1 Eylül 2011 Perşembe

İhtiyar meclisi

Bu kış birden fark ettim ve derhal Serhan'a söyledim: Mahallede tek bir çocuk yok. Ne de sahibi tarafından gezdirilen bir köpek var. Sebebi açık; genç muhitte oturuyoruz. Çocuktur, köpektir, böyle sorumluluklar buraya büyük gelir. Kağıttan olmayan temiz tabaklar, tencere yemeği, dolapta çürümemiş, taptaze meyveler, yastıklarının altına cips kaçmamış koltuklar ve perdeli pencereler de. 18-22 yaş aralığında bir diyar. Arada sırada üçüncü dünya ülkelerinden doktora öğrencileri ve çökük omuzlarını görmesem, insanlığın altın devri geldi, herkes sonsuza kadar genç kalacak sanacağım. Haftasonu Perşembe'den itibaren Pazartesi sabahına dek parti, sokak köşelerinde hiç kapanmayan barlar, yüzbinlerce flip flop, milyarlarca şortlu kız ve kaprili oğlan. İnsan kendini ihtiyarlamış hissediyor. Bereket, minyon bir insanım, 29'u görmüş olsam da çok tuhaf kaçmıyorum dışarıdan bakınca. "Old fart'a bak, gencecik mahallemizin yaş ortalamasını yükseltiyor" diyemezler.

Pazar sabahı krep için sütün bittiğini farkettik. Markete giderken bir de baktık, hani felaket filmlerinde ertesi gün insanlar yıkıntıların arasından ağır ağır ufka doğru yürürler ya, aynen onun gibi her apartmanın kapısının önünde en az beş-altı genç, yüzleri içkiden yeşermiş vaziyette, metro durağına doğru yürüyor. Bu yığının içinde kaç onbin one night stand'in ertesi günü var, biliyor musunuz? Miniminnacık elbiselere, sabahın 9'undaki o apostrofa dönmüş topuklara ve akmış rimellere bakarak kolayca hesaplanabilir. İnsanların gerçek aşkı ararken sarf ettikleri enerjiyi bir santralde toplasalar, dünyanın birkaç binyıllık enerjisi elde edilirdi. Milyonlarca insan gözlerine kilometrelerce kalem çektiler bugün, topuklarını üst üste koyunca Ay'ın çevresinde iki tur dönülebilecek kadar ayakkabı satıldı, milyar litrelerce alkol tüketildi konuşabilmek için, binbir pozlar kesildi, umursamazlığa sözde övgüler düzülerek aslında birine ihtiyaç duymanın acizliğine nice örtülü türkü yakıldı. Belki bir gün gençliğin kıçına bir sayaç takarlar da, tüm bunların ne kadar enerji kaybına, dolayısıyla ne kadar besin israfına yol açtığı anlaşılır. O kız o muzu yemesin, o akşam o çocukla büyük aşka başlamayacaksa. O kız Altınbaşak yesin, kimsenin yemek istemediği brokoliden yesin, ne bileyim. Kaynakları doğru tüketmek gerekiyor, değil mi ya?

Sabah şekerlerine geri dönelim;

Kaldırımda arkalarından yürüdüğümüz kaç sarhoş genç kaldırıma gözleriyle tutunursa sağ salim eve varabileceğini düşünüyor kim bilir, oh, saymakla bitmez. Sesler boru boru çıkıyor, ertesi gün çatalı tabir edilen, içkinin ses tellerini cayır cayır yakmasından kaynaklı. O leşlik hali, aman, düşman başına. O beton kafa, ne kadar banyo yapsan yumuşamaz. Göz kapakları yarıdan fazla açılınca, ışık beyne sızıyor diye mi ne, bir anda çıldırasıya bir baş ağrısı tutar. Bile bile sonraki hafta yine içersin. "Bir daha içmeyeceğim" dediğinin beş gün sonrasında yine içersin. Kafan öyle çalışır o sıralarda. İçinde olduğun anla öyle senkronize olmuşsundur, çizgilerin içini taşırmadan öyle dolduruyorsundur ki, kusursuzdur her şey. Sonraki günü teferruat görürsün.

Gençliğe özlem konu başlığı altında Serhan'a dönüp "Gönül Yazar'ın bir lafı varmış: Kız olaydım da, telekız olaydım" dedim. Güldü. "Youth is wasted on the young" dedi. Güldüm.