17 Aralık 2010 Cuma

Assolistler yalnız uçar

Eski assolistlerin en ünlülerine bakıyorum da, hepsi yalnız. Evlenmiyorlar zaten, birlikte yaşıyorlar veya tek başlarına kalıyorlar. Belki "Kalmak" doğru kelime değil. Terkedilmiyor, bırakılmıyor, tek başına olmayı kendileri seçiyorlar kimbilir. Aklıma geldi hemen; senelerdir arkadaş arasında yeri geldikçe tekrarladığım bir cümlesi var Seda Sayan'ın, artık bağlamından koptu, bize özgüleşti gerçi: "Bugün bir Seda Sayan'ı taşımak kolay değil". Cümledeki anafikri benimseyeceğim müsadenizle. Belki o anlamda taşımak kolay olmadığından yaşı küçük sevgililer, evliliksiz iş adamıyla beraberlikleri falan gırla gidiyor. Evlense, adam "çalışmayacaksın" diye ümüğüne çöküyor. Bir de hep böyle içlerine kapanık, kırılgan, durgun halleri var. Eski topraklıktan kaynaklanan bir ağırlık, hanımefendilik.

İçlerinde en klas Emel Sayın bana kalırsa. Abacı'yı da seviyorum, ama o yaşlıca. Onu bu kategoride ele almayayım. Hüner Coşkuner'i geçelim. Tribünlere oynayan Muazzez Ersoy'u da karışık hislerle severim. Hafif kafası güzel gibi söylüyor, o yönünü sevmiyorum. Gerçi Ersoy'un magazin yönü daha kuvvetli. İstemese de dillere düşen ve fakat sadece birkaç ay süren bir evlilik geçirdi İsmet Özhan'la, benden başka hatırlayan var mı emin değilim. Hele bu evliliğe dair Pazar gündüz vakti yayınlanan bir magazin programından aklımda kalan görüntüleri anlatsam... Eşofmanlar içinde İsmet Özhan ve yeni eşi Muazzez Ersoy bir bahçede, salıncak başında ropörtaj veriyorlar. Saçı makyajı yapılı, ama spor giyimli Ersoy zaten başta göz yanılması gibi geliyor. O dönem İsmet Özhan aktif dinamik heyecanlı, bir hopluyor, zıplıyor, karısının omuzundan tutuyor, hop salıncakta oturtup sallıyor falan. Muhabir "hep böyle sportif misinizdir? beraber mi egzersiz yapıyorsunuz?" gibi çıtırçerez sorular soruyor, Muazzez Ersoy akşamdan kalma tavırlarıyla "yok, benim sporla işim olmaz" gibi cevaplar veriyor. İsmet Özhan yerinde duramıyor, "ben onu alıştırıcam, hep beraber spor yapıcaz" diye kendi kendine halleniyor. Hızını alamıyor, "sigara içiyor, bıraktırıcam onu da, sağlıklı bir hayat yaşıycaz" diye tutturuyor. Muazzez Ersoy ağır abi gibi haddini bildirirerek "yok, o kolay değil işte, o da benim zevkim" deyip, anne tavırlarıyla savuşturuyor İsmet'i. "Yok, bakın iddiaya giriyorum, Muazzez sigarayı bırakacak" diye sürdürecek gibi oluyor İsmet, Muazzez "hadi canım, hadi" geçiştirmeleriyle konuyu kapatıyor.

Bu görüntüleri izledikten sonra zorla evlendirildiklerini düşünmüştüm. Muazzez Ersoy'la "Kalbimi kıra kıra" şarkısının klip çekiminde tanışan İsmet oracıkta aşık olmuştu, jet teklifiyle evlenmişlerdi de, sanki bu evlilik tek yönlüydü. Muazzez bu evliliğe adeta atanmıştı, mecburi hizmet gibi kadife eşofmanla görüntü vermekle yükümlüydü. Öyle höt zöt ağır abilerle şimdiye kadar kimbilir ne serto ilişkiler yaşamıştı, belki "yürek kuşum artık bir dala konsun, dinlensin" diye niyet etmişti. Niyetini bilemeyiz. Ama beraber ahenksiz duruşları çok tuhaftı. Nitekim sonra Ersoy Özhan'ı boşboğazlığı yüzünden terketti. Özhan da, o sağlık topu Özhan, o yerinde duramayan, Muazzez'e sigara bıraktırmaya and içen Özhan da on-yirmi kilo verip sigaraya başlamaz mı! Anacım, başımıza tiryaki kesilmez mi! O saçlar efkardan beyazlamaz mı! Hatta şimdi İsmet Özhan diye aratınca karşıma çıkan bir haberde okuduğuma göre Londra'da mezarcılık yapmaz mı? Neye niyet neye kısmet. Aklımda yer eden bu evliliğe dair bilgi kusmukçuğum da burada dursun.

Evet, esas kadınımıza, seneler geçse de güzelliğinden fire vermeyen Emel Sayın'a gelelim. Dün bir fotoğrafıyla farkettim, bu kadında bir Cate Blanchett quality'si var. Cate çok bir şey olduğundan değil de, hani esaslı oyuncu, karakterli yüz falan deniyor ya. Kendimce övüyorum Emel Sayın'ı. O duruşta, edada benzer bir şeyler var. Sonra tüm albüm kapaklarına baktım netten, hepsi sadecik, italik elyazısıyla ismi yazan tertemiz kapaklar olmuş. O şatafat, o koşturmaca, düğün makyajları falan yok. Klas var. Hemen diziyorum buraya. Takdir Türk halkının.

Vallahi benziyor.

Şu şakacıktan bebek yazısı gibi duran şeye bakınca, bu albüm doksanlarda çıkmış olmalı. Doksanların lüzumsuz şımarıklığı var.
En sevdiğim poz. Kendi avatarımla da özdeşlik kurdum.

Tabii onunki çok havalısı. Tek bilekten bükülmüş el kısmı benziyor.
Sonracığıma...
Şunda da bi seksenler sonu, doksanlar başı sezdim. "Emel Sayın" yazısının italikten bold caps'e hesapsızca geçişi, havaifişeklerle görselleştirilmiş şatafat merakı. Soldaki nazar boncuklu şımarık "Yaşar" logosundan falan dolayı da neredeyse eminim, bu albüm de doksanlar işi.
Bize de böyle havalı, efil efil bir bitiriş yakışır.

14 Aralık 2010 Salı

Acun sevmemek neye işaret ediyor?

Bu umursamaz gibi, "sıkıldım senden amaan uf" der gibi, adeta ilişkinin son döneminde kızın yaptığı kıskançlıklardan baymış erkek ifadesinin büyük hastasıyız Acun ağbiy. Hamdi ağbeye de selamlar. Yok, yok, telefonu vermene gerek yok, sen deyiver selamımı.

Acun Ilıcalı'yı ne gibi düşünmek lazım aslında biliyor musun; lisede arka sırada oturan, hocanın her dediğine cinsel göndermeli şakalarla/imalarla cevap veren (tutmak, kavramak, koymak gibi kelimelerin edebi metinde geçmesi üzerine mesela), teneffüs oldu mu "beyler!!! beyler!!!" diye ünleyerek başka sınıflara koşturarak giren, öyle bir hızla giren ki, kapıyı duvara çarpan ve en ön sırada toplaşmış, fısır fısır dedikodu yapan kızların bu sesle yüreğine indiren bir delikanlı; alnı hep terden parlak, elinin ayağının ayarı olmayan, buram buram hormon, traş losyonu ve arka bahçede içilmiş de taze söndürülmüş sigara kokan bir delikanlı. Ama bir kontekstin içine çekip "Acun ve Türk televizyonlarında asortik yarışmacı fetişi", "Acun ve kankaları: Caddede gezen Fenerbahçeli ve polo yakalı genç Türk erkeği" falan gibi şeylerin içinde yorumlayınca da enteresan olabilir. Yine de, hiçbiri iştahımızı "Acun ve cehaletine rağmen paranın canına okuması" kadar çekmiyor. İşte bu konu başlıbaşına sosyolojik tespitler geçidine sebep olur, irili ufaklı bir sürü tespit Acun Ilıcalı'nın şahsiyetinden ziyade Türk insanının başkasının zenginliğini çekememesi üzerine yapılabilir. Çünkü bir diğerinin fazlaca para kazanmasını hep "oturduğu yerden" şeklinde görmeye ve dolayısıyla haksız bir kazanç olduğunu düşünmeye alışmışız. Para kazanılması için uzun yıllar okul sıralarında dirsek çürütülecek veyahut alaylı olmak için birilerinin yanına çırak girilecek. Güçlükler, acıyı bal eylemeler ardından gün gelecek, ki o gün mid 50'lerde gelecek, biz de o paranın hakedilmiş olduğuna kanaat getireceğiz. Arkada asılı diplomasıyla, mühendisliğiyle, avukatlığıyla, meslek birlik odalarına ödenmiş aidatlarıyla o insan haklı zengin. Halbuki dünyanın düzeni artık bu değil; medyanın, (lüzumlu/suz) bilginin, iletişimin (daha doğrusu kendini aktarmanın, kendini sergilemenin, "ben anlatayım sen dinle"nin), kölesi olmuşuz. Bu köleliklerden bir sürü meslek icat edildi ve oturduğun yerden para kazanmak aklandı artık. Yanlış/adaletsiz bir sisteme göre aklanmış bile olsa, bu sistemi eleştiriyor bile olsan, değil mi plazalarda yüksek topuklularınla, kösele pabuçlarınla sisteme can veriyorsun, o zaman çapını gör, anlamaya çalış şu işi yahu! Kuru kuru sistem karşıtlığıyla ömür geçmez. Fak dı sistım da, o sistemin içinde duruyorsun. Sisteme bir şey oldu mu, dolar düştü mü, altın fırladı mı, paradan onbeş sıfır atıldı mı canından can çıkıyor.[1] Hem artık oturduğu yerden para kazanmak bir hakaret değil, bir tercih, yeni oyunun kurallarını bilene.

Acun Ilıcalı'nın variyetinin hak-lı/sızlığı eleştirilecekse eğer, önce paranın kaynağına bakmak lazım: Bu insanın mesleği nedir? Yapımcılık, yer yer sunuculuk. Sunuculuğu artık zevki için yaptığına göre asıl mesleği, televizyon yapımcılığı, neleri gerektiriyor? En basit haliyle, düşünebildiğim kadarıyla düşünüyorum. Yapımcılık, yani yapımları satınalımcılık, bir televizyon programının formatına parayı basıp Türkiye'ye getirmecilik. Acun, Survivor'ı, Açtırdın Kutuyu'yu, Zor Gibi Görünen Basit Sorunun Cevabını Bilen Beri Gelsin'i formatını satın alarak Türkiye'ye getiriyor. Yani para peşin cebinden çıkıyor, kimse korkmasın, bankadaki parası ilk etapta eksiliyor. Sonra bu programlar yayınlanmaya başlıyor; tutuyor-tutmuyor-ataçla tutturuluyor, Türk öff ve ayyhdetlerine uydurularak. Yayın süresince araya reklam sokuşturuluyor, o reklamları verenler belli miktar para ödüyorlar. Sonra masraflar düşülüyor herhalde; kanalın, kameramanın, makyözün, çaycının, yönetmenin parası veriliyor. Sonra geriye kalan para da Acun'un banka hesabına gidip yatıyor. Acun bir anlamda parasını işletiyor, yatırım yapıp faiziyle geri alıyor. Böyle böyle, yapımcılar başarılı formatın kokusunu en erken almak için pusuda beklerken, yabancı televizyon kanalları da kıymetli yapımlarının formatlarını başka ülkelerdeki kanallara ihraç edip işlerine bakıyorlar. Yüzyıl öncesi gibi geliyor ama Susam Sokağı'ndan ışınlanmış gibi duran kuklamsı Doğa Bey vaktiyle BBG formatını Türkiye'ye getirmişti. Armağan Çağlayan'ın bitmeyen Popstar serisi de, ithal edilmiş bir formattı. Yani uzun lafın kısası: Yapımcı eşittir parayı basmacıbaşı. Kimse diplomasına, lise karnesine falan bakmıyor. Halbuki Acun herhangi bir üniversite eğitimi, master kastırmasına gerek olmayan bir işte (yapımcı) başarılı olduğu halde, Türkçe okuma yazma oranının bile yüzde eksi beş olduğu bir ülkede İngilizce konuşamıyor diye aşağılanıyor. Aşağılayan insana bakıyorsun, derme çatma İngilizcesiyle Facebook'ta, Twitter'da ileti paralıyor, kaşı gözü yarıyor. E bu ne? Kör köre ce demese körün bağrı çatlarmış hesabı. Dinime tan eyleyen bari müslüman olsa vak'ası. Kültür Bakanlığı'na bağlı İngilizce'yi en güzel konuşmadan sorumlu müsteşar falan mı bu adam ağbiyciğim? On sene önce sahilde turist kızlara "esküzmi, havaryu, eheheööehehe" diye başlayıp "duyuheveboyfren? reli? verizhi?" düzeyinde gelişen ve Türk erkeğinin her ülkede, her ırktan rahime giden yolu rahatlıkla bulacağı varsayımına dayanan bir program hazırlıyordu işte. Ne istiyorsun, TOEFL'a mı sokalım? Sonradan o sahil formatını deneyen başkaları tutmamış, en azından bu konuda öncü olmuş. Sığsa da izlenmiş, izlendiği için daha çok para kazanmış. Arkasında sosyetik babası yok, dayısı yok, amcası yok, kanal sahibi görümcesi yok, kendi kendine hırto bir gençliğin sesi olmuş işte. Hangi gençliğe bakıp Acun'u beğenmiyorsun sonra, adama sormazlar mı? Gençlik dediğin elinde Zara poşetiyle gezen gömlekli delikanlılardan ibaret bir ordu, hangisini Acun temsil etmiyor?

"Haksız yere çok kazanılan para" iddiasına biraz da şuradan, karşılaştırmalı edebiyatla bakmak lazım: Mehmedalibey, mesela, senelerdir her gece program sunuyor. Özellikle Çarkıfelek isimli programa Tarık Tarcan'ın ardından fevkaladenin fevkinde bir seviyesizliği taşıyıp getirdi. Canlı yayında yanlışlıkla ve kasten küfretmesi olsun; yarım akıllı, zihinsel özürlü kim varsa toplayıp tiklerini/tıslamalarını/kötü danslarını sergiletmesi, donlarını indirmesi olsun her olası ucuz yola saptı. Arkası da var; İbrahim Tatlıses'in kankası, Kıbrıs otellerinin göz bebeği falan. O zaman insanın aklına geliyor; onun da Acun kadar aklı olaydı, o da bir medya devine dönüşeydi ya, tutan mı vardı? Kumarda hortumlattıklarını kenara atsaydı, kendi programını yapsaydı en azından. Başkasının programında amaç değil araç olacağına. (Burada bir parantez açmam lazım, sonsuzluğa uzanan: Zaten Memedalibey'in de foyası çıktı meydane. O da İbo'su gibi programının bitişini kasten hazırlayanlardan. Onuncu sınıf cinsel göndermeli fıkralar, şakalar, başta bahsettiğim "koydum mu/girdi mi/tuttun mu" lise espirileriyle ısıttığı stüdyoya, bir kısım medyanın cansuyunu teşkil eden "tehlikenin farkında mısınız"cılık fışkırttı bir süre. Her sözünü alkışlayan yarım akıllı seyircilerine olur olmaz yok yere çıkıştı, sanki sözünün aksini iddia eden, karşı çıkan varmış gibi "Hayır efendim, hayır, bu millet oyuna gelmeyecek! Bu millet kan-top-tüfekle, canını toprağa gömmekle bugünleri kurdu. Bu millet var ya bu millet, bu oyunun hep farkında!(?)" falan diye muhalifpipiliklerle ortaya döküldü. Baktı lafını ciddiye alan yok, "beni tehdit ediyor bu hükümet!!!" diye taklalara girdi. Mehmedalibey'in muhalefetliği de o biçim, belin hemen bir karış altında ikamet eden şakalarıyla öyle bir güç ki, korku saçıyor, tehditle şımarık ağzı anca susturuluyor. Ulan, tehdide ne gerek var, at üçbeş önüne, bak nasıl da neşeleniyor. At bir sakal! Kah çorba parası, kah üç dul karısının nafakası. Taksicinin, manavın, küçük esnafın günlük geyiğinden eksik olmayan tüm klişelerle biraz da o protest sanatçı olmayı denedi işte, bir tur bindi hevesini aldı ağbisi. O da olmayınca Güner Ümit'in başını yakan ve başını yaktığı herkesçe bilinen espirisiyle şimdilik televizyona veda etti. Bizim için farketmez gerçi, pırt diye unuturuz. Annemden görüyorum; önceki gün sövdüğüne, sonraki gün gülüyor. Alışıyor. Eve geliyor, yüksek ses ve ışık bombardımanı haberleri seyrediyor önce. Sonra lokomotif halinde diziler seyrediyor. Ki bu aralar Türkiye'de en popüleri "Hüzün gofretleri" isimli dizi. Bilmeyenine kısaca konuyu özetleyeyim: Her kapı çaldığında babasının geldiğini sanan küçük Osman (ki ben yetim veya öksüz sanıyordum, ikisi de değilmiş) koşturuyor, kulbu çeviriyor, açıyor, aaaa meğersem başkası gelmiş. Bunun üzerine sürekli lise formasıyla dolaşan ve okuldaki koro çalışmalarında sadece Santa Luçiya'yı okuyan abisi ve ablası elele verip bunu bakkala götürüyorlar. Osman'ın hayalkırıklığını yatıştırmak için çeşitli gofret ve çukulatalar alıyor, o kenarda her şeyden habersiz çocuk sevinciyle yerken durumun kritiğini yapıyorlar. Bu çocukların bir de kaptan olduğunu unutmayalım diye günlük hayatta da denizci şapkasıyla gezen bir babası ve babasının da Türkçe konuşamadığı için üstüne şimşekleri daha çok çeken sarışın bir metresi var. Osman'ın garibanası ise Türk malı. Bu arada kaptan baba, eski Türk filmlerindeki kötü adamlar gibi, radikal kötü, çok kötü bir insan. Zaten dizi eski zamanda geçiyor, o yüzden dönemin modası bu kadar kötü olmak olabilir. Baba bunları evden atıyor, metresi eve getiriyor. Metresle mumlu akşam yemekleri, tangolar falan. Çilekeş Ha un ele ana'ya ise ucundan koklatmıyor bile. Cefakar ana evlatları için mahpuslara mı düşmüyor, kimbilir şimdiki bölümlerde belki de hayat kadınlığı mı etmiyor, hepsi caiz. Evlat için yapılan orospuluk caizdir, Binbir Gece ve Bergüzar Korel'in gözlerini pörtlettiği müthiş oyunculuğuyla bunu öğrenmiştik. İşte, onun yetmişlerde geçeni bu dizi. Sonunda herkes biliyor ki kaptan eve dönecek, garibanamla barışacak, çocuklar Santa Luçiya'yı söyleyerek metresin bir sopanın ucuna takılmış cansız başıyla yerleri viledalayacaklar. Olsun. Yine de arada yüz bölümlerce gerilim müziği, yanlışlıkla odaya girip bir manzaraya tanık olan elti, kapı önünden geçerken bir sırrı duyuveren komşu kızı belirmeli ki içe sinsin. Tüm Türk hanımları kaptanın eve dönmesini bekliyor, ki kendi vakalarında gerçekleşmeyen şey gerçekleşsin. Gerçek hayattaki evlilikleri onarılmış gibi olsun. Veya tutkusuzluktan yakınanlar "uuu, evlerden uzak, öylesi de var be kardeş" diye patates çuvalı kocalarına o gece daha sıkı sarılsın.)

Bu adeta paraşütleşmiş, kocaman parantezi güzelce katlayıp, asıl meseleye gelelim. Akşam oldu mu haberlerin gümpatından temizlenmek istiyor insanlar. Eskiden radyoda yayınlanan tiyatrolar var imiş, şimdi de televizyondaki tiyatrolara sarılıyor. Diziler, dizi bitti mi interaktif kötü komediler; Her şey çok komik olacak, Çok komik hareketler bunlar başlıyor. Sonra Beyaz'ın uysal ve ölçülü espirileri ve Okan Bayülgen'in old fart alterliğiyle, Ekşisözlük kadrosuyla cilaladığı modası geçmiş tespitleriyle gençlerin gazı alınıyor. Sonra da kadın-erkek-genç-yaşlı-küçük-büyük-ihtiyar herkes gidip yatıyor. İşte, aralarda bir yerde, Acun'un tatlı-ekşi soslu yarışma programları var. Yarışma halinin kendisinden çok, yarışmacıların kişiliklerinin pazarlandığı reality show tadında yarışmalar. İzlerken "kazanacak mı, kazanmayacak mı"nın değil, "var ya o adada çok şerefsizler var, yüreği şerefsizlikle sotelenmişler var, inşallah benim adayım kazanacak" diye kişiselleştiriyor durumu seyirci. Arabeskize ediyor. Kutudan para çıkma yarışmasını, "ayy içine 13 doğuyormuş ama 23'ten ve arkasında duran Hülyacığından da güzel bir elektrik alıyormuş bak" diye izliyor. Kaderkısmetize ediyor. Canlı Para isimli, çok basit sorularla büyük paralar kaybetmece yarışmasında da iki sorunun arasında geçen 45 dakikada yarışmacı ikilinin duygusal hayatları ve aile çalkantılarına dair her şeyi öğreniyoruz, robot sunucu çocuğun aksi yöndeki çabasına rağmen (Hal 9000 sunsaydı şu yarışmayı ya). Psikanalize ediyor. Ee, yani ortada bir senaryo yokken filmin büyüğünü çeviriyor Acun. İnsanı doğasına bıraktığında en güzel hikayeyi yazmaya meylettiğinin farkında. Farkında değilse eğer, içgüdüsel olarak prim yapanı keşfetmiş.

Bir de Acun'a diş bilemek, Türkçe popu küçümsemekle benzeşen bir tepki gibi geliyo bana. Yani nedir, gerçeğinden kopuk gençliğin ergen diretmeleri. "Hayır, dünya benim istediğim gibi olacak işte!" tutturması. Veya daha kötüsü: "Tüm bunların ötesinde tam bizim istediğimiz gibi bir dünya var zaten, biliyorum" diyerek bilmişçe durduğu yeri yok saymak. Halkının gerçeğini inkarla örtbas edip, şıklaştırmak. "Acun çok cahil", "Türkçe pop da çok amele" diye ağız yırta yırta gülmek. Bu blogda Türkçe popa da laf söyletmiyorum, malum. Her türlü elitizme karşıyız, HOCAM! İyi niyetli elitizm olmaz, elitizmin her türü dayatmadır. Ondan, bu Acun'a veya Türkçe pop'a, magazin figürlerini yok saymak falan çok ayıp geliyor bana. "Eve giderken annesinin açtığı telefon üzerine bakkala uğrayıp ekmek-yoğurt alan insanların metalciliği-pankçılığı olmaz" diyordum on sene önce, düşüncelerime şöyle bir yoklama çekince görüyorum ki hala aynı şeyi düşünüyorum. Böyle kendi ülkendeki popüler kültüre yabancılaşmaya lüzum yok. O yüzden Acun'u parmakla gösterip bir neslin koftiliğini işaret etmek için kullanmak faydasız. Acun'un yapımcı olmayan/olamayacak 40 milyon kopyası var Türkiye'de, ve yapımcı olmadıkları ve para kazanmadıkları için Türkiye çok daha güzel bir yere dönüşmüyor. Bilgilerinize selam ve arz ederim.


[1] Kısa yoldan "fak dı sistım" diyip, içini rahatlatanlara dair çok sevdiğim Hevesli Bardak'tan çok sevdiğim bir tespit: http://heveslibardak.blogspot.com/2010/08/beyaz-yakal-koleler-duzeni.html

3 Aralık 2010 Cuma

Damon değil Demon / The Dise'da ilk konçerto

Badly Drawn Boy diye diye tam on yıldır bağrımızın orta yerinde misafir ettiğimiz o bereli-sakallı, o mütevazi duruşlu, o bir partide görsem "gel, gel, bak seni kiminle tanıştıracağım" diye büzüşüp kaldığı koltuktan kurtarıp yalandan sohbete dahil edeceğim adam basbaya star kaprisiyle donanmış, kan kusturaç, ölüm makinası çıktı. Öyle böyle de değil, Britiş'in fendi goygoy Merikanları yendi o gece. Peki perde arkasında neler yaşandı?

Önce hemen mini havamı atayım: ("Ulan neyin havasındasın, daha dün Havar havar havar havar, komşular havaaar diye ağlıyordun" diyecekleri yangın çıkışından stüdyo dışına alalım) Badly Drawn Boy'u mahallemde izledim. İstanbul ölçeğine uyarlarsak Kozyatağı Güllüoğlu Baklava'nın orada Badly Drawn Boy izlemiş gibi diyeyim. Evet, havamı attığım konusunda mutabıksak arka taraflara doğru ilerliyorum.

Bilette konser saati diye sekiz yazıyor, sekizi on geçe yetiştik. Kolumuza fosforlu sarı bantlar taktırdık, elimize anca özel ultramegaturbo makina tutunca yazdığı görülen bir stamp basıldı, içeri geçtik. İçeri dediysem ortams Kadife Sokak Buddha bar veyahut onun yanındaki bardan farksız küçüklükte. Bir avuç insan öyle ellerinde biralarla armut gibi duruyor, klasik ısınma turları cinsi bir müzik çalıyor. Heyecanım seyreldi, yerini "bakalım Merikanlar haftaiçi konserde nasıl eğleniyor"a bıraktı. Akşam Sanat'tan çıkıp gelmiş kolyeli kızlar, nafile çırpınışlarda geçkin gömlekliler ve yaşadıkları öğrenci şehrine ne geldiyse giden sosyal-ist etkinlik kuşlarını makul uzaklıktan izledim. Bir süre sonra sahneye bir oğlan çıktı, soundcheck yapıyor sandık. Meğersem Justin Jones adındaki delikanlıyı arasıcak diye koymuşlar. Başta kimse ciddiye almadı, sahne kısmının hemen öncesindeki barda oturan kızlar "I was literally like... are you kiddin' me?... like... oh my god!" diye ortamda bulunmayan bir kız hakkında bağırarak karbonkopya dedikodu yapmaya devam ettiler. Sonra bu Justin herkeşi bir sardı, bir sardı ki, konser ondan ibaret olsun diye gizliden dua eder hale geldik. Beş-altı şarkı ve bol muhabbetin ardından Justin sahneden indi. Heh, dedik, ısındık hazır, Badly Drawn Boy geliyor. Halbuki herif gelmiyor, öyle kolay mı 20 dolara izlemek, adam naz niyaz vergiliyor. Bir süre daha ışıklar açıldı, karışık hitler çaldı kuru sıkı. Sonra sahne girişine baktım, arkadan Badly Drawn Boy'un beresi seçiliyor. Altında çalışan bir eleman çıktı, ışıkçıya eliyle işaret etti "afilli bir ışık ayarla" diye. Aa, sonra bereli baş yine kulise geri seyirtiyor, ışıkçı allı güllü ışıklar açarken. Biz bekliyoruz. DJ Badly Drawn Boy'dan bir parça çalmaya başlıyor kasetten, yalancıktan yani. Herif şarkının ortasında girecek, gitarıyla hoppadanak entegre olacak diye düşünüyoruz. Yok, öyle de olmuyor. Badly Drawn Boy hala yok piyasada. Şarkı bitmeye yakın DJ sesi kısıyor, belki çıkmak için şarkının bitmesini bekliyordur diye. Bu sefer herif bir öfkeyle, hışımla çıkmaz mı sahneye? DJ'i bir güzel kalaylamaz mı, "şarkımı ne hadle yarım kesiyorsun, devamını da çal" diye. DJ de tekrar play'e basıyor, şarkı 5-6 saniye daha çalıyor çalmıyor, hop bitiyor. Bu arada biz Badly Drawn Boy gülelim diye yapıyor sanıp her şeye kikirdiyoruz. Sonra gitarı eline alıyor, dingidingi yapıyor. Sesçiye dönüyor, "sounds like shit, like shit" diye tutturuyor. Yine dingidingi, yine sesçiye dönüyor, "sounds ridiculous, like shit, bollocks" diyor. Sesçi "ağbi, soundcheck'te ne ayar ettiysek aynısını yaptım" diye işaret ediyor. "I can't do a gig like this, I am a professional, it's shit, I really can't" diye gitmeye kalkıyor. Sürekli aynı şarkının girişini dinliyoruz bu arada, dingidingi diye. Badly Drawn Boy sevimliliğinden sıyrılmış, artık asıl ismiyle hitap etmek, Damon demek lazım ona. "Sesimi aç" diyor kah Damon, sonra "olmadı, gitarı aç" diye tutturuyor. Yarı-gergin gülüp, "heh-heh bizim oğlanın huyudur, arada böyle şakalı kızar" diye üste alınmıyoruz, dönüp bizi kalaylıyor bu sefer. "Gülmeyin, ciddiyim ben" diye. Bir anda ortam buz kesiyor. Aryukiddinmiler, litıraliler, hepsi, hepsi sarkıtlar şeklinde donup kalıyor ağız kenarlarında. Ben düşünüyorum bir yandan, ne demek AY KANT ulan, bastık parayı geldik o kadar. Eve mi döneceğiz ya? Herhalde kendisi de aynı şeyin imkansızlığını düşünüyor ki surat bir karış, nihayet şarkıya başlıyor. O şarkı bitiyor, "çocuklarımı özledim, onları öyle bırakınca içim cız ediyor" diye bir bahane sallıyor. Tabii biz şerrinden korktuğumuzdan, az sonra 30'luk cetvelle elimize vurursa diye hiç ses etmiyoruz, hiç terso çekmiyoruz, çılgınca alkışlıyoruz. Damon ağlarken güldürülmeye çalışılınca kızan bir çocuk gibi çok yüz vermeden, "umarım o kadar da rezalet bir konser olmaz" diye alt limitten alıyor durumu. Biz de "tabiiy tabiiy, sen elinden geleni yap, tüm konulara çalış da, gerisi hocanın insafına kalsın yavrım" diye sırtını suvazlıyoruz. Birden bu yine bir şımarıyor, "basçımla bateristimi vize belasına getiremedim Amerika'ya, şimdi bana buradan arkadaşlar eşlik edecek, batırırlarsa karışmam" diye söylenmeye başlıyor. O sırada yumuşak başlı bir basçı ve baterist giriyorlar. Şansa, baterist oturduğu gibi beceriksiz eşliğiyle ortamı lise yetenek yarışması seviyesine düşürüyor. Basçı ona gözüyle kaşıyla işaret yapıyor, vücudunu tempoya göre abartılı biçimde yaylandırarak onu yönlendirmeye çalışıyor. Ama düzelmiyor, Damon da işin farkında, her an kükreyecek diye sahnenin altına saklanmak istiyorum. Nitekim dönüyor, bateriste azarı çekiyor, baterist ortamı direktoman terkediyor. Basçı kibarlığından direk terketmiyor, elinde bir gitarla tek başına şarkı söyleyen Damon'ın arkasında gitarının yanında yere bağdaş kurup izliyor. Ortam Ortaköy'e bağlıyor.

Damon konseri öyle tamamladı. Bir ara yanına Manchester'dan bir kankası çıkıp elektrogitarla eşlik etti, ben tuvaletteyken baterist ikinci kere gelip ikinci kere sahneden kovuldu falan filan. Sonra hop, içeri gitmeye karar verdi Damon. "Biraz ara verelim mi?" diye sordu. Aslında sormadı, daha ziyade emretti, buyurdu. Buranın usulünü de bilmiyoruz ki, "öyle iş olur mu" diye diretelim. Ona da peki dedik, geçtik. Damon 15-20 dakika içeri gitti, biz de ışıklar açılmış elimizde biramızla yine armutluğa talim. Yeniden geldiğinde bateristle yanyana cancana, arkada barışmışlar, kucak kucağalar. Bateriste jest yaptı neyse ki, iki üç şarkıya eşlik ettirdi, sonra yine bildiği gibi çalıp konseri tamamladı. Bu esnada naz niyaz çekemeyen kitle zaten terkettiğinden yarım avuç insan vardı izleyici olarak. En son paltosunu giyip, konserin bissiz olacağının sinyalini vererek ve Thunder Road'a playback yaparak konseri tamamladı. İşte bu yaptığıyla kanaatten geçer not aldı Damon. Thunder Road'da playback yaptığı için yine giderayak 12'den vurdu, yine.

Sonra ışıklar açıldı, yarın işe gidecekleri için huzursuzlanan son 5-10 kişi de çil yavrusu gibi dağıldı. Vestiyerde tek asılı bizim montumuz olduğunu gördüm, bir de vestiyerin önündeki merchandise standında dizili EPlerinin yanında Justin Jones öylece oturuyordu. Adaletsiz dünyada asıl hakeden kenarda soğan ekmek takılırken, diğerleri nutellalı dilimini yarım bırakıyor işte. Ama bu adaletsizliğe dur demek bizim elimizde işte! Justin Jones 'a destek olalım. Haydi can. Adamın Twitter'da benden az izleyicisi var, günahtır.

Not: En bomba detayı anlatmayı unutmuşum, onu da bir sonraki şeyde artık. Hoççakalııın!

2 Aralık 2010 Perşembe

Geldik işte buralara. Kucak dolusu kucaklar, Boston'dan. Şu iki cümleyi ne büyük ızdırap içinde yazdım, keşke okuyan gözler bilebilse. Bilse de bir ses çıkarsa. Ses çıkarsa da anlasam, burada yalnız değilim. Halbuki yalnızım be atam, öyle de yalnızım. İçimde göz göz olmuş sıkıntılar eskaza kazağımın yakasından veya eskimiş bel lastiğinden dökülüverse, bilye gibi parkenin üstüne delibozuk saçılıverse. Buraya yazmaya elimin varmadıkları bir saçılsa. Var ya. Siyah-beyazlı/sepyalı kahır defteri temalı bloglar kenara açılır, yürümem için. Kameraya yaklaşırım, gözümde bir damla yaşla. Elimle kamerayı sevgilimin boynuna uzanır gibi tutarım kibarca. Uuu, bir anda yerden yükselirim ve kameraya sevgilimmiş gibi bakarak şarkı söylemeye devam ederim. Şarkı da nereden çıktı, dememek lazım. Izdırabı ilmek ilmek şarkıya yedireceğim, dinlenilir hale getireceğim. Öbür türlü kimseye dert anlatılmaz, herkes başını öbür yöne çevirir.

Hristiyanlıktaydı değil mi öbür yanağını çevirme hikayesi? İşte, tokat atıyorlarmış adama, ya da adama tokat atmıyorlar ama atsaydı nasıl olmalıydı gibisinden bir akıl yürütme vardı ya.. Efendim, o da tokat atmasın, öbür yanağını çevirsin. İşte, onun 21. yüzyıla layık, son modeli bu. Karşındaki sana ağlarsa, yüzünü öbür yöne çevir. Ki görme, görmezden gel.

17 Kasım 2010 Çarşamba

Soru-cevap

İnsan neden bir sigara yakar efkarlanınca? Of çekerek verdiği nefesi dumana sarılsın da gözle görülür olsun diye.

İstanbul'da, Açelya 44'teyim. Her akşam haberlerde, gündüz de altyazılarda geçen bir sürü inli cinli olayın beni teğet geçtiği bir alan şu anda Açelya 44. 15 senedir Açelya 44'te oturuyoruz, evimiz burası. Ama bir süredir, İsveç falan derken evin içi de, ev kavramının içi de boşaldı.

Mutfakta oturuyorum. Buzdolabının motorundan veya buzluğundan veya kimbilir neresinden gelen istikrarlı, dümdüz bir gürültü de düşüncelerime fon müziği. Güneş, yine en sevmediğim açısıyla, perdelerin deseniyle yerlere ve sol omzumun bir kısmına vuruyor. "Bırakıp gitme" diyen, insanı gideceğine pişman eden bir açıdır bu. Küçükken tam tatile gideceğimiz gün böyle vurur, beni üzerdi. Kapıyı son kez çekmeden hep gizli gizli dertlenirdim. Sanki hakkını yemişim, kıymetini bilememişim, aslında en güzel yer evimmiş gibi gelirdi. Yine öyle, insanın içini sıkıştırıyor.

Yarın bu saatlerde Açelya 44'ün üç saat uzağında, bir uçağın içinde Amerika'ya doğru gidiyor olacağız. Yine bavullar, son dakikada ön göze sıkıştırılmış kolyeler, saç kremleri, ince kitaplar falan. Her sefer ruhuma chemical peeling, hala yüreciğimin akne izleri geçmiyor. Annem arkamda kalmasa, belki o gün üzülmeyeceğim. Bilsem ki geriye sadece borcamlar, koltuklar, halılar, cetvelle ölçülmüş gibi aynı yerlerinden katlı duran kenarı işlemeli rengi atmış havlular kalacak, vallahi bir sigara daha yakmayacağım. Ama işte... Şimdi elden bir şey gelmiyor. Elden gelen online check in'ini yaptırıp, kısa günün karı diye sevinmek.

Bunu yazdım diye hafiflemedim, bilakis, yazdığımı görünce bir kere daha pekişiyor üzüntüm. Yine de böyle dursun burada.

2 Kasım 2010 Salı

Bu gala daşlı gala

Ceylan'a, şarkıcı/türkücü olarak değil de, Swarovski taşla kaplı bir obje olarak saygım çok büyük. Hiç unutmam; bir gün magazin programlarından biri şakacıktan evini basıvermişti de, Swarovski taş kaplı mobilyalarını görmüştük. Tabii, özellikle belirtmeye gerek bile yok, "Swarovski" derken aslında markanın yıpranması söz konusu, jenerikleşmesi sendromu diyeyim; hiçbiri Swarovski falan değildi o taşların, ne de üstüne yapıştırdıklarının. Hepsi, bildiğin payet. Yanlarında kostümlerin üstüne dikilebilmesi için delikler falan. Ama önemli olan niyettir, niyet. Ceylan parıl parıl parlamanın derdinde, markası farketmiyor. Madem bir star olarak parlayamıyor müzik dünyasında, o zaman "parlamak" fiilinin en doğrudan ve nisbeten niteliksiz ilk anlamıyla yetiniyor.

Daha ekstrem şeyler yapsın istiyorum Ceylan. En son köpeği Fifito'yu taşlarla kaplamaya meyletmişti mesela, sonra haber alamadım. Kimbilir, şimdi Türkiye'de pek moda Ugg botlardan kendine battaniye diktiriyor veya belki duş perdesi?
Fifito'nun en sevdiği şarkı Sezen Aksu'dan "Zor yıllar".

Bu fotoğrafın adı "Bir başka Swarovski bağımlısı ve saçak aşığı olarak Cher" veya "Fifito'nun muhtemel ve pek acı sonu"

Bana öyle geliyor ki, Ceylan'ın bu güdük, çocuksu gösteriş anlayışının en orta yerinde, Küçük Ceylan sıfatını komik vatkalar gibi omuzlarında taşıdığı yıllar var. Büyük Ceylan'ın aynaya baktığında tek gördüğünün Küçük Ceylan olduğuna ve dolayısıyla aslında burnuyla, dudaklarıyla, saç rengi ve kesimiyle değil, onunla hesaplaşıp durduğuna zerre şüphem yok. Ciğersöken türküler okurken Snoopyli sweatshirt giymenin güldürürken düşündüren çelişkisi veyahut seksenlerde yüksek dozda maruz kalınan perma ilacının beyne nüfuzuyla da alakası olabilir, bilemiyorum.

Bu arada yazı boyunca "Fifito" yukarı, "Fifito" aşağı hitap ettiğim köpeğin gerçek adı en yaman gerzekleri bile dize getirir bilindiklikte: "Aşkım". Ceylan yine kendinden bekleneni yapıyor ve sevenlerini de sevmeyenlerini de şaşırtmıyor. Sağ olsun.

1 Kasım 2010 Pazartesi

Rüyalardan aynen devam edelim, madem dert programımızda bu ünite bitmeden yenisi başlamayacak. Workbook'tan da çözerek gidiyoruz ya, anca.

Stokholmlü rüyaların ardından, bir süredir uçaklı rüyaların kuşattığı bir hayal aleminde at koşturuyorum. İlk versiyonunda uçağa son dakikada yetişmek için bavullarımla, fermuarı açık kalmış ve içinden eşyalarım dökülen bavullarımla koşturuyorum. Tam bileti kestirecekken bir durduruyorlar ki beni, aaa, meğer uçak kaçmış. İkinci versiyonda nihayet uçağın içindeyiz, ama bir türlü kalkmıyor. Ne sorun varsa artık, bir türlü hallolmuyor. Koltukların arasında küçüldükçe küçülüyorum. Akşam oluyor, uçağın ışıkları yanıyor, uçak hala yerde. Hala içindeyiz. Sabahtan beri uçağın içinde dönüp duran hava genzimi yakıyor artık, o filtrelenmiş havadan burnumun kaşındığını hissediyorum. Bitsin bu bekleyiş, kalksın istiyorum. Ve dün, aynı rüyaya hapsolmuş bunca gecenin ardından nihayet mutlu son: Amerika'ya varılmış, ev bulma işi halledilmiş, bavullar boşaltılmış, yerleşmişiz. Yerleşmiş olmanın verdiği hafiflikle, uça uça geziyoruz. Yanımızda bir takım insanlar, Amerikalı insanlar. Amerikalılara duyduğum antipatinin aksine, evet, maalesef ağız yaya yaya, kah kelimeleri kah harfleri yuta-yuvarlaya konuşuyorlar falan, ama batmıyor. Vallahi de batmıyor. Mutlu hissediyorum. İyi hissediyorum. "En azından kötü hissetmiyorum" değil, basbaya iyi hissediyorum yani. O dalgalı saçlı kızla, uzun boylu adamın yanında yürürken iyi hissediyorum. Ters ışık olduğundan yüzleri gölgeleyen sonbahar güneşi, konfeti gibi savruk bir neşeyle önümüze saçılmış kavruk/çıtır yapraklar falan, hepsi tastamam. Kahverengi, sarı, bordo desen o biçim. Uyandım, ensem sıkıntıyla terlememiş. Aksine, yüzüm gevşemiş. Çamur rengi hüznüm sanki uyurken içimden silinmiş, yerine bir kazan sahlep gelip yerleşmiş. Dedim "sakın üzülecek şey olmadığında da üzülüyor olmayayım?". Sordum kendi kendime, "Üzüntü bağımlılık yapmış olmasın?". Olmasın.

11 Ekim 2010 Pazartesi

Bayan Armut

Birkaç gündür hep aynı rüya. Yok, birkaç gün değil, İstanbul'a geldim geleli aynı rüya. Ayakkabılarımı çıkarıp uygun bir yerde tertiplice bırakıyorum. Yürümeye devam ediyorum. Stokholm'deymişim, ama nedense hiç benzetemiyorum. Soğuktan ayaklarımı büze büze, kah bir trenle bilmediğim istasyonlarda inip eve ulaşmaya çalışıyorum, kah dün geceki gibi Fransa üzerinden yürüyerek karlarla kaplı Stokholm'e varmak için çabalıyorum. Hiçbir yer tanıdık değil, hiçbir tren gerçek hayatta bindiklerime benzemiyor. Sürekli bir evini arama hissi, kör gözüm parmağına mesajlar. Azıcık gizemli bir şey göreydim de, "ne demek istiyor bilinçaltım acabaa" diye bilipdebilmezdengelip nazlansaydım. Belki ayakkabıyı çıkarma mevzuunu allayıp pullayabilirim, ama ona da mecalim yok.

Bir haneyi terk edince, tıpkı iyileşmeye çalışan yaranın giderek görünmez hale gelen kabuğu gibi, ev de küçülüyor sanki. İçinde sana yer kalmıyor artık. İşte, buyur, odam olduğu gibi duruyor. Ama içine sığamıyorum. Salonda da hep misafirim. Koltukların ucuna oturmuş, bir tur daha çay konmasını bekleyen. Ne biçim iş? Evim Stokholm'de kaldı, anahtarını çevirince bana açılan bir yer yok artık. Hiçbir yerde bulunmak içime sinmiyor, gece uyku uyunmuyor. Gece uyku uyumak, buzdolabını açıp neredeyse erimiş marulların arasında kendi aldığın peyniri, kendi pişirdiğin reçeli bulmak gibisi yok. Şimdi her şey var da, o iç huzuru yok. Dolapta sütlü tatlılar, elli çeşit peynirler, sonraki gece mutlu olmam için önceden hazırlanmış, çalışan anne zeytinyağlıları falan... Güzel yani, güzel bir manzara. Her güzel manzara gibi insanda düğün makyajı hissi uyandırıyor. Er geç rimel akacak, ıslak pamukla hatırasını temizlemek icap edecek.

Acaba böyle bir ruh hali de evsizliğin, homelesslığın tanımına giriyor mu? "Homesick hissediyorum" diye ağıt yakacak bir ev bile yok. Armut gibi kaldım ortada.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Nein, Davut! (Showbizden sorulur.)

Bizimkiler isimli diziyi hiç sevmedim. İlk başlarında, kimbilir, belki. Sonra, hiç. Hiç tatlı hatırası yok bende. Puslu, gri Pazar günlerini ve salonun ortasına açtığı ütü masasında önümüzdeki haftanın gömleklerini, köşeli ve fakat asla ucu dantelli olmayan, zevkli önlük yakalarını keder içinde ütüleyen annemin o genç ve güzel halini hatırlamak bile içimi ısıtmıyor. O son dakika ödevleri, halının üstüne göbeküstü uzanıp dirsekler arası televizyon ışığında ödev yapmalar falan.. Bu tespitler zaten "Ailem ve Ben", "Bebişim ve Tontişim" dergilerine bile düşmüştür, hiç girmiyim.

Cumartesi günü dost meclisinde şişe biraya Cemil diye hitap etmemiz vesilesiyle Bizimkiler'i anımsadık da, akılda kalan detayları listeledikçe bazı derinliksiz karakterler iyice battı gözüme. Düşününce herkesin hikayesini az çok biliyoruz bilmesine, fakat apar topar renk olsun diye eklenen o gurbetçi ailesini misal, bir karikatürden farksız hatırlıyorum. "Nein, Davut!" diye ünleyen, cefakarlığı Türk ama aslen Alman Ulrike, org dersi aldığı Sabri Bey'in geçkin eşi Ayla'ya platonik bir aşk duyan Pembo kılıklı oğlu ve araba tamircisi mi her ne ise işçi tulumuyla serbest meslek erbablığı eden kocası. Bir de bunların yanında çıraklık eden bir gariban kuzen veyahut akraba. Ne biçimdi.

Meselemiz o değil ama. Mesele başka. Meseleye bir isimle teğet geçiyoruz.

Davut Güloğlu belli eğimde durduğunda kasları daha gösterişli çıkıyor fotoğraflarda, galiba. Biri kulağına böyle bir şey fısıldamış olsa gerek. Denk gelip sağda solda gördüğüm albüm afişlerinde mütemadiyen koştuğu dikkatimi çekmişti. Son albüm kartonetinde koşma işine bir son verip tempolu yürüyüşe geçse de, eğimi bozmuyor ve şalvarıyla gelenekseli, dekoltesiyle metroseksüelliği selamlıyor.

Bir de Karadeniz'in Ricky Martin'i diyorlardı ya bu adama... Ricky Martin gay olduğunu açıklayınca (bu konudan çok emin değilim, biseksüelliğini de olabilir) mikrofonları uzatmış bizim cingöz (a.k.a. acar) muhabirler. "Ricky gay çıkınca siz de mi gay sayıldınız, ne diyorsunuz?" gibi binbeşyüz IQ gerektiren sorular sormuşlar. O da "onun değil, asıl Beckham'ın şubesiyim" gibi bir cevap vermiş. "İşalla o (Beckham'ı kastediyor) da böyle bir (geyli meyli) açıklama yapmaz da, bizi rezil etmez ehiehiehi" diye de eklemiş. Şu nefis şakaları okuyunca da, ne hikmetse, aklıma "Çocuklar Duymasın" dizisinden Fısfıs İsmail geldi. O da part time ambulans şoförü, part time kötü oyuncu, full time Karadenizli bir arkadaşımızdı, şovbizden.

Günün kombini: Davut'u Kılıç Günü isimli dizide naneli ağız spreyi rolünde görmeyi mesela, ne çok isterim.

28 Eylül 2010 Salı

Atam, hüzündeyiz.

26 saat sonra gidiyor oluşumun hatrına, hazır laf açılmış, ucundan konuya girilmişken biraz daha "gidiyorum, bütün aşklar yüreğimde" bandıralım mı? Halbuki yerli yerimde duracak olsam, eşyalarım neredeyse birbirinin içine montelenmiş vaziyette her renk ve boy valizlerde bambaşka dolaplara varmayı bekliyor olmasalar, neler neler anlatacaktım. Whitest Boy Alive konseri anlatacaktım mesela. Konserden ziyade, hareketli şarkılarının heyecanıyla hop hop zıplarken, azıcık zıpladığıma bile büyük utandığımı anlatacaktım. Eşek yaşıma gelip de hala hop hop diye zıplayarak hüzne gülüp geçmenin utancı, arkadaşlarla denizde şakalaşırken yandan gelip sinsice patlayan ani bir dalga gibi yüzümü dövdü. Saçın düzensiz tutamlar halinde yüzüne yapışır, ağız ve burnundan aynı anda su yutarsın ya... Tuzlu sudan genzin acı acılaşır, diğer yandan yüzecek nefes, hem de derman kalmamıştır. Aynen öyle. İkinci-üçüncü şarkıdan sonra sırtım kamburlaştı bu yüzden, yüreciğim ağır çekti de sakinleyip soluklandım. Sevilen insanların konserleri bir yaşam kaynağıdır halbuki. Nefessiz yolculuk edilen, tüpsüz dalış yapılmış kalabalık bir otobüste birinin uzanıp açtığı daracık bir camdır. En azından o var diye sevinmektir. O cam da olmayabilirdi ve şu an üzerime ince bir çizgi halinde ilerleyen temiz hava (en azından dışarıdan gelmenin hatrı olduğundan temiz denebilecek hava) olduğu yerde kalabilirdi. Halbuki kaderinde çoğusu nikotinin iziyle Rorschach testine çevrilmiş ciğerlere dolmak varmış. Ne yapalım.

Bu konserde de hissettim: En ön sırada olmaktan giderek çekiniyorum. Yakından görsem daha güzel dinleyeceğim sanki diye sahneye yaklaştıkça ihtimali doğan o tek taraflı sözde göz kontağından başta, çekiniyorum. Çalarken spotların kör ettiği gözlerle yarım yamalak seyircilere baktığında bir sanatçı, sanki gerçekten ciğerimi okuyormuş gibi panikliyorum. Film festivaline Alain Delon gelecek dediler bir sene, vakti gelmediği halde saç boyamı bile erkenden yaptırmıştım hatrına. Alain Delon, renk açıcılar yüzünden zehir kokan taze saç boyama, o düğün pastası gibi kat kat inen fırfırlı eteğime mi bakacaktı sanki... Zaten gelmedi. Yaşlılığın yol açtığı bir bunalıma girmiş diye reddetti katılmayı son dakikada. Sevin Okyay bile yazdığı "varsın kulisine sokmasınlar, Delon'u kapı aralığından görsem yeter" köşe yazısıyla açıkta kaldı. Konuğun şerefine açılış filmi de Delon'dandı elbette. Bir türlü açılmıyordu da lanet; bir takım zor durumdaki Yahudiler, kalkmak bilmeyen acılı ruhlarına ve cılız bedenlerine servislik eden bir buharlı tren, sis, kar... Ne ararsan var. İyi ki gelmemiş Delon, belki hangi filmi olduğunu hatırlayıp ondan gelmemişti. Bizi uyaran yoktu, gidip görecektik işte her halükarda. Gazap üzümlerini her halükarda tadacaktık.

Burada az ve öz, hayatta hep görmek istediğim grupların fevkalade güzel konserlerine gittim. Whitest Boy Alive'ınki de veda konserimdi işte. Stockholm'ün en güzel yerlerinden bir tanesinde, Strand'da gerçekleşti. Belki bir ara, voltajımın yükselip düşmesi esnasında ampulleri patlatmadığım bir ara, daha detaylı anlatırım. Şimdi, rica ediyorum, yine dertlenmeye, sızlanmaya devam edelim:

Yarın sabah iki buçukta üst üste alt alta bir uçağa binip İstanbul'a dönmek gözümde şimdilik ve hala güzel görünmüyor. Umarım çok geç olmadan güzel görünür. Neyse ki uçakta yemek veriyorlar. Ondan, sürprizli şeylere düşkünlüğümden, uçakta gözüme uyku da girmez şimdi, iyi mi? Küçük folyo tabaklarda turuncu yağ iziyle sabah 2.30'da patlıcan oturtma vermeyeceklerini tahmin ediyorum. Kahvaltı versinler, şöyle sıcak ve yumuşacık ekmekli falan. Minicik kutularda tereyağı ve labne. Labne değil, Pınar Beyaz. Bir tanesinde bal, diğerinde de reçel. Plastik bardağa yarım doldurulmuş çay. Gibi bir şey. Kek de versinler, tamamım. Ondan sonra camdan dışarı bakmaya devam edelim. Pilot beyler, lütfen, üzülmeye tam gaz devam. Uçak ne kadar hızla uçuyorsa artık, saatte kaç kilometreyle, işte o hızda varalım. Acelemiz var.

Düşününce, hiç sevmediğimden değil, kimse yanlış anlayıp kırılmasın. İstanbul'u zaten sevdiğimden ama artık öyle sevmediğimden. Arkadaş olabiliriz de, sevgilim olamaz. Öyle diyim. O nevrotik halleri falan, bana biraz çekilmez geliyor. Gençken güzel diye bir kere vuruluyor insan, ama yaş kemale erince insan sakinlik bekliyor bir şehirden. Huzur bekliyor. Naz etmesin, gelsin uzansın istiyor. Ağzı sigara kokmasın, tırnaklarının kenarlarını ön dişleriyle parçalayıp durmasın. Dudaklarını kemirip kabuklarla yamalamasın, yeter. Ama İstanbul'a kalsa, sigara neredeyse önşart. Cumartesileri içki de içiyor, elbette. Haftada üç kere konken de oynuyor, azaltacağı yok... Sonra hercailiği, nazları, kaprisleri, o iniş çıkışları, olmadık kıskançlıkları, ne ararsan... Aramızdakine ad koymadan takılsak neyse de, aileme tanıştıramam kusura bakmasın!  Nerede bir fakir mahallesi, ipe gerilmiş renkli çarşafların dansını görse duygulanıp fotoğraf makinasına sarılan turistlere söker anca o  deli halleri. Biraz daha düz ayak olsaydı... Yokuşsuz, başından sonu seçilseydi yollarının. Temiz, uçuş uçuş saçlı kızlar var ya, sadece şampuan kokan. Onlardan olsaydı, olabilseydi. Gerisi benim hayal gücüme kalsaydı. Yok, illa gelip gün sonunda yaşadıklarını dökecek önüme, tüm detaylarıyla anlatacak. Halbuki kız dediğin biraz gizemli olacak. Parmağının ucuna basa basa, hop hop diye seke seke, zerafetle yürüyecek. Böyle hozu hozu, biraz erkeksi olanını ben ne edeceğim? Ergen hevesiyle sokulup iri memelerinin arasına biraz başımı yaslasam, sonraki an tiz sesi, yüksek beklentileriyle içimi sıkıştırıyor. İçine hapsoldum diye içime kapanıyorum. Bunca karmaşaya lüzum yok, gördüm işte, diğer kızlar öyle değil. Avrupalı kızlar, bir kere, çok farklı. Stockholm'e baksana, ne nazı var, ne niyazı. Bacak boyu desen, güzellik desen onda. Olanı göstermek için çabalayıp gülünç duruma düşmüyor en azından. Üstüne oturmayan, basit bir elbisenin içinde bile belli biçimli hatları. 

20 Eylül 2010 Pazartesi

Taşınıyoruz! (Güz sıkıntısı)

Ona sıkıntı, buna sıkıntı. Güz Sancısı, Mayıs Sıkıntısı, Acıların Çocuğu, Çocukların Acısı. Bu ağlama kültürü seyrelmez, neşe tineriyle inceltilemez. Ağlamasak mimikler, alındaki çizgiler boşta kalır, bilemeyiz, elimizi kolumuzu nereye koyacağız. Halbuki ağlamak da sızlanmak da anlam katar, hikayelendirir varoluşu, duruşu. Ondan, öbür ihtimalin dertsiz, yüksüz, hafifliğine kızar, küseriz. Böyleyiz, böyle bir milletiz. Gülmenin ayıba faiz bilindiği yerde, hüzünler elbette hazine bonosudur. Halbuki keder, doğamızdandır. Gülene, bu yüzden, iki kere saygı duymalı.

Düşündüm, darmadağın bloguma bir formül bulayım dedim. Tutuculuğumdan fon rengini bile değiştiremedim, geçtim neyi nasıl anlattığımı değiştirmek. Bir şeyde huzurluysa kadın kısmısı, diğerini denemeyi düşünmez. Yerinde kıpırdamaksızın durmayı sever. Kendinden bıkana kadar. O şeyden değil, o şeyin içindeki kendinden. Bir yandan yepyeni, derli toplu, büyük bir yemek masasını sığdırabileceğim kadar ferah salonlu bir bloga çıkmayı da istiyorum. Mutfağında aspiratör olsa en azından, blog yağ kokuyor kızartma yapınca. Yeni blogu nereme sokacaksam artık. Uzun ve önemli denemeler yazacağım, efenim. Şarkıcılara dair. Sevdiğim ve sevmediğim kadınlara dair. Gazetelerin magazin ekinde görünüyor diye adam yerine konmayan, göze sokuluyor diye merak edilmeyen, dudak bükülenlere dair. Ağzımdan çıkar çıkmaz büyüyecek, genleşecek laflar yazacağım orada, utanmak için. HAH, bok yazarım öylesini. Yine de gittim aldım başka bir blog. Birkaç taslak yazdım. Öyle cetvelle sayfanın kenarına kırmızı çizgi çekince, başlıkları büyük harfle yazınca falan, hevesim kaçtı gitti. Karalayamayacağımı bildikten sonra, o defterin bana ne hayrı var? İşte o gün tükenmez kalemimin ucundaki top dönmez benim. Aman HOCAM, beni ürkütmeyin.

Bir keresinde çok güzel bir yazı yazmıştım. Sonra bir keresinde de çok güzel bir resim yapmıştım. Her ikisini de yırtıp atmıştım, bir daha yapamam da üzülürüm diye. Durup durup onlarla karşılaştırıp güncellenen başarısızlığıma takılır kalırım diye. Şimdi Stokholm'den taşınacağım bu günlerde, Stokholm'ü yırtmak, dünya haritasından ve gönül haritasından, yakmak yıkmak istiyorum. Bensiz, buraların buralar gibi kalacağını düşünmek canımı sıkıyor. Her sokağın her yeni gün, birbirine paralel vaziyette öylece oturacağını; duvarların bulutlardan lime lime olmuş güneş ışığını görür görmez sıcak renkleriyle pütür pütür ışıldayacağını;  sigara içen, bisiklete binen, vitrinleri seyreden, çocuklarının elinden tutmadan yürüyen insanların hareketleriyle şehrin akışkanlaşıp, köprülerden denizlere  ve göllere döküleceğini düşündükçe bencilleşiyorum. Madem bunca sevdim burayı, madem en çok ben sevdim, o zaman benden sonra durmasın burası isterim. Benim kadar sevmeyecekler uğramasın.  Kimse köprü altlarındaki barları tıka basa doldurup plastik bardaklarla bira içerek müzik dinlemesin, kayaların kenarına oturup bir türlü batmak bilmeyen güneşi seyretmesin. Kimse serin müzelerde büyük tabloların altında portatif sandalyesiyle düşüncelere dalmasın, kafelerin bir örnek pastalarından tatmasın, paslı ve tekinsiz merdivenlere tutunarak denize girmesin. Sazlıkların arasında, kuytuda, ahşap bi şezlongda önünden tek sıra geçen ördekleri ve ruhunu beslemesin. Kimse hiçbir şey yapmasın burada, hayat dursun artık. Ben gidiyorum diye Stokholm dize gelsin. Tüm kiliseler koca toplu çanlarını çalsınlar son kez aynı anda. Tüm uslu köpekler havlamaya başlasın. Tüm güzel, güzel olduğu kadar küstah, ama küstahlığından mütevazi taklidinde insanlar politik doğruculuğu bırakıp övünsünler. Benim üzülmeme övünsünler. Arkada bırakmanın üzdüğü bir şehirde yaşadıkları için övünsünler.

İstanbul'da son günümdü, kimbilir ne işimi halletmek için İstiklal'de yürüyordum. Yanlışlıkla, İsveç Konsolosluğu ile Gloria Jeans'in tam arasındaki yokuş aşağı inen bir yolun ucundan karşı yakadaki Marmara Hukuk'u gördüm uzaktan. Sanki bilerek kadraja girmişti okul. Aldı mı beni bir hüzün! O ana kadar bir an olsun günlük kaygılardan soluklanıp İstanbul'dan gideceğimi düşünmemiştim. Dik durabilmek için düşünmemeye çalışıyordum. Anasının kuzusu bir hayattan, kurbanlık koyun gibi ürktüğüm bir hayata uçacağımı ve öngöremeyeceğim komplikasyonlarını düşünmemeye çalışıyordum. Evde ahkam kesmesi kolay da, binlerce kilometre uzakta ahkam kesmesi nasıl olacaktı? Norveçlileri canım gibi sevmiştim hayalimde de, İsveçlilerle bakalım nasıl anlaşacaktım. Orada da hep gidilen, müdavim olunan bir bar, bir sokak, bir bakkal, sevdiğim insanlar olacak mıydı? Yoksa yapayalnız, Cumartesi akşamları saç maşasıyla bukleli düşüncelere düz fön çekerken, bir yandan akşam yemeği olarak jelibon mu yiyecektim? Tabii ki, bir süre ikinci ihtimali yaşadım. Yapayalnız, sopsoğuk, teptekbaşına. Kocaman bir kupayla İstanbul'dan getirilmiş üçü bir arada kahveler içip, camdan dışarı bakarak. Düşünerek. Masamda biriken makaleleri kah okuyup, kah kenarlarına güneşli hayaller çizerek. Türkçe pop dinleyip kendimi güvende, çocukluğumun ve anneannemin evinin arka bahçesinde hissederek. Şehrin bana açılmasını, benim kendime açılmamı bekleyerek. Ketumluğu, kendime ve kararıma kırgınlığımı atlatmayı bekleyerek. Ne zaman ki ağaçlar tazelendi, tohumlandı, yeşillendi, karlar altında kalmış çimenler bükük boyunlarını doğrulttular, ben de sırtımı doğrulttum. Düzlüğe çıkışım, böyle iki cümleyle özetlediğim şekilde kolay olmadı elbette, ama yönetmenimiz işaret ediyor. Programa ayrılan sürenin, Stokholm'e ayrılan sürenin de, sonuna gelmişiz. Katkıda bulunanlar arasında ilk isim Stokholm. Tüm aferinler Stokholm'e. Karnemde kaç tane beş varsa, hepsi için Stokholm'e teşekkürü borç bilirim.

Fotoğraftaki gülerek şarkı söyleyen koli, hakikaten, yatak odasının köşesinde iki arkadaşıyla beraber duruyor. Bakalım gittiği yerde de böyle neşeli olacak mı. Bakalım, ben gideceğim yerde böyle neşeli olacak mıyım.  

(Buraya öbür bilgisayardaki, güldüğüm bir Stokholm fotoğrafı borcum olsun. En kısa sürede koyayım.)

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Dırdıriye'de şenlik var!

Boş şeylere büyük ilgi duyarım. Kaptırınca hele, dakikalarımı saatlere bağlarım başında, hiç üşenmem. Bu da öyle bir vak'a. Ülkü Aker'le son model beyinin hikayesi. "Ülkü Aker kim, beyi kim" diyene:

"Sezen Aksu, Ajda Pekkan ve Nilüfer'in aralarında yer aldığı sanatçılara şarkı sözü yazan Ülkü Aker, Muğla'nın Bodrum İlçesi’nde otopark görevlisi olarak çalışan kendisi gibi hiç evlenmeyen Nazmi Kafadar ile hayatını birleştirdi."

Daha önce aşklarına methiye düzdüğüm Akrep Nalan da kadroda, elbette. Yazlıkta akşam çay bahçesine kadar inmişler gibi, kargo pantolon ve penye blüzüyle. Yine. İçine sütyen takaydın bari ablacığım. Lastiği gevşemişlerden de olsa. Damat bey, lise mezuniyet töreninde karambole kalkışır veya "eski dostlar/samanyolu" söyler gibi bir beden diline bürünmüş. Lise bitse de sonsuza kadar sürecek bu dostluk! YEAH, RIGHT! Nazmi diyor ki, "senelerce uzaktan dinledik Ferdi Ağbey'i, şimdi kankam olacak". Ah Nazmi, ah çılgın oğlan. Ferdi Özbeğen'in çiçekli gömleği, beyaz keten pantolonuyla tropik telden çalan giyiminden zaten daralmışım. NEXT!

Esas hikaye naylon kasap perdesi gibi kalın ve ağır ve lekeli magazin perdesinin arkasında. Asıl hikaye, Ülkü Aker'in parasıyla rezil olduğu, üste bir de kalaylandığı. Kadın milleti parayla satın alsa da, kafasına çıkartmadan malını kullanmayı bilemiyor. İlla ki duygusal yaklaşıyor. Gerçek bir aşk hikayesine dönüştürüyor aklında, eksikleri-gedikleri tamamlıyor. Demiyor ki, "yaşlı bir osuruğa dönüştüğüm bu günlerde, artık beni Nazmi napsın? Nazmi Kafadar beni napsın? Bu ne biçim bir ad? Gerçek adı bu mu, yoksa benlen kafayı mı buluyor Nazmi Kafadar?". Demiyor. Onun yerine falanca otogarda tanışmalarını, Nazmi'nin cipini anlatıyor. Nazmi cipi yenilesin hele, cips gibi yiyecek seni, ağlayacaksın. Üstelik bu işten tek kazançlı çıkan Muazzez Ersoy olacak. Nostalji/Back to the future albüm setine birini daha ekleyecek, sen Nazmi acını yatıştıracak şarkılar yazdıkça. Neden, Ülkü? Peki ya sen, Zerrin? Neden boş ve akılsız başına aklar düşmüş yeni beyinin ağzına kakişlemesine izin verdin?

Burnundan pinpon topu da çıkarsan, bu iş zor, çok zor Yonca.

Neden? Neden köpeği oluyorsunuz bu ilginin? Sebepsiz, gelgitli, sert duruşların? Çocuksu nazların? Neden bir köpek edinmiyorsunuz (köpek bile edinmeyin gerçi) da gidip koca alıyorsunuz pazardan? Sonra ona analık ediyorsunuz. "Gel yavrum" diye yatağa çağırıyorsunuz?

Damat Kafadar ise, Bodrum Belediyesi Otobüs Terminali’nde tanıştıklarını anlattı. Sözlerine “Böyle çirkin bir bayanla evlenerek hayatımın en büyük hatasını yaptım” diye devam eden Nazmi Kafadar, daha sonra espri yaptığını söyleyip, eşine sarılarak “Dünyada daha güzel bir insan yok” diye konuştu.


Sonra birkaç güne kalmadı, Ülkü Aker'le dedikodu programlarından birine sabah çayına gittiler de, Sayın Kafadar'ın tavrını detaylı biçimde inceleyebildim. Ama ne inceleme! O diyalogda yatan cevherleri teker teker üstlerini üfleyerek falan açığa çıkarmaktır amacım. Bunun için dün yaklaşık yüzelli kere aynı kaydı dinleyerek konuşulanları deşifre ettim. After all, söz uçar yazı kalır. Lütfen stereo şekilde dinleyerek oku, hatrım kalmasın.
Nazmi Kafadar: Aslında buraya gelmek de istemiyordum ama...


Sunucu 1: Nası başladı?

Ülkü Aker: Çirkin adam değil, karizması var, çogzelsi (çok güzel söylediniz) karizması, karizması var değil mi? Neyse, başkaneo (başka ne oldu) [kendi kendine soruyor].

Sunucu 1: Beğenmediniz, önce beğenmediniz, sonra siz ama beğendiniz Ülkü Hanım’a [hanımı demek istiyor].

Ülkü Aker: O be (beni), o tab (tabii) arkaçlık(arkadaşlık) teklif ettiğine göre beğendi ama ben bi düşüniyim dediğime göre ben daha karar vermemişim, sonra karar verdim. [Kocasının parlamasından tedirgin, elini kolunu nereye koyacağını bilmez bir şekilde] Şimdi oynuycak mı düğün görüntüsü?

Sunucu 1: [Bebek pışpışlarcasına, geçiştirmeli] Düğün görüntülerini vericez.

Sunucu 2: Peki birden mi evlilik teklif etti?

Sunucu 1: Kaç ay flört ettiniz?

Ülkü Aker: [Seneler sonra anlatacak, televizyonda anlatacak bir öyküsü olmasının sevinciyle, laf adeta ağzından taşıp çenesine akarken] Yok bi. Yani Aralık Ocak arası tanıştık, ya Aralık ya Ocak, ilk ö (önce). Deliler gibi düşünüyorum [deliler gibi düşündüğüne nedense EN UFAK şüphem yok], ilk günü hatırlamıyorum, ya Aralık, Aralık sonu Ocak başı gibi olabilir. [Asıl soruyu hatırlayarak] Hayır, ilk evlilik teklif etmedi, ondan sonra, üç dört ay geçmişti, dedi ki “iki tane evim var” dedi, “bi tane Hyundai cipim var” dedi, “bankada da 3-5 lira param var” dedi, “benimle evlenir misin?”.[Küçümseyerek]Sanki ben onun evi için evlenicem, onlarla seni değerlendirsem sanki, türkiyenin tapusu senin olsun, ben seni beğenmemiş olsam sana gelir miyim? [çok açıldığından, haddini aştığından tedirgin] Çok teşekkür ederim ama.Yani Evlilik teklifi yani 3-4 ay sonra.

Nazmi Kafadar: Hanım benim başım ağrıdı bak. Yayından kalkarım. Doğru konuşacaksın, düzgün konuşacaksın. [Neye çemkirsin bilemeyerek, kuru sıkı zarf atarak] Bi sen 30 sene diyosun, 40 sene diyorsun, bilmemne diyorsun, tarihleri bilmiyorsun. Senin ilk yazdığın şarkı hangisi? [Neden, ne yapacaksın, buradan nereye lafı getireceksin be adam!?]

Ülkü Aker: Yeni bir aşkavırır (arıyorum).

Nazmi Kafadar: Değil. Bir fincan kahve olsam. İlk yazdığın ama.

Ülkü Aker: Yapma, allaşkına. Ben. Aaaa. Ben kendimi...

Nazmi Kafadar: Bilmiyom ben. İnternete gir.

Ülkü Aker: İnternet yanlış. Ben kendimi bilmez miyim? “Yeni bir aşk arıyorum” benim ilk yazdığım şarkı. Alla alla.

Nazmi Kafadar: [Tehditkar bir tonla, üstüne ilgiyi çekmek için] Sende değil, bende kabahat ki, ben geldim buraya. Samimi olarak söylüyorum. Kapıdan çıktık mı her şey biter benim için [ne başladı ki bitiyor?].

Sunucu1: [Pışpışlayıp, gazını çıkararak] Gene sinirlenmiş.

Ülkü Aker: Hayatım dur tamam. [Geri vitese takmaca - "bir gece daha yalnız yatamam, mutluluğa çok yaklaşmıştım halbuki" bakışları]

Sunucu 2: Noldu neye sinirlenmiş? [Yanındakinden üçüncü şahıs gibi bahsetme, işleri kontrol altına alma sanatı]

Nazmi Kafadar: Yok bir şey, yok.

Ülkü Aker: Öyle şakalar yapar arada. Şaka yapmış. [O şaka, sen altına kaka. Hadi bakalım, annecim, beraber attaa gidiyoruz.]

Nazmi Kafadar: Ben sana ne dedim? Çok az ve net.[burada mesaj tam olarak anlaşılamıyor. Yüksek ihtimal fakir ama delikanlı olduğundan "beni maymun etme, oralarda özelimize girme, benim de otoparkta ve mahallede bir saygınlığım var, öyle her şeyi anlatma, Nazmi şuramı öpüp kokluyor deme, yolarım o meçli saçlarını" diye azar çekmiş evden çıkarken, plastik çekecekle ayakkabısını giyerken]

Ülkü Aker: Tamam, tamam.

Nazmi Kafadar: Benim her şeyim açık ortada. [neyin açık ve neden açık olsun Nazmi ağbiy?]

Ülkü Aker: Tamam bitti, canlı yayındayız.

Nazmi Kafadar: Beni ilgilendirmiyor. Nerede olursam olayım. [ver gazı, koççum yürrü]


Kafadar, Müge Dağıstanlı’nın "Eşiniz sanat çevresiyle çok yakın. Siz o çevreye uyum sağlayabildiniz mi?..." sorusu üzerine "Biz bunla sanatevine giderdik. Ortamı beğenmedim. Düzgün değil, gerçekten düzgün değil..." cevabını verdi. Söz yazarı Ülkü Aker eşinin bu sözleri üzerine Gülşen Yüksel’in kulağına eğilerek eşinin gayleri sevmediğini fısıldadı.

Düğün görüntülerinin ekrana gelmesinden sonra yumuşayan çift yayına kaldıkları yerden devam etti. Ülkü Aker eşi Nazmi Kafadar'ı sakinleştirmek için ona canlı yayında aşk şiiri yazdı.

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Cefalar II (Cefalar geri dönüyor)

Cefalar diye söze başlamanın elli kat cefası varmış, ARKADAŞ! Ben cefaları kovalamıyorum inan; filmde kapalı bir kapıyı, karanlık bir bahçeyi illa ve billa ki yoklıycam diyerek cengaverce atılan karakter değilim. Ben karanlık olmayan odada oturduğu, karanlık ve hayaletli odayı kurcalamadığı halde, filmde ilk ölenim. Cefalar beni kovalıyor, ATAM! Kaçmaya kalksam yollar ayağımın altında tükeniyor, yol ayrımlarının bereketi kaçıyor.

Tren istasyonundayım, öylece duruyorum. Ayağımın ucunda eşyalarımın saçma bir kısmının topluca durduğu bir spor çantası var. Çantanın ön gözüne de selpağımı koydum, just in case. Cefalar bastırırsa diye. Öylece uzayıp giden rayları seyrediyorum. Raylar da tüm kansızlıklarıyla parlıyorlar. Bir metre uzağımda Çinli bir çift. Kadın, adamın koluna sıkı sıkı tutunmuş. Onun bir metre uzağında bir İsveçli bir çift. Düzgün ve dimdik bir çizgi gibi, kambursuz duruyorlar. Diğer yanımda kavruk, göçmen bir çocuk avucunun içinden sigara içiyor. Karşı peronda da insanlar, arkamda kalan peronda da insanlar. Ama onlar şu an kameranın açısına pek girmiyorlar. Şu an bir tek raylar ve rayların üzerine top olup oturmuş, uyuyan bir güvercin giriyor. Öyle güzel, öyle huzurlu uyuyor ki, boynunu da büküp kanadının altına sokmuş. Hepimiz gelecek koskoca bir demirçelik yığını beklemiyoruz da sanki, büyük bir yorgan bekliyoruz. O da telaşla pozisyonunu almış, en tatlı uykuda yer kapmak için. Tamam. Sonra trenin saatinin geldiğini farkettim. Uzaktan ışığını görebiliyorum. Salına salına, hiç ses çıkarmadan geliyor. Bir yokuşun başında iyice frene basmış, sanki buzun üstünde kayıyormuş gibi, ağır ağır ilerliyor. Belki yürüyen insandan biraz daha hızlı. Tekrar güvercine bakıyorum. Öyle emin ki uykusundan, rayları gıcırdatmadan süzülen trenin erkenden durup uykusuna izin vereceğinden, ben de onun bu kendine güvenine inanıyorum. Tren daha yaklaşıyor. Raylara donmuş gibi, donmuş gibi bakıyorum. Uyuyan kuş, rayın bana uzak olan tarafında, trenin arkasında ve altında artık. Hiç ses çıkmıyor, benden de ses çıkmıyor. Elimi ağzıma bile götürmüyorum. Sanki güvercinler ses tellerime dizilmişler. Veya kaburgalarımın üstüne top olup oturmuşlar, tren üzerimden geçmiş.

Bugün rayın üstündeki kuşla beraber ezildim. Yarın yeni bir kuş olacağım. Nasıl bir kuş olmak istiyorum biliyor musun, korkunç bir kuş. Kıtaları, şehirleri, sıra sıra ağaçları birbirine bağlayan rayların üstünde aksak ritmle ilerleyen trenleri, Milliyet'in karton oyuncak setindekiler gibi elinde büken bir kuş. Ömür boyu uçmalarıymış gibi sanki çağdaş dünyanın kuralı, tek özgürlükleri uçmakmış. Kondukları yerde öleceklerse, uçmanın neresi özgür olacak? Beter olun insanlar, kemiklerinizin üzerine yapışıp kalmış kilolarca etlerinizle hepiniz beter olun.

3 Ağustos 2010 Salı

Cefalar

Fatih Erkoç'un "Cefalar" diye bir şarkısı var. Enteresandır; şarkıyı müzik olarak bilmeme rağmen, sözlerin son kelimesi olan "cefalar" ile isimlendirildiğini bilmiyor, 90'lar Türkçe pop sevdam tekrar yeşerdiğinden beri nostaljik listelerde her gördüğümde içimden gülüyordum. Çoğul ekiyle derdinin fazlalığını özetleyen şarkı ismi görmemişiz ki, hep dallı güllü. "Bana ettiklerin", "gör bak, bir gün", "aşk skandalı", "küslük treni" gibi isimlerin arasında, 4 ciltlik dünya klasiği gibi duruyor: CEFALAR. Veya bir hayali liste, "alınacaklar" veya "yapılacaklar" listesi gibi. Bir ağlama listesi. Ağlanacaklar.

Cefalar iki nokta üstüste> sevgilim beni terketti
<alt satır, satır başı> çok alışmıştım (hep bir alışma edebiyatı gırla gider, sanki makbul bir şeymiş gibi)
<alt satır ve satır başı> traş olmadım, evi toplamadım kaç gündür
<alt satır ve satır başı> yemekten içmekten kesildim, gözlerim ağlamaktan kızarırken, parmakuçlarım nikotinden sarardı
<alt satır ve satır başı> dolapta tek bir büzüşmüş patates, üst kısmı beyazlamış biber salçası ve iyice yeşillenmiş tanıyamadığım bir meyve duruyor; tuvalet kağıdının bitmiş rulolarını içi pis su dolu vileda kovasının kenarında biriktiriyorum ve bu konuda en ufak bir şey yapmak içimden gelmiyor
<alt satır> yekün <eşittir> dertli başım.

Cefalar başlığı da underlined ve bold olacak elbette. Cefalar hep başımızın üstünde, hep underlined, hep bold.

Bir de son olarak;

Hangi Türkçe pop şarkısı söze "Bildiğim çok doğru var, ama hala yanlışlarım beni kahreder" diye, aşk-sevgi hikayesinin önceki bölümlerinin özetini paylaşmaksızın ortasından, kısmen de özeleştirel giriyor allahaşkına? Oynatmalı, hepsidetepside şarkılarını sevmiyorum, ama birkaç tane şarkısında kumlu sesiyle Fatih Erkoç'u seviyorum. Tabii ki bir de "cazzz söyleyebiyorum ben, SAYGI DUYUN ULAN!" diye hazrol çekmediği için. Ki hazrolu pek seven, hazrol duydu mu, hazrol çekenin paçasına minnetle yapışan insanlarız. 

27 Temmuz 2010 Salı

Fazıl Sken

Cancun scan etmiş Fazıl Say yazımı da, sağolsun, maile attachleyip yollamış. Mailin başlığı da bu: "Fazıl Sken". Çeşitli hayvansı okumalarla bunu eli pipisinde ortaokul düzeylere de çekebiliriz veya İngiliççe kelimeyi Türkçe okunuşuyla yazınca çok komik oldu sanan insan misali, öylesine bir espiri diye de gülebiliriz. Önemli olan o değil, önemli olan eli öpülesi niyet. Niyetin hizmet ettiği durum da, Fazıl Say yazımın geçtiğimiz Pazar Radikal 2'de yarı sayfa hacminde yer işgal etmiş olması.

Şimdi blogdaki versiyonu okuyan ürkmesin, bunun onunla pek alakası yok. Popüler kültür ürünlerine, magazin tartışmalarına dairse özellikle, blogda yazdıklarım bunların sunuluş şeklindeki ciddiyetsizlik nisbetinde ciddiyetsizliğe teğet geçebiliyor. Halbuki onun dışında fevkaladenin fevkinde ciddiyetperver bir insanım. Kıt'a dur! RAP-RAP!

Lafı uzatmayayım da iki parça halinde scan edilmiş yazıyı koyuvereyim. İlki azıcık yamuk yalnız, kafayı hafif sola eğmek icap ediyor.

26 Temmuz 2010 Pazartesi

At koşar, baht kazanır.

Tanımayanı için biraz bilgi vereyim;

Jessica Biel, ünlü bir insan. Dizi, film oyunculuğu yaparak ekmeğini kazanıyor. Kendisi gibi ünlü, Justin Timberlake adında, eskiden Britney Spears'la sevgili tadında bir (çocuk)adamla birlikte. 

Burcu Güneş, sesine güvenen, kendine güvenmeyen popçulardan. Bu yüzden arada bir azar çeker gibi "ben de isteseydim fiziğimle şey yapardım, ama sesimi kullanmayı yeğliyorum" diye diye içini ferahlatmayı seviyor. Özellikle yazları buna bir dellenme gelir, "ARTIK BU YARIŞTA BEN DE VARIM" dercesine bacağını falan açar. Bir iki yarı-çıplak klip çeker, yine tutmaz. Sonra "biz dekoltemizle bir yere gelmiyoruz" diye kendini sözde-operacı/özde-böğürmeci Işın Karaca ve Sertab Erener'in yanında konumlandırır.

Neyse, Burcu Güneş denen kız iyi niyetine, belli ki eğitimli sesine rağmen bir türlü yükselemez, bir yüksek-avam Demet Akalın kadar satamaz mesela. 

Olmayınca olmuyor.
Baş ve sondaki Biel, aralardaki Güneş. Tam benzeyen foto da bulamadım ki, tüh!

22 Temmuz 2010 Perşembe

Uyuz kız aramızda!

Romantik-komedilerde veya sade komedilerde, böyle bir Pazar günü sabahtan boş sinemada izleyip bir buçuk saatliğine insanı kendi hayatının keşmekeşinden uzaklaştıran, New York'ta, Chicago'da, deniz kenarı eyaletlerde sörfçü çocuklarla falan çekilen feel good movie'lerde illa kızkardeş çatışması vardır. Bu iki kardeşin arasında karakter kontrastı yüksektir. Bir tanesi hanım hanımcık, işinde gücünde, illa tayyörlü, saçı fönlü. Diğeri (esas kız) salkımsaçak (yatarken üstünde illa bir grunge grubu t-shirt'ü, salonun duvarında konser afişi), ama nasıl yaratıcı, ondan salkımsaçakmış meğer, dakiklik nedir bilmez, temizlik nedir bilmez, işlerini sıraya koymaz, bir andadır, bir anda kalkar, gider, yapar, eder, aşık olur. Öyle kıza işte, esas oğlan vurulur. Kah kız ikinci el kitap standında kuantum fiziği kitabı inceliyorken dalıp giden gözlerine, kah sinemada siyah beyaz bir film seyrederken (anlaşılan o ki, Amerika'da klasikleri sürekli gösteren bir sinema vardır ve her nasılsa o sinema hep doludur az çok) dolup giden gözlerine vurulur. Öbürü bıdıbıdı "anan öyle etti, baban öyle etti, azıcık toparlansana, bir işin ucundan tutsana" diye kıza hayatı zehir ederken, bu o doludizgin yaşamın ödülünü alır. Ablayı bile yola getirir o var ya. Ablanın "kusursuz görünen aslında var ya nasıl kusurlu ve bomboş" (nasıl emin oluyor, onu da bilmiyorum), "o kadar kusursuz göründüğüne göre illa ki duygusuz" evine, evliliğine, evlatlarına bok ata ata ata yolunu bulur. Saçını toplamadı, etek giymedi ama, özgür ruhlar hep kazanır, dostum.

Bunun bizde tezahürünü bulamayız. Bizim sinemamız öyle kontrastlardan seyirci toplayacak kadar ticari olamadı, birinci neden bu. İkinci neden, bizim insanımız o model değil. Gariban toplumundan öyle goygoy çıkmaz. Bizde tam tersi, tayyörlü her zaman kazanır, özgür ruh da her zaman fuhuş sektöründe hizmet veren bir arkadaşa dönüşür. Kısmet. Farklı ülkede doğsa karşısına bir Adam Sandler gelecek, tüm ifritliğiyle. Neydi öbür oğlan, sevmediğim, o gelecek. Kızla birkaç ufak yanlış anlamadan sonra iki buçuk (çatıkatı, çok mühim) katlı evlerinin arka bahçesinde (kızın üstünde vintage bir gelinlik, saçlar alter, tabii ki Gülcan topuzu değil) labradorları pastanın üstüne atlarken çekilen düğün fotoğrafları olur, al sana the end.

Ben bunları izleyemiyorum. İzliyorum, izliyorum daha doğrusu. Çok da güzel izliyorum ama içim sızlıyor. O ablanın yerine kendimi koyuyorum, yahu, insan kahrolur be. Her yoğurt yiyiş aynı alterlikte olsa, o ana o baba kahrolacak. Biri illa kıçını toplayacak. Bu durumda abla tabii. Biri boşlayınca, öbürüne iş düşüyor çünkü. Alter kardeş sanıyor ki, bir ömrü kakaraya kikiriye adadı, bak hayat nasıl yolunu buldu. Su faturası ödemeyi bilmiyor, anasıyla ablası onun yerine sökükleri dikiyor, kirasını evi paylaştığı eski sevgilisi ödüyor, kim ödüyorsa o ödüyor ama AMMAN KIZIN GÖNLÜ HOŞ OLSUN, ONA GAM OLMASIN! Fırlamalığıyla süs köpeği gibi güldürüyor, insanın içini fırfırlı, fuşya pembe duygularla dolduruyor ama bir yaralı parmağa işediği yok. Arada geliyor ablasının güzel ayakkabılarından birini alıveriyor, giyiyor, topuğunu kırıyor, "nolcak yea benden değerli mi" çekiyor, HAAA İŞTE O NOKTADA BEN O KIZI YERDEN YERE ÇALARIM. İşte ondan sonra da kapattım filmi. Dedim böyle film olmaz olsun.

Evet, başlığın işaret ettiği yere gidiyoruz: O filmi seyrederken uyuz olunan abla var ya, o abla neredeyse benim. O ablanın ben olma ihtimali o kadar yüksek ki, kardeşim olmadığına dua ediyorum. Kimsenin kıçını başını toplamadığıma, kimsenin başarısızlığını sırtlanmadığıma, kimsenin yerine getirmediği görevleri halledeyim derken sinir krizlerine, Prozac mı, Xanax mı, armut gibi bir koca mı, neyse, onlara yaslanmadığıma çok memnunum.

Hepimize ömrümüzü uzatacak, sorunlu kardeşsiz yıllar dilerim. (Olanlara da geçmiş olsun, kardeşleri de tez zamanda adam olsun.)

21 Temmuz 2010 Çarşamba

300. post hediyesi: I-candy Marcello

Marcello Mastroianni valideni ticaret öğesi yapacak deseler, "bari ucuza gitmesin, Marcello" der sineye çekerim. Saygım, sevgim o boyutta.

Toprağı bol olsun. Nevra Serezli "Aşk olsun"da "neRRRRde o eRRRkek" diyordu ya, hah, o sorunun ve her sorunun cevabı.
 

Şimdi öylesine Google'layıp beğendiklerimi aldım da, aslında bir Marcello blogu açıp en seçmece, en nadide şeyleri koysam mı, bir düşüneyim.

Siyah beyazmış sanki o zaman dünya da, sonradan dejenerasyondan renkler de yanarlı dönerli olmuş.

Eski fotoğraflara bakıp, şaşmamamız ne tuhaf. Siyah-beyaz deyip geçiyoruz. Halbuki bazı dönemler anca iki renk görülebiliyor. Farklı tonlarda griyi sayarsak üç. Sonra teknikolor filmler var. Onlar da boyama kitabı gibi.

18 Temmuz 2010 Pazar

Fazıl Say ve Arabex

Fazıl Say'dan hazetmiyorum. Evlerden uzak, tuhaf bir tipi var diye mi, emin değilim. Sonra konser esnasında cep telefonu çaldı diye dinleyici azarlamıştı bir zamanlar, ondan mı, bilmiyorum (ki çoğusu bu yaptığından "bravo vallahi, görgüsüzlere ağzının payını verdi doğrusu!" diye pek etkilenmişti. Hangi sessizlikten sonra alkışlayacağına, yanındakini süzerek karar veren dinleyiciler bunlar). Onu ne zaman ekranda histerik şekilde piyanosunu çalarken görsem, lüzumsuzca ifade, el-kol, duruş, eda kasan Türk sanat müziği solistleri aklıma geliyor. Bir antipati dalgası köpürüyor, içten içe bir şeye kızdığımı biliyorum ama, ne olduğunu çıkaramıyorum. Öncelikle klasik müzik despotluğu, sonra "bana para harcamıyordu" diyerek onu çarşaf çarşaf haftasonu eklerinde rezil eden ayrıldığı karısı, "mokaçino içmeyi, hayatın tadını çıkarmayı ondan öğrendim" diye sevgisini tarif ettiği Hande Ataizi'yle ilişkisi aklıma geliyor.
Sonra bugün Twitter'da gördüm, "hah, tamam ya" dedim, Yıldırım Türker'in gömmüşlüğü vardı bu adama. (Yıldırım Türker'in asıl bir Dr. Oz (Mehmet Öz) gömüşü vardı ki, ouuuv. Çok yamandı. Okuduğum günden sonra ne zaman aklıma gelse nette arattım; davalık olmuşlar da kaldırılmış galiba, bulamadım.) Şans bu ya, geçende Enis Batur'un "Gövdem" kitabında da mevzusu geçiyordu. Fazıl Say'ın kendini dağıtasıya piyano çalışlarını Batur basbaya savunuyordu. Özetle, performans dediğinin müzisyen için kısıtlanmaz bir hareket serbestisi getirdiğinden, ünlü piyanistlerin (Mozartların FELAN) çalarken kendinden geçtiğinden, haliyle Say'ın da en acayip triplerinin aslında nasıl da haklı olduğundan bahsediyordu. Enis Batur'u o an hiç sevmedim. (Merhaba, 6 yaşındayım, insanlarla sadece sevmek/nefret etmek üzerine kurulu ilişkiler kurabiliyorum.) Enis Batur da Fazıl Say'ı benim kadar sevmesin istedim. "Fazıl Say da nebçim. Oturuyorsun milyarlık piyanonun başına, insan gibi çalsana" deseydi keşke. Ama o zaman da Enis Batur Enis Batur olmaz, en iyi ihtimalle magazin gazetecisi Ali Eyüboğlu olurdu. O zaman böyle derinlikli kitaplar da yazamazdı. Ya da Yüksel Aytuğ. Yükel Aytuğ'un da köşesi giderek genleşiyor zaten. Kuaförde yazdığı eke mi, gazeteye mi ne zaman denk gelsem yarım sayfayı bulmuş oluyor. "Herkes anlasın" kaygılı Levent Kırca espirileri, işi sadece televizyon kumandası elinde kola içmekken gidip gündem yorumlayışları, oof çok fena. Mesut Yar gibi şopar bir oğlan yapsın da, arada sayfayı paylaşsın onla. "Babam dedie kie" diye söze başlasın onun şoparı da. Uzun saçlı yazar olmaz olsun, olursa sadece Kanat Atkaya. O da kanaatten. Yakışıklı ve kültürlü ve alter diye.

Neyse aman. Şurada iki lafı bir araya getirip Enis Batur gibi sizlerle yazma serüvenimi bile paylaşamıyorum. Çünkü Enis Batur'un dediği gibi her gün yazma egzersizi yapamıyorum. Enis Batur masada, hıtı hıtı yazıyor. Ben hep bilgişayarda çıkı çıkı.

Dur bak, eşek kafamın pili bitmeden yazayım şunu.

Geçen haftanın sonu gibi Sacitabi'de okudum; Fazıl Say, tüm gestapoluğuyla anti-arabesk söylemlerde bulunmuş. Ama komik kısmı o değil. Komik kısmı "Sağır olduğum gün ben de arabesk müzik dinlemenin keyfini doya doya çıkaracağım" demesi. Elimi vicdanıma koyup, itiraf etmezsem olmaz; hakikaten güldüm şu söze. Popçuların camlardan sarkan mahalle karıları gibi birbirine laf soktuğu, hem de hiç yaratıcı olmayan "O bakkal müziği yapıyor! Bakkal senin anandır! Anam bakkal olsa utanmam söylerim, ne var. Anası bakkal olsa iyi.. Ağzımı açsam fena olacak. Açsın bakalım, içine sinek dolacak." misali, eski Türk filmi espirilerinin su gibi aktığı bu şelale-ülkede, adam özellikle "doya doya" ikilemesini kullanarak (ironironi), tersten görerek falan yine Cumhuriyet çocuğu olmanın bambaşkalığını göstermiş. Ama arabeske yavşak demesi biraz ölçüsüz kaçmış, BBG deyişiyle "talihsiz bir açıklama". Çünkü böyle diyerek sadece arabeski değil; dinleyeni, kendini arabeskle ifade edeni, arabesk denen müziği oluşturan şartları da küçümsüyor. Gözünü, pasaport ülkesinin gerçeklerine kapıyor. Sanki bir gün sınırlardan aniden Arap mülteciler ve bavul dolusu Mezdeke kasetleri giriverdi, yasadışı çoğalarak kına gecesi kasetçalarlarına monte edildi. Sanki bir gün Unkapanı'da karakaşkaragöz yaratıklar yaklaştı ve aynı gün içinde ışın silahı zoruyla binlerce türkü kaseti doldurup, muhafazakar aşıklara ilham veren köşe kapmacalı, bakışmalı onlarca klipler çektiler. Arabesk biraz da easy target tabii, hele nota bilene. İbo'ya en ufak sempati duymam ama böyle armutlara tüm hanzoşluğuyla güzel cevap veriyordu. Gerçi son yıllarda o da duruşunu kaybedip "Fazıl kardeşimin fihrine saygı duyüyörum" seviyesine gelmişti. Yıllar onu bile yordu be, saçına ak düşmeden hem de (Schwarzkopf'uz ezelden).

Aslında Fazıl Say'ın alttan alta restini çektiği şey, o da, Tan Sağtürk de gerekli şartları oluşturmak için doğuya gidip, hayrına konser/bale gösterileri veriyorlar, değil mi ya? Bunca çabaya rağmen HALA MI ARABESK? "Yahu, bu adamlar nerede yaşıyorlar" diyesim geliyor, ama nasıl kızayım. Yurtdışında ayağı taşa değmeden yaşayıp ahkam kesenin hali bambaşka. Hemen şipşak çözümlerle Nebraska'yı kalkındıracak, Mizuri'yi kültür başkenti yapacak. Amca oğlu tecavüz etti diye kızı öldürüyorlar da, erkekli kızlı 10 kişilik sınıfta "Urfa'da fındıkkıran! Müjde, oraya (elektriği değil ama) baleyi götürdük!"/"Erzurum'da Yücedağ eteklerinde Fazıl Say ziyareti ve klasik müzik ziyafeti!". Herkes muassır medeniyetler seviyesine, MARŞ MARŞ! Eziyet mi ediyor, iyilik mi yapıyor, o insanlar klasik müziği neden sevecek, bir kere duysalar yetecek mi, bunu düşünmüyor. Sanki her üniversite okuyan klasik müzik aşığı oluyor da, her eğitilmemişe fırsat verilse ah nasıl da klasik müzikçi olacak. 1-2-3-4-5. sınıflar tek bir derslikte oturup kanon halinde ders görüyor ama, bak baleyle ufukları nasıl da şey yapacak.

Boktan denizyıldızı hikayesi esin kaynağıdır böylesine, "en azından bunun için farketti" diyebilmek. "Hem de ben farkettirdim, yaa" diye zevklere gelmek. Saçı uzun üniversiteli delikanlılara bile "top musun euyheabreh" çekilen muhitlerde, tayt giydirip "erkeklere bile bale oynatacağız" inadı. Böylesinin klişesi: Why diye sormuyormuş, why not'mış mottosu. Mottosu bir-iki kelime olandan hayır gelmez (carpe diem yavşaklığı dahil). Minibüse binmeyenden korkmalı, Fazıl Say minibüse binmez. Minibüse bile binemeyip yürüyeni, tramvaya asılanı var, Fazıl onları görmez. Konsoloslukta elitcan 29 Ekim kutlamaya gider, gözünde nefret topu "bunlear var yea bunlear zehirledi toplumu" diye tıslar. Sonra karısından bir kağıt bardak dolusu mokaçinoyu esirger. Sen de az değilsin Fazıl! Otur, sıfır!

"Burçlara ders çalışmaya gidiyorduk, önce bir dershaneye uğradık Sermin'i aldık."
Dahi anlamına gelen Fazıl, herkesten ayrı KASILIR.