. Ona da bir selam gönderelim mi buradan?

8 Mart 2009 Pazar

Leksaks Museet

Elinde naylon poşetle gezen adamlar vardır ya hani. Tabi söz meclisten dışarı da, onu hatırladım.
Fotoğrafları yerleştirirken sürekli yerleri kaydı. Bu da eskilerden bir Ken bebek kutusu.
Kutusunu koymuşlar ıdı, gerçeğini göremedik.
Bu fotoğraflardaki tüm emekçi hayvan kardeşlerimi saygıyla kucaklıyorum. Emeğe saygı, arkadaş.
Pirates of the Garibian. Dilenci oyuncağı yapılır mı, ULAN! Sapasağlamsın, çalışıp kazansana.
Şimdi siz bu fotoğrafta ne görünüyor anlamadınız di mi? Palyaçolar da ağlar.
Haaa, evet, çok havalı bazı minyatür ortam düzenlemelerinden bir örnek.
Üstüne basıverin de büyüsün. Yoksa bir şey anlaşılmıyor be annem.
İşte. Ben de çok sevdim.
Obeze bağlamadan birkaç on sene önce mikiyle, şimdiki şımarık tiki. Tiki Maus. Haftasonu caddedeyiz, ağğğbeaa.
Yine çekiç/orak temalı, zanaatkara değeri yansıtan bir takım işçi partisi temalı oyuncaklar.
Yordunuz beni yıllar.
Bir küçük ayı. Kendi kendine takılıyor.
Bu kuzuyu inanılmaz sevdim. Lütfen bu konuda anlaşalım. Sevdim, çok sevdim. /Tanıdım aşkın en saf halini.
Kuru, sulu karıştırıp içiyorum, Oh Oh. Ayıcık Cemil'e bağlamışken. Vallahi içmiyorum Sevim.
Hepsi laboratuvarda değil, kimi arkadaşlarımız da pavyonlardan ekmeklerini çıkarıyor.
Kimisi sirklerde.
Fotoğrafa da hayranım, bu arkadaşın yarı dumanlı kafayla konsere çıkmasını da en az sizin kadar tasvip etmiyorum.
Acı dolu yıllar. Olsa gerek.
La Toya Jackson mısın ablacım?
Bu normal.
Bu fotoğrafı Rana'ya ayrıca göndereyim dedim. Gözlükler, dönemin kalemimtrak etekleri, mayoları, terazisi, Breakfast at Tiffany's model sigara filtresi, tepsi içinde boş bir tabak ve dökülmüş portakal suyu dolu bardağı. Topuklu ayakkabılar. Regli olunca karna konan sıcak su torbası ve bir takım kadınlığı simgeleyen şeyler.
Eski Barbie kutusu. Arşiv amaçlı. Sizin ilginizi çekmese de Tolga hatrına.
Terazi manyaklığım. Kırmızısı da Nordiska başlığım altında duruyor. Adalet, terazi falan diye espiri yapayım mı? ŞAKA.
Adamlar aşmış ağbeaaa, temizlik eşyalarını koydukları dolabın oyuncağını yapmışlar.
Bugün Oyuncak Müzesi'ne gittik. Her şey çok güzeldi. Ama Lego kısmı çok küçüktü ve Mc Donald's oyuncaklarının hemen yan rafındaydı. Algımızı folloşlatıp, bizi Lego'dan soğutmaya mı çalıştılar, bilmiyorum. At gibi zevkten kişneye kişneye vitrinlere baktım. Oradan oraya zıpladım. Sonra da eve döndük. Bu fotoğrafları yüklemek de bir saatimi aldı. Yeter bıktım, bir an önce bakın da geçsin. Üstlerine tıklayın, vitamini kaçmasın. Bümbüyük de görün, ben onları öyle gördüm de beğendim.