15 Mart 2010 Pazartesi

Moda bloglarının önlenemez yükselişi (diye başladım, sonu ne oldu)

Peşinen söyleyelim: Modayla ilgileniyorum, KORKMAYIN. Hep ilgilendim. Hala, İsveç şartlarında öğrenci halime rağmen tanesi 20-25 TL'ye denk gelecek şekilde birkaç moda dergisi alıyorum, özel sayıysa daha bile çok veriyorum. Benim zevkim, ARKADAŞ! Eve gelicem, kucağıma koyucam, sakin sakin sayfaları çeviricem. Beğendiklerimi işaretlemek için sayfayı içeri katlıycam. Sonra tekrar dönüp bakıcam, ayırdığım sayfaları yer yer kesip göz zevkim için bir kenarda biriktiricem. Çevirirken bazı sayfalarda beğendiğim onca renk ve ilham veren modeller görünce kalbim korkmuş küçük bir kuş gibi pıt pıt atıyor.

Bu yüzden o dergiler atılamıyor. Evde toz çeken bir yığın olarak sandalyenin altında, televizyonun yanında veya masamın kenarında, kütüphane raflarımda veya başucumdaki şifonyerin üstünde duracaklar. Hep. Yani bu girizgahın amacı nedir; benden korkmayın. Hülya Avşar'ın bıyıklı-ağdasız entellektüel tanımındaki gibi, bıyıklı ve ağdasızca ahkam kesmiyorum. Dolap önünde geçirdiğim saatin haddi hesabı yok. Seviyorum ölesiye. Ortaokuldayken de böyleydim, lisedeyken de. O zaman da okuldan çalınan regli sancılı ilk günlerin yataküstündeki iki büklüm geçen seremonisinde elimde bir Marie Claire, bir Elle olurdu (Cosmopolitan'ı saymıyorum, hiç almadım. Hiç okumam. KUAFÖRDE BİLE. O yüzden bana "vayt, erkeğini şey yapmanın ellibeş yolunu öğretiyormuş, ne sığğğ ayyyy" diye yüksek gözlem yapmayın. O gözlemlerin gazı çoktan kaçtı.)

Hah, bu konuda anlaştıysak arkalara doğru ilerleyelim.

Son bir yıl içinde yerli/yabancı birçok moda bloguna denk geldim. Beğendiğim, beğenmediğim oldu. Bir şeyler öğrendiğim oldu. Hala takip ettiklerim de var. Yine de özellikle yerli moda bloglarının sayısındaki korkunç artış aklıma şunu getiriyor: Türkiye'de moda, bilhassa büyük şehirlerdeki kızların kendini ifade şekli, bir anlamda kayıp politik duruşlarının ikamesi oldu. Yani Türk kadını artık kendini en zararsız, en fişlenmez şekilde böylece ifade ediyor; markalar, trendler, envai çeşit renkler falan kimliğini, neden bu dünyada önemli bir birey olduğunu açıklıyor. Falan marka elbiseyi istiyor, falanca designerı beğeniyor, şu kozmetik ürünleri tercih ediyor ve VOILA! İşte bu benim, tüm alışveriş alışkanlıklarımla. Bu seçimi, bu komboyu benim dışımda kimse yapmadı (çünkü bohemle klasiği aynı potada eritebiliyorum, ikonum Sex & The City'den SJP) ve bu komboyla kendimi eşsiz bir yere oturttum. Beş TL'lik kol saatimle Chanel cuff'ı aynı anda takabiliyorum ve bu seçimin ne kadar bana has olduğunun farkındayım. Vintage da severim, füturistik tasarımlar da gönlümde apayrı bir yer kaplıyor. Tasarımcı isimlerini, geçen sezonları, yazın kış-kışın yaz modası takiplemeyi bilirim, dersimi çalıştım.

Türk kadını bu kadar modaperver değildi eskiden. Jenerasyon X, jenerasyon XOXO'ya dönüşmemişken. Bir kere "moda" kelimesinin bizde ne kadar yavan anlamlarla kullanıldığı bile açımızı ele veriyor, kusura bakmayasın. "Fashion" kelimesini "in" ile eş anlamda kullanıyoruz. O yüzden yer yer anlam erozyonlarına uğruyor ve saldırılara açık hale geliyor bizde "moda". "Moda, insanın kendine yakışanı giymesidir" gülmece-güldürmecesi üzerinden kaç kişi, kaç ekmek yedi. Ki şimdilerde bu tip saldırılar "moda" kelimesi yerine "moda sektörü" diyerek tamir ediliyor, (kurumsallaştırılıyor ciddiyeti, sektörü ifade etmesi bir yana) kalıcı olduğu vurgulanıyor. Türk insanının bakımsız ve hazırcevaplısı bu geçiciliğe tutunamasın diye.

Türkiye'de olmadığımdan Vogue (Vog şeklinde okudum, Madonna da öyle okuyor galiba http://www.youtube.com/watch?v=mNgSy8HGWkk) ilk sayı çılgınlığıyla ilgili hiçbir detayı yakından inceleyemedim. O yüzden numaralandırılmış ve sınırlı sayıdaki dergiler için insanların kuyruğa girmesi, sabah 5'te çadır kurması falan, maalesef benim ilgimi pas geçti. Ancak eleştirenlerin kaleminden hikayeyi okuyup öğrendim, sözkonusu eleştiriler bana, her hayvan hakkı ihlaline "bu ülkede insana saygı var mı, hayvana olsun" şeklinde kademelendirici, sıralamacı yaklaşan bakış misali, yarı yavan geldi (ki hayatımda bir kere Vogue okudum ve sarmadı, herhangi bir derginin müdafaa-i hukuk derdinde değilim). Bu ülkede zengin insan varsa, derginin içindeki markalar Türkiye'de halihazırda satılıyorsa, herkes o dergiyi alabilir canım. Nasıl o markalardan giyinenin magazin sayfasına sitem etmiyorsan, bunu da görmezden geliver. Sen rahat ol, yine fakirler de fakir kalacak. Bunda o kadının Vogue almasının payı yok. Gönlün olacaktı diye Vogue almayacak mıydı? O Vogue almayınca birkaç fakir mi doyacaktı? Allah aşkına, bu yüce dengeyi kim biliyor, kim bu işin terazisi yahu? Sen model uçak alırsın, beriki dergi alır. Sen konser için sıraya girip sabahlara kadar beklersin, beriki dergi. Seninkini onunkinden üstün kılan nedir? Seninkini daha insancıl kılan nedir? Moda dergisine bakmak için önce dünya barışının sağlanması, adaletsiz ekonomik düzenin onarılması mı gerekiyor? Hepimiz benciliz işte, onda mutabık olalım. Bencilliklerimizi derecelendirmeye lüzum yok.

Konuya geri dönelim,

"Her şeyi buna bağlıyorsun" diyeceksin belki, ama bu moda tutkusu bizde, bizim tarihimizde, apolitize gençlik sayesinde bir anda patlayıvermedi mi? Moda tarihiyle ilgili bir kitap okuyordum, az çok diğer ülkelerde sektörün ve pazarlama taktiklerinin gelişmesini oradan biliyorum da, bizdeki moda çılgınlığı marka ürünlerin ucuz iş gücü sayesinde dikildiği gariban bir ülke olmamızdan, geleneksizce başlamadı mı? Uyuduk uyandık, herkes ahkam kesecek kadar, moda blogu yazacak kadar şey biliyormuş. Bir gecede mi oldu tüm bunlar? Giyinmeyi demiyorum, her dönem, her kadın giyinmeye, modaya düşkün oldu da (annemlerin permalı saçları en acı örnek) bunun tüm olay, paketin tümü haline gelmesi ne zaman oldu? Moda anlayışı insana bir duruş katıyor, evet. Stil, bir insan hakkında başlıbaşına birçok şey ifade ediyor. Ama bu ifadenin altını başka şeylerin de doldurması gerekmiyor mu?

Türk moda bloglarına bakınca, çoğunun evde oturuveren kızların, kadınların resmi geçidi olduğunu görüyoruz. Sosyal hayatı gündüz vakti mağaza gezmeler sonucu uğranan kafelerden ibaret, bir anlamda tıkanmış bu insanlar, kendilerini moda ürünleri sayesinde kıymetlendiriyorlar. En janti reklam ajanslarında, muazzam halkla ilişkiler kariyerlerinde şıklıklarıyla dikkat çekenler, ikinci sırada geliyor. Üçüncü sırada ise vizyonu ve moda estetik anlayışı dergiler sayesinde gelişmiş, parası yetmeyeceğinden bu tasarımların kopyalarını orta sınıfa yönelik markalardan (Mango, Zara) veya markanın kendisinden bütçeyi zorlamak pahasına annelerinin taksitkartlarıyla alabilecek/alamayacak öğrenci kesimi var. O zaman nereye geliyoruz, taksitle marka almak olgusuna geliyoruz işte. Geçtiğimiz yıl galiba, bu konuda bir şeyler okumuştum. Lüks markaların nasıl da durumdan şikayetçi olduğuna dair. Lüksün tanımı değişiyor, lüks taksite bağlandıkça lükslüğü kalmıyor. Bağlantılandırıldığı ünlüler, yüksek sosyete fertlerinden uzaklaşıp halka iniyor. Bu yüzden büyük markalardan bazıları, kredi kartı ve taksit olayını toptan kaldırmışlardı nitekim (Türkiye'de bu uygulama gerçekleşti mi, bihaberim).

Moda dergilerinde moda editörü-stil direktörü olarak isim yapmış, tüm bohemlikleriyle neredeyse paspal olarak adlandırılabilecek bir takım kadınların seçimlerinin yüceltilmesi, Amerika'da, Avrupa'da sosyal adalet namına bir şey ifade etmiyor belki, haklı olarak. Ama Türkiye'de bu yönüyle ince elenip, ağıra gidiyor. Hayatı boyunca farklı ülkelerden tadımlık kültür öğrenip ferah ferah yaşayarak, hobi gibi bir iş sayesinde pahalı markalardan en güzel kombinasyonları seçmesi, bir lira için binbir saat çalışanlar farkına bile varmayacağından, fukaranın sözde yanında duran medyanın ve ayaklı sosyal sorumluluk projesi üniversiteli solcuların ağırına gidiyor. Toplumun yüksek alım gücü olan kesimlerine ait zevkleri, fakir bütçelerin, asgari ücretle çalışanların varlığına hakaret sayan medya, kendince manevi yoklama çekiyor, Vogue sırasına girenleri bir yandan ezedursun, diğer yandan kadın ekleriyle durumu benimsiyor. Ki bu eklerde "kadına dair her şey" vaadediliyor; kapakta yerli magazin, iç sayfada podyum fotoğraflarıyla moda haberleri ve ev ekonomisi , karşısında burçlar ve un kurabiyesi tarifi, son sayfada da yabancı ünlüler ve çocuklarına dair evcil haberler, büyük gazetelerin "kadın"dan ne anladığını özetliyor.

Blog diyordum, nerelere geldim yahu. Dur moda bloglarına bir teğel atayım, sonra dikerim ben bu fikrimi ince ince.

Bilemiyorum beş sene sonraya bu moda blogu debdebesi kalır mı, bu kadınlar otuzlarına gelip de hafiften geçmeye başlayınca hala aynı telden çalarlar mı. Eğer çalarlarsa, o zaman da ilgimi çekecekler, eminim. Çalmazlarsa, bu sefer hangi bir ucundan hayata tutundukları ilgimi çekecek. Yeter ki bir varoluş çabası göreyim, o çabayı tüm parlak kağıdından sıyırıp inceleyeyim.

P.S. Moda dergilerindeki makaleler "elbisenizi korumanın 55 yolu, kışlıkları kaldırırken dikkat edecekleriniz" gibi fonksiyonel değilse, okumaya pek zahmet etmem. Ama (moda değil ekseriyetle) kadın dergilerindeki makale ve röportaj klişelerine dair tespitler için şurayı tavsiye ediyorum, tadından yenmiyor.