14 Kasım 2011 Pazartesi

90'larda Kalan Bir İdeal: Modern! Türk! Popçusu!

Master sebebiyle İsveç'e taşındığım sıralar Türkiye'nin, Türkiye'deki her şeyin çok üstüme geldiği bir dönemdi, ben de bu yüzden İskandinav tipi kara kışın ortasında özlem duymak için sadece çocukluğumun Türkiye'sini seçtim. Hatırladığım tüm kareler adeta Instagram efektiyle sarıya boyanmış gibi sevimliydi; sol üstten vuran göz kamaştırıcı ve tembel güneş ışığı tüm soğuk mavilerin etkisini yitirip bordoya ve mora dönüşmesine sebep oluyor, karın kışın ortasında insanın içini ısıtıyor ve hatta ileri aşamalarda özleme dönüşüp yakıyordu bile. İçeriye pis bir kuzey ayazı üfleyen camdan dışarı bakarken dalıp gitmeyi en sevdiğim anılar çocuklukla ileri ergenlik arasındaki dönemde, dolayısıyla 90'larda gerçekleştiği için 90'lar İsveç'teki ilk çetin kışım boyunca bir nevi sığınağım, bu sığınağa girmenin en kısa yolu da YouTube'da o dönemin şarkılarını bulup dinlemek oldu. Dolayısıyla iki koca bavul haricinde 90'ların Türk popunu da sırtımda tıpkı sönmüş bir paraşüt gibi taşıyarak kilometrelerce uzağa, Stockholm'e getirdiğim o günden itibaren düzenli olarak bu meseleler üzerine düşünüyorum. Blogda yer alan ünlü incelemeleri, tutup aklımın uzun süredir tozu alınmamış bir köşesinden çıkardığım türlü türlü saçma detay da bu sığınaktan bulduğum ve güncel bir olayla gözümde önem kazanan şeyler. O sayede karşılaştırmalı edebiyatla olayların seyrini inceleyebiliyorum.

Bu girişin ardından, hakkıyla davamı açıkladığımı düşünerek, mevzuda arkalara ilerliyorum.

90'lara (fakat sadece 90'lara değil, magazin alemine dair saçma herhangi duruma) en az benim kadar meraklı Çerez Hilton blogunda Levent Yüksel'in hemen aşağıya koyduğum fotoğrafını epey bir süre önce görmemle bir şeyler tetiklendi. Fotoğrafta Güliver'e tırmanmaya çalışan bronz insancıklar görünümündeki ödülleri kucağında taşıyan Levent Yüksel papyonuyla, Sertab Erener o dönemki imajı uzun kadife elbise-şapkasıyla, Uzay Heparı "ishal olmuş yavru kedi kakası" tabir edilen renkte bir İbrahim Erkal ceketiyle (o zaman İbrahim Erkal henüz garsonlukla iştigal etmekteydi, ama Uzay Heparı tüm ileri görüşlülüğüyle seneler sonra gelecek "büyük beden ceket giyen türkücü" sorununa temas edercesine) poz vermiş. Hepsi Türk popunu Eurovision'da en güzel, en modern, en cumhuriyet çocuğu şekilde temsil edecek yetkinlikte. Diploma mı, buyur, konservatuarın şan ve şöhret bölümünden kapı gibi diplomalı Sertab. Keza bas gitarı bas bas bağırtan Levent. Motosiklet meraklısı, evlilik öncesi hamile kalan marjinal ve modacı sevgilisiyle müzik dehâsı Uzay. Ortadaki kilim desenli gömlek giymiş ve karne günü samimiyetiyle bu iki cool grubu birbirine kenetlemek için çabalayan arkadaşı tanıyamadım, ama şarkı sözü yazarı, aranjör falan olduğu farz edilebilir pekalâ.


Bu fotoğrafla aklıma geldi; doğru ya, Levent Yüksel ilk albümü piyasaya çıktığında bir acayip imaj tutturmuştu. Kucakta oturtulup vantrilok marifetiyle konuşturulan o tuhaf kuklalar gibi gömleği ve papyonu ile ödül törenlerine, canlı yayınlara gidiyordu. Hakkında hiçbir şey bilmeyen biri, şu fotoğraftaki haline bakarak astro fizik dalındaki üstün çalışmalarından dolayı Nobel'e aday gösterildiğini falan sanabilir rahatlıkla.


İlk albümü Med Cezir'e denk geliyor sözünü ettiğim dönem. O Med Cezir ki en Türk popuna yabancı kolej çocukları tarafından bile aynı şu heykelcikler gibi kucaklanmıştır. Yeterince ve otantik sayılabilecek mesafede Türk ezgisi, ağırlıkla flamenko gitarı, Onno Tunç'a özgü gördüğüm iç burkucu, derinlikli ve entellektüel (?) bir pop türünün harmanlandığı bu muazzam albümle ilgili yakın zamanda Levent Yüksel'in "İlk albümümün Best of'um olacağını nereden bilebilirdim ki?" röportajını okuyup adamın haline üzülmüştüm doğrusu. Büyük marka Sezen Aksu Akademisi'nin henüz outlete dönüşüp "NapÇAM, gelCEM, etini etime dayıyCAM" türü ucuz espirilere bel bağlamış şarkılar yaparak üç kuruşa satmadığı bir dönemdi o. Şarkılar yıllanmış tecrübelerden damıtılmış enfes sözlerle, detaylarla süsleniyor ve popülerlik kaygısı olmaksızın Türk popunun baş tacı Med Cezir gibi albümler yapılabiliyordu. Sonra? Sonrası karışık:

Papyonlu, "istirham ederim" cumhuriyet çocuğu gidiyor, yerine tırına binip "ana avrat düz giden" şoför Levent geliyor. 

Türk popu da (Türk insanı ve) tıpkı bir paket lastiği gibi ne kadar uzağa çekersen çek o hızda geri dönmeye mecbur sanırım. Bu yüzden giderek (kıro) özüne dönüyor ve bunu hiçbir bronz heykelcik, ishal kedi kakası ceket veya oktav dolusu ses değiştiremeyecek. Neyse ki "Asya'yla Avrupa'nın keşişişim noktaşı" bahanesi var da, bir gün nasılsa aniden aydınlanıp Avrupaîleşeceğimizi düşünerek, ona sıkı sıkı tutunuyoruz.

Benim için fark etmez, sözkonusu görüntünün klibinden kırpıldığı Zalim'i her türlü çok severim.

10 Kasım 2011 Perşembe

Foto Kritik

İlk geldiğim sıralar, iyice çirkin görünsün diye Boston'ın kötü profilden birtakım fotoğraflarını çekmiştim. Şimdi araya yaz ve sonbahar girdi, birbirimize "sen" diye hitap etmesek bile az-çok samimiyetimiz var. Bu samimiyete dayanarak ve öz disiplin yaratmak için kendi kendime her gün güncelleme sözü vererek Tumblr'da Boston foto blogu tutmaya başladım. Fakat şimdiye kadar üç kişi haricinde kimseciklere söylemedim.

Sözkonusu blogumu artık halka açıyorum, herkesi beklerim. İçeride mutlaka yiyip içmek, hediyelik eşya dükkanından alışveriş yapmak gerekmiyor; bakıp çıkmak mümkün.

http://bencenefis.tumblr.com/

Elmoş Mikro ve Makro Blogculuk Ltd. Şti. adına,
Av. Elmoş Özcici





7 Kasım 2011 Pazartesi

İskandinav ve Türk Usulü Teyze-Yeğen İlişkisi

Cuma günü Lars von Trier'in Melancholia'sını izlediğimden beri, teyzeler ve yeğenleri arasındaki o eşsiz ilişkiyi düşünüyorum. Düşünce seyrim boyunca Teyzem filmini de andım, oturup YouTube'dan bir kere daha izledim. Tam hatırladığım gibi, iki filmin teyze-yeğen ilişkisi bakımından çağrıştırdıklarının hayli paralel olduğunu farkettim. Belki Hollywood'a bile girmiş, klişeleşmiş bir durumdur yeğenin teyzeye vurgun ve teyzenin hayal dünyasına hayran olması. Fakat tüm bencilliğimle umuyorum ki öyle değildir, şu iki filmde sıkışıp kalmış bir benzerliktir bu.

Teyzem filmi, teyzemin en sevdiği filmlerden biriydi. Kimi zaman kimi duruşlarını Müjde Ar'a benzettiğim için, çocukken bu durumu basit bir rastlantının ötesinde, hayli "uygun" bulurdum. Sonra, yaşım ilerledikçe ve filmi tekrar tekrar seyrettikçe, film gözümde sadece teyzem sevdiği için sevdiğim bir film olmaktan çıktı. Özellikle beğendiğim, hüzünlendiğim, tüylerimi ürperten sahneleriyle farklı bir anlam kazandı benim için. Benzer bir durumu, en yakın arkadaşımla aynı müzik grubuna karşı neredeyse tamamen farklı sevgiler beslediğimizi fark ettiğimde de hissetmiştim. İkimiz de aynı şarkıyı, aynı anda, birbirimize birkaç adım mesafeyle dinlediğimiz halde, bariz şekilde bambaşka şeyler duyuyorduk. İşte, Teyzem filmi de teyzem ve benim için bambaşka duyguları tetikleyen, ama aynı finale bağlanan sahnelerin toplamıdır.

Teyzem'de Müjde Ar'ın oynadığı delibozuk Üftade karakteri sadece iki erkeğe büyük aşk duyar; biri abisinin mahalleden arkadaşı gitarist Erhan, diğeri yeğeni Umur. Umur yıllar sonra bir gece ansızın toparlanıp evlerini terkeden anne babasıyla berabere dede evine gelişiyle sosyal hayatın kapılarını açar Üftade'ye, onun hayatla bağı olur. Böylece ikisi vapurla karşı yakaya geçerek kimi zaman Kapalıçarşı, kimi zaman bir çay bahçesi veya müzede vakit geçirirler. Umur bu gezintiler esnasında ne zaman çevresini seyre dalsa, teyzesinin yanında olmadığını fark eder. Panikle etrafa bakındığında teyzesinin Erhan'la gizli gizli konuşup bakıştığını, aşkının peşinden koşarken onunla adeta köşe kapmaca oynadığını görür. Gerçi film boyunca Erhan'la Üftade'nin yaşadıkları aşkın hayal ürünü olduğuna dair farklı farklı belirtiler yakalarız (Erhan buluşmalarda hep aynı kıyafeti giymektedir, Umur "Teyzemle [köşe kapmaca] oyunumuzı her yerde sürdürüyorduk. Bugün anlıyorum ki bizden başka kimse oyun oynamıyordu" diyerek, peşlerinde Erhan'ın olmadığını dolaylı olarak ima eder, Üftade'nin abisi Topkapı Sarayı'na bekçi olduktan sonra Erhan Üftade'nin çarpık hayal dünyasında temaya uygun şekilde kaftan ve kavukla belirmeye başlar, vs.), fakat bu durum Umur'un teyzesine olan inancını hiç sarsmaz. İlk seferden sonra kayboluşlarında yanına koşup teyzesinin elini tutmaz, durumu kabullenir. Teyzesinin yaptıklarını mantık çerçevesinde değil, teyzesini çok sevdiği için sadece onun gördüğü perspektifte yorumlamayı tercih eder. Bu ilişkinin belki de en büyülü yönüdür bu: Teyzesini olduğu gibi, yüzdeyüz haklıymışcasına kabullenmesi ve mantıklı veya olmasını beklemeksizin sevmesi. Umur, teyzesi gerçek olmayan bir aşk yaşıyorsa bile ona ayak bağı olmayı istemez. Teyzesi de Erhan'ın başrolü oynadığı gündüz düşlerinden fırsat buldukça Umur'a ilgi gösterir, onu şımartır. Üftade'nin anlaşılmak adına tek umududur Umur, büyüdüğü zaman teyzesinin yaşadıklarını insafla ve şefkatle yorumlayacağını bilir.

Melancholia'da da benzer şekilde yeğen Leo, teyzesi Justine'e büyük sevgi duyar. Teyze Justine de Leo'yu kendi düğün gecesinde götürüp yatağına yatıracak ve ısrarlarına dayanamayıp onun yanında sızacak kadar yeğenine bağlıdır. Hatta yeni evli çiftin düğünün hemen ardından ayrıldığını düşünürsek, düğün gecesi taze gelin Justine'in aynı yatağı paylaştığı tek erkek küçük yiğenidir. Leo, Justine'in olur olmaz hallerine, film boyu nedeni belirtilmeden gelip giden aklına en ufak bir tepki göstermez. Onun için, teyzesinin akıl sağlığı sorgulanabilir bir şey değildir, yetişkin ve teyze olmanın parantezinde tartışılmaz vaziyettedir. İnsanların kimisi annesi gibi düzenli ve çalışkan, kimisi de bazen günlerce yataktan çıkmadan uyuyan ve reçeli parmaklarıyla yiyen türdendir. Dolayısıyla normal-anormal ayrımı yaparak, anormal deneni kenara itmenin Leo'nun gözünde lüzumu yoktur. Normal nedir ki anormal ne olacaktır? Normal davranışlar sergileyen mantıklı-makûl annesi, dünyaya çarpıp üstündeki yaşamı hepten yok edecek bir gezegenden kaçmak için minik golf arabasıyla şehir merkezine gitmeye çabalamaktadır, bu durum normal midir? Yaz günü gökten dolu yağmaya başladığına göre, normal kıstasları tersine dönmeyecek midir? Halbuki tüm bunlar olurken anormal diye kategorize edilen teyze Justine, tüm sakinliği ve depresifliğiyle oturmuş, dünyanın sonunun gelişini izlemektedir. Dışarıdan bakılınca, bu anormal koşullarda en normal o görünmektedir. Haliyle Leo, annesiyle oradan oraya sürüklenmediği anlarda teyzesine sarılıp, henüz yabancısı olduğu bir hüzün halini yaşar; öleceğini bilmenin hüznüdür bu. Teyze Justine'in nafile tesellisine inanmayı tercih eder ve filmin sonunda Melancholia gezegeni gelip dünyaya tam evlerinin karşısından çarpacakken ağaç dallarından sihirli bir çadır yapacağını ve onları kurtaracağını iddia eden teyzesine inanmakla ve dalların altında bağdaş kurup gözlerini kapamakla yetinir.

Teyzem'de Umur da benzer bir normal-anormal çatışmasını gözlemler ve teyzenin hayal alemine adım atar; Üftade ablasının dayanamayıp terk ettiği, duvarda asılı olan üvey babasının askerî üniforma içerisindeki fotoğrafının evi adeta askerî bir baskı ve kontrol altında tuttuğu bir evde, üvey babası dahil eve girip çıkan erkeklerin cinsel tacizi altında, fevkalade anormal koşullarda yaşamaktadır. Üstelik bunlar yetmiyormuş gibi, bir de normalleştirme operasyonuna kurban gider; en yakın arkadaşının eşcinsel olduğu hissettirilen ağabeyi ile alelacele evlendirilir (Gerçi bu evlilik, biraz da onunla evlenmeyen Erhan'a rest için kalkıştığı, rıza gösterdiği bir durumdur). Hamile vaziyette eşini terkedip baba evine dönmek istediğinde, gündüz düşlerini günlüklere yazıp sakladığı merdiven altındaki küçük odasının erzak ambarına dönüştürüldüğünü görür. Birkaç hafta içerisinde anne olduğunda, kendi kızından yiğenine gösterdiği kadar bile şefkati esirger. Üftade, dışarıdan hayatî fonksiyonları sürdürür göründüğü halde, içten içe dul anne ve ev kızı kimliğinin hemen altında yeni bir oda açmıştır kendine, gündüz düşleri burada devam etmektedir. Umur, altı yaşının yazı boyunca bu gündüz düşlerine, Erhan'la Üftade'nin aşkına şahit olan tek insandır ve Üftade'nin ölümünün üstünden yıllar geçtikten sonra bu aşk öyküsünü o bize anlatacaktır. Bu yüzden filmin başında yetişkin Umur "Şimdi size bir öykü anlatmak istiyorum. Artık zamanı. Her şeyi anlatmalıyım. Çünkü bunları benden başka hatırlayan kalmadı. Teyzem. Onun tek başına yaşadığı hayatı, kafamı kurcalayan bin türlü soruyla dolu. Onun öyküsü bu. Benim de öyküm." diye söze başlıyor. Teyzesinin tek başına kurduğu hayaller aleminde yaşadığını, yetişkin Umur artık kavramışsa da, küflenmiş umutlarla dolu, yaşanmamış bir ömrü simgeleyen teyzesini son sahneye dek yüz üstü bırakmıyor. Onun hikayesini, kendi hikayesi gibi benimsiyor. Teyzesinin gördüğü hayalleri ve sanrıları o da görebiliyor. Çünkü teyzesi, Umur'un ilk aşkı. Büyük ihtimalle Leo'nun da ilk aşkı, teyzesi.

Sayın von Trier ve Refiğ'in ellerini sıkar, başımı katman katman ve dolambaçlı bin türlü düşünceyle ağırlaştırdıkları için onları tebrik ederim.

Üftade ve Umur

Justine ve Leo

13 Ekim 2011 Perşembe

Ugly is the new cool ve sen bunun farkındasın

Bundan yaklaşık on sene önce bir akşamüstü, Hülya Avşar'ın yerli Madonna olduğuna aniden kanaat getirmiş ve o an telefonda konuşmakta olduğum arkadaşıma bu düşüncemi aynen iletmiştim. Açıktır ki tespitimin sebebi, Havşar'ın Madonna'yı andıran bir müzikal yetenekle popta devrim yaratması veya cinsel fantazilerini ve tercihlerini şarkılarında dile getirecek kadar açık sözlü, gözü kara oluşu falan değildi. Daha ziyade ikisinin de burunlarından tüten "HIRS!HIRS!" ünlemlerini görebiliyor; bu HIRS!ın asidiyle önce çevrelerindekileri, sonra da kendilerini eriteceklerini tahmin ediyordum. İkisi de 2000'lerde bitecek bir oyunun son perdesinde, arsızlıklarıyla parlatmaya çalıştıkları ve sonsuz inandıkları dehâlarını, belli ki — kazara, kendilerini yok etmekte kullanacaklardı, hiç şüphem yoktu. Bugün, kendi hayatımla ilgili bile bu kadar keskin doğrulukta tespitler yapamadığıma hayıflanarak ve biraz da şaşırarak durumu izliyorum. Beklediğimden daha da görkemli bir çöküş oldu doğrusu, ikisini de hemen yazının başında gönülden tebrik ediyorum.

Yerli Madonna tezimi geliştirmeye başladığım sıralarda, Havşar magazin programlarının formülünü çözeli birkaç sene oluyordu. Sebepsiz yere onu haber yapacak "En güzel benim!" parodisine iyiden iyiye ısınmıştı. Kendi hayatından da öğeler taşıyan yaban bakışlı taşralı güzel rolünün hakkını vermek üzere ve takdim edildiği gibi ondan geri alınmış güzellik kraliçesi tacının öcüyle başladığı sinema oyunculuğunu rafa kaldırmış, bir süredir bet sesiyle albümler, albümler yapıyordu. Bu albümleri kimse almıyordu diye tahmin ediyorum; daha ziyade ekranda denk geldikçe bakılması/tanık olunması gereken bir vak'a idi Havşar. Sevimli-sevimsiz arasında gidip gelen bir arsızlık ve ısrarcılıkla, varlığına başkalarını şahit tutmak istiyordu. "Madem filmlerime baktınız, elimi külodumun içine sokup mastürbasyon yaparken bile izlediniz, o halde bunları da görmek isteyeceksiniz" der gibi bir hali vardı. Nitekim, Avrupa standartlarında güzel kadının pek görülmediği bir ülkede, Abdurrahman Çelebilere sorgusuz sualsiz vurgunuz diye, biz de sözünden çıkmadık. Aynı filmlerinde canlandırdığı yoksul ve okumamış, (dolayısıyla bir türlü Ülkü Öğretmen olamamış) cahil kızlar misali bir süre kendi gibi sonradan parayı bulmuş gariban futbolcu oğlanlarla "gezdi", sosyetik bir kısmet bulduğunda da aşk gemisini derhal oracıkta demirledi. Medeni haline eklediği bu soylu soyad sayesinde uluslararası yüksek statü sembolü tenis sporuna başlayışının (daha golf bu kadar bilinen bir statü sembolüne dönüşmemişti — en azından Türkiye'de) travmasını henüz atlatmıştık zaten, müzik merakını da hoş gördük. Sosyeteye girmiş ünlü ve zengin bir oyuncuydu artık Havşar; ama belli ki içten içe hor görüldüğünü bilmenin küskünlüğüyle, dahası, taşralı görülmenin sıkıntısıyla kendini daha başka dallarda, kimbilir olimpiyatlarda da kanıtlaması icap ediyordu. Bu yüzden hiç durmuyor; ismi "ekstra" olarak Avrupaileştirilmiş bayi toplantılarında şarkı söylüyor, Anadolu Hisarlarında konserler veriyor, açık artırmalara katılıyor, tişört tasarlıyor, dergi çıkarıyor ve haftada en az iki gün magazin programlarında kortta koşarken eteğinin altından görünen külot görüntüsüyle konuk oluyordu. Tenis demişken; Havşar, halkın büyük kesimi için varlıklı ve soylu bir yaşamı çağrıştıran bu spor dalında, kalıcı bir iz bırakmak için adını taşıyan bir tenis turnuvası (Hülya Cup) düzenlemeye de henüz başlamıştı. (Halbuki birkaç sene öncesine kadar nisbeten şuurlu davranıp, beste istediği Kayahan'ın ona yazdığı "Hülyam" parçasını "insan kendi kendine, kendi adıyla şarkı söyler mi? Ben o şarkıyı ne yapayım? "Hülyaam" diye şarkı mı söyleyeceğim?" diye olaylı şekilde reddetmişti. [Bu olay Kayahan'ın içinde ukde olduğundan mı, bilinmez, sokak ve caddelerine şarkı adlarını verdiği bir sitede, Geceler Caddesi ve Mavilim Caddesi'nin kesişiminde bulunan Hülyam Çıkmazı'nda oturuyormuş kendisi.]  Fakat artık ok yaydan çıkmıştı belli ki; bana kalsa Havşar, Hülya Cup'ta Hülya dergisi okurken, bir yandan "Hülyam" diye bir parçayı pekala okuyabilirdi.)

Kanımca, Havşar'ın asıl gözden düşüşünün iki sebebi vardır: Birincisi; hiçbir baltaya sap olamama konusunda doktorasını yüksek onur derecesiyle tamamlayan kardeşi Helin Avşar'ın bu sefer de modacılığı denemeyi istemesi sonucunda, ona destek çıkmak için modacısı Canan Yaka'yı bırakması ve böylece bu dolgun hatları avantajına kullanmayı bilen bu alaturka modacıyı hiçbir zaman dikkate almadığı kaplumbağa rakibesi Gülben Ergen'e kaptırmış olması. (Bir buçukuncu sebep olarak, Gülben Ergen'in hep ikinci gelmekten yorgun düşüp, vitesi artırması ve kendine modadan ve imaj yaratmaktan az çok/kör topal anlayan bir orduyla Havşar'a makas atıp önüne geçmesini söyleyebiliriz.) İkinci sebep; Türkiye'de eşi benzeri olmayan bir kayıtsızlıkla ("Misafir bulduğunu yer, yiyeceksiniz, n'apalım" stili) önümüze getirdiği şarkıların çok daha kötülerinin bile çok daha fazla satacağı bir müzik piyasasının, onun yokluğu esnasında Türkiye'de filizlenmeye başlaması. Havşar Kayahan'dan beste almaya çalışadursun, bir zamanlar hor görülen anonim isimlerin pop tabanlı arabesk besteleri kapış kapış gidiyordu ve Hülya Avşar'ın başı bu durumları gözlemleyemeyecek kadar kalabalıktı; bir yandan babasının kopyası olduğu için basın tarafından "Dağ, fare doğurdu" şeklinde lanse edilen küçük kızının fiziksel özelliklerini savunmak için saldırganlaşıyor, öte yandan eli dursa ayağı durmayan ve dikişi nasıl tutturacağını (her iki anlamda da) bilememiş kızkardeşi Helin'i iflah etmeye çalışıyor, bu arada basına fire vermemek için annesi ve babasına kesin konuşma yasağı koyuyor ve nihayet yepyeni aşk maceralarına yelken açan kocası Kaya'nın çapkınlıklarına karşı başını öbür yöne çevirerek, sosyete ile yapmış olduğu asıl evliliği sürdürmeye çalışıyordu. Eh, böylesine üstün çabaya, multitaskingin böylesine yürek dayanmaz. Araya üç talk show, beş ekstra, yedi tanıtım, onbeş kort ziyareti de yerleştirince, bir yılda on yıl yaşamış kadar olur insan diye tahmin ediyorum.

Taşranın sosyeteyle evliliği, Kaya'nın ünlü bir barda dansçı olarak çalışan bir kıza tecavüz ettiği iddiası gündeme geldiğinde, Kaya "Tecavüz yok, rızasıyla beraber olduk" dediğinde ve dava, delil yetersizliği sebebiyle verilen takipsizlik kararıyla sona erdiğinde sarsılmamıştı. Sarsılması için, Kaya'nın bilerek ve isteyerek yapacağı son bir hamle bekleniyordu herhalde. Nihayet bir gece magazin gazetecilerinin Ferrari'siyle ilgili sorduğu (muhtemelen tuzak) bir soruya, Kaya'nın sarhoş saflığı sonucu düşmesi üzerine, Havşar'la eş zamanlı şekilde, Feraye'yi öğrenmiş olduk. Görüntüyü hızla ileri sararsak; boşandılar, Kaya Feraye'yle evlendi ve elini ayağını gece hayatından çekti. Şıp diye. Ölür müsün, öldürür müsün? On yıla yakın kocan uslansın diye bekliyorsun, aniden bir kadın gelip senin çözemediğin problemi hapşırır gibi kolayca ve neredeyse içgüdüsel şekilde çözüveriyor. "En güzelim!" diye ünlemene, en ağır cevap. KayaÇ'nin verdiği cevap hem "Hadi ordan be! Sen de güzelsen . . ." şeklinde okunabilir, hem de "Senin güzel sayıldığın bir âleme, ben bıyık burmam, tenezzül dahi etmem". Gidip Hülya Avşar'ın güzel denen tüm fiziksel özelliklerinin tam tersine sahip bir kadına aşık olup, uslanmak. Tutum bakımından da en zıt yönü, Feraye'nin kendine güveni. Sınıf atladığını çevresindekilere tüm örtülü ve açık sinyallerle benimsetmeye çalışan Havşar'daki güvensizliğin aksine. Veya, kimbilir, bambaşka bir sebepten. Bu yazının konusu Havşar, KayaÇ'ın seçimleri değil. O yüzden, "Ah şu erkekler!" başlıklı bir yazıda ele alınmak üzere, şimdilik Kaya konusunu bir kenara bırakıyorum.

Olduğunu sandığın hiçbir şey olmadığını farkediyorsun, işin o kısmına gelelim. Havşar, boşandıktan ve eski kocasını ömür boyu benzemediği için övündüğü kadınlardan birine teslim ettikten sonra bir sabah uyanıyor ki tren kaçmış. Dört mevsim bronz — ya da kavruk mu demeli?— yüzünü çiller basmış, ıslatıp arkaya yapıştırarak doğal haline bıraktığı saçları bakımsızlıktan samanlaşmış, bir Türk ünlüsü olarak ismi unutulmuş. Vaktiyle varlığını eğlence malzemesi olarak gördüğü Gülben Ergen, fotoğrafçı-modacı-beste fabrikatörü bazı kilit isimlerin tornasında oya gibi işlenmiş, albümler yapmış, diziler çekmiş, arada bir seks kasedi skandalını bile şıp diye halledivermiş. Havşar oyunculuk kariyerine dönse, artık oyunculuk yapsa başroldeki aktrisin annesi, en iyi ihtimalle ablası rolünü oynayacak yaşa gelmiş. Hem yan roller onun tarzı değil, olacaksa başrol olacak. Dergicilik desen; aynı Oprah'nınki gibi her hafta kapağında ayrı bir poz verdiği ve artık kendini kapaktan sergileyebileceği tek dergi olan Hülya, yayın hayatına veda etmiş. Herhalde bir tek Hülya Cup dimdik ayakta duruyor. Gerçi kısa süre içerisinde onun da silineceğini tahmin ediyorum, çünkü evliliğinin bitmesiyle Havşar'ın köklü aileye mensup olma hayali de sona erdi. Eh, Hülya Cup'ın tribününü kendi gibi sonradan sosyetikleşmiş, fakat herhangi bir marifeti olmayan fabrikatör karıları doldurmayacaksa, kim dolduracak? Spor dünyasından kim Hülya Cup'ı ciddiye alıp o tribüne oturmaya, hangi gazeteci fotoğraflamaya ve spor sayfasında o fotoğrafları yayınlamaya tenezzül edecek?

Şimdi, yazının sonlarına yaklaştıkça biraz da yerli Madonna dememin sebeplerini açıklamakta yarar var. Madonna'nın tüm bu düşündüklerimi dün itibariyle aklıma üşüştüren bir fotoğrafını göstereceğim önce:


Dün bu fotoğrafları görür görmez, yazının başlığını oluşturan cümle içimden geçti. Madonna senelerdir eski şarkılardan aldığı samplelarla kotardığı ve sadık dinleyicilerine adının hatrına sattığı albümlerle müzik kariyerini geçiştiriyor. Günde 25 saat yoga yaptığı, vücudunun şimdiden Body Worlds sergisine konacak denli dışarıdan gözle görülecek kadar kaslandığı söylenir. Bu yüzden bir süredir mayosu ve külotlu çorabı olmadan sahneye adamakıllı çıkmışlığı yok. Bir ödül töreninde Britney Spears'ı dudağından öperek Dümbüllü'nün kavuğunu devrettiği 2003 yılından beri Britney'in de şaşaası kalmadı. (Benzer şekilde, bana kalırsa çocuksu bir tutturmayla, yeteneğinden [ve elbette Avrupalı entellektüelliğinden] biraz olsun nemalanmak uğruna evlendiği Guy Ritchie de bir daha doğru düzgün film çekemedi. "Madonna laneti" diye bir şey var galiba, tuttuğunu kurutuyor. [Madonna'nın Guy Ritchie'yle evlenip İngiltere'ye taşınarak apar topar İngiliz aksanlı albüm çıkarmasında, Havşar'ın kendine soyluluk katmak uğruna sosyeteden biriyle evlenişi arasında paralellik gören bir ben miyim?]) Madonna'nın bu yüzden kendiyle ne yapacağını bilmez vaziyetteki Britney'dense, bir anda şimşek gibi çakan Lady Gaga'yı uzaktan uzağa, hasetle seyrettiğine eminim. Andy Warhol'un meşhur Campbell Soup Cans tablolarındakini andıran bir mesajla, Lady Gaga'nın popüler kültürde, sinemadan ve müzikte öncü bir rol oynayan kadınların aklımıza kazınmış herhangi imajlarından nemalanıp, dalga geçer gibi bir hafta içinde bunları tüketmesi ve Madonna'nın içine girene kadar kiliseden tonla azar işittiği gay/biseksüel/transseksüel komünitesine parmağını şıklattığı gibi girmesi yüzünden, Lady Gaga'yı eline geçirse bir kaşık suda boğar Madonna. Ama bu ondan çalmayacağı anlamına gelmez. Yukarıdaki fotoğraflara bakınca, Madonna'nın Lady Gaga'yı, onun o ne yapsa örtemeyeceği ve barışını yaptığı çirkinliğini taklit etmeye çalıştığını gördüm. Lady Gaga güzel bir kadın değil, ama saygı görmesinin sebebi de güzelliği değil zaten. İşte, Madonna da onun bu taktiğini (belki de şimdiye kadar Lady Gaga'nın kopyaladığı birkaç tarihi Madonna imajının karşılığı olarak) çalıvermekte sakınca görmüyor. Ugly is the new cool, ve sen bunun farkındasın Madonna! Feraye'nle yüzleştin ve Feraye'ye dönüşmekte kararlısın!

Okuduğumuzu anladık mı? Cevap verelim: İyi hırs diye bir şey yoktur. İyi olunca, onun adı hırs olmaz. Hırs, yapı itibariyle, kişinin kendini başkasıyla kıyaslayarak, varolmayan düşmanlar yaratarak gaza basmasıdır. Kendine başka insanları model alıp, onlardan minik varış noktaları yaratan insandan hiçbir şey olmaz. Çünkü o koşturma esnasında bir de bakar ki, minik varış noktaları ileri, geri, sağa, sola gitmişler, halbuki o farkına bile varmamış. Bunca gün geçmiş ve kendini yaşayamamış. Ondan sonra da saldırganlaşır, yeni varış noktanı bulabilmek için aranır durur. Kendini birine yetişmek için at gibi koşturur, en sonunda olduğu yere deve gibi çöküp, son nefesini verir. Hiçkimse olarak.

6 Ekim 2011 Perşembe

Yazmayı seven biri için, en az yazma eyleminin kendisi kadar, yazdığının okunması da önem taşır. Yazmaya onu motive eder. Kimse, yüzdeyüz kendi zevki için yazmaz. Eğer yalnız kendi zevki için, muhatapsız yazıyorsa, yaptığının edebiyata girdiği söylenemez bile, kim bilir. Niyeti temizdir, kendini ifade sevgisi büyüktür; ama anlaşılma amacı gütmediği için belki de, yazdıkları kendine bir şey ifade ettiği oranda güdüktür.

Sayın Baron von Plastik, bir süre önce bana bu konuda güzel bir makale göndermişti. Keşke okuduktan sonra derhal aklımı başıma toplayıp, bu hislerimi vakitlice yazsaydım. Gel gelelim şimdi yazmam stratejik bir önem de taşıyor. Şu soruya cevap vermeye çalışıyorum: Neden bir şey yazmak içimden gelmiyor? Blogumu gönülden takip ettiğine inandığım ve bu yüzden her biriyle teker teker tanışıp, yanaklarından öpüp, sadede gelerek beni kendilerine neden yakın bulmuş olabileceklerini sormak istediğim bir avuç, görece koca bir avuç insan için sormuyorum bunu elbette. Blog dediğin bugün var, yarın yok, kimsenin ruhu duymaz milyarlarca blogdan bir tanesi eksilse. Başka şeylerin hatrı için soruyorum; çünkü bu blog birilerinin benim iç dünyama girmesine vesile olduğu kadar, benim de dış dünyaya açılan kapım oldu. Hatta sadece dış dünya değil, daha ziyade kendime, düşündüklerime açılan, aklımdan geçeni bilmeden başına oturduğum ve kalktığımda daha tam hissettiğim nefis bir tünel. Halbuki şu an öyle değil.

2007 yılında tutmaya başladığım Elmoş Diyor Ki (2007-2008 arası entryler maalesef silindi), gidip gördüğüm yerler, yapıp ettiklerim kadar endişelerimi ve yetişkin hayatına dair tespitlerimi de kronolojik sırayla sunuyor. Birilerine bu gelişimi ilmek ilmek sunmak amacıyla yazmışım, apaçık. Hep birilerine yazmayı sevdim zaten; mail olsun, mektup olsun, fark etmezdi. Bir blog tutmaya başlayınca, her fırsatta hiç tanımadıklarıma da yazabildim, ki bu olabilecek en muhteşem şeydi. Bir ömür azıcık da olsa benim gibi düşünen insan aradım ve ilkokul arkadaşımı Facebook'ta bulma ihtimalinden daha az takdir edilen bu ihtimali dolu dolu tecrübe ettim. Blogdan muazzam insanlarla tanıştım ve fiziksel koşullar elvermediğinden, yollarımız kesişmediğinden tanışmamın mümkün olmadığı bu insanlar sayesinde içimde köpürmüş dalgalar yatıştı. Şu an o denizde, söylemesi ayıp, kano bile yapılıyor.

İşte, o zaman da insana bir sakinlik çöküyor. Üç-beş kişiyle aileymiş gibi, bir ailede olması gereken ahenkle anlaşabilmesinin önemini burada, bir blog postuyla anlatamam. O rahatlama, tıpkı okula gidilmemiş tembel bir sonbahar günü evin kuytu bir yerine, bir dolap köşesine girip saklanarak kendini huzur içinde hissetme benzeri his, muhteşem bir lüks. Ama, işte, benim gibi yakıtı kendini ifade etmek için çabalamak olanda daha ziyade bir miskinlik yaratıyor. Sakinleşmek, yazma sıklığım bakımından pek hayra alamet değil. Elbette herkesin yakıtı bambaşka. Bir şeyi takdir etmek, o şeyden büyük zevk almak üzerine durmadan yazanlara, kimi yönlerden imreniyorum. Benim için yazmanın fonksiyonu, derdimi anlatmak, çeliştiğim bir yargıyı değiştirmek amacıyla sorgulamak, kendi yargımı dahil, çevremde kalıp gördüğüm her türlü beylik fikri, ilk akla gelen fikri, ilk akla gelen fikir olduğundan göze normal görünen fikri eleştirebilmek. Eleştirirken sevimli görünmeye çalışmamak, poz kesmeye çabalamamak. Bu yüzden, samimi gelmiyor diye, önceden Word dökümanına yazıp bloga yapıştırmıyorum bile. Hepsini, sonra yazım hatalarını düzeltip durmak üzere, en baştan blog penceresine yazıyorum. Öbür türlüsü düşünceleri Photoshoplamak gibi geliyor, estetik bir şey yapmaya çalışmıyorum halbuki ben. Ölçüp biçerek konuşan biri değilim ki ölçüp biçerek yazayım.

Fazla bilinçlenmemeye de özen gösteriyorum. Yazdığımın, kendimi ve çevremi incelediğimin ve bulgularımı başka insanlara ifade ettiğimin de çok farkında olmamam gerek. Farkında olduğunda insanları antipatik buluyorum çünkü. "Arkadaşlar" diye blog yazısına başlayanların, sağ tarafta kendimi "Sınıf başkanı" olarak etiketleyerek dalgasını geçtiğimin aksine, kendini ders veriyor sananların başta kendilerine haksızlık ettiklerini düşünüyorum. İp üstünde yürümek gibi bir şey yazmak; ne yaptığının bilincine vardığın, ipin altında uzanan mesafeyi düşündüğün anda dengen bozuluyor. Başkasının okuması için ama onun okuyacağını unutarak ve hatta okumayacağı ihtimalini göze alarak yazmak bana göre en ahlâklısı. Ahlâk doğru kelime bile değil hatta; bana kalırsa böyle yapmak o yazıyı özgürleştiriyor, okuyucuya muhtaçlığını ortadan kaldırıyor. Okuyucusuz kalma, beğenilmeme durumuna karşı bile yanmaz, su geçirmez hale getiriyor. Aşırı takdirin, ilginin, beğenilmenin insanda tehlikeli bir şeyler uyadırdığına ve onu yavaş yavaş kendine düşkün bir manyağa çevirdiğine inanan biriyim gerçi, who am I to judge?

Bu yüzden sağ tarafta minik bir pul koleksiyonu gibi alt alta dizilmiş şu koca bir avuç insana saygı duysam da, onları yok sayarak, blogu izleyen kimse yokmuşcasına yazmam lazım. Yazmadığım takdirde, ifade etmeyi unuttuklarım, kayıt altına almadıklarım, "Düşünüp sonuca bağlandı" şerhi düşmediklerim içimi sislendiriyor. Hava filtresi gibi çalışan arkadaşlarıma rağmen, gözlerim buğulanıyor, baktığımı göremiyorum. Bu yüzden, sakinleşsem de, anlaşılsam da derdim var benim, olmalı. Huzur sırtımı örtse de, kâh popom, kâh ayağım açıkta kalıyor. İyi ki.

1 Eylül 2011 Perşembe

İhtiyar meclisi

Bu kış birden fark ettim ve derhal Serhan'a söyledim: Mahallede tek bir çocuk yok. Ne de sahibi tarafından gezdirilen bir köpek var. Sebebi açık; genç muhitte oturuyoruz. Çocuktur, köpektir, böyle sorumluluklar buraya büyük gelir. Kağıttan olmayan temiz tabaklar, tencere yemeği, dolapta çürümemiş, taptaze meyveler, yastıklarının altına cips kaçmamış koltuklar ve perdeli pencereler de. 18-22 yaş aralığında bir diyar. Arada sırada üçüncü dünya ülkelerinden doktora öğrencileri ve çökük omuzlarını görmesem, insanlığın altın devri geldi, herkes sonsuza kadar genç kalacak sanacağım. Haftasonu Perşembe'den itibaren Pazartesi sabahına dek parti, sokak köşelerinde hiç kapanmayan barlar, yüzbinlerce flip flop, milyarlarca şortlu kız ve kaprili oğlan. İnsan kendini ihtiyarlamış hissediyor. Bereket, minyon bir insanım, 29'u görmüş olsam da çok tuhaf kaçmıyorum dışarıdan bakınca. "Old fart'a bak, gencecik mahallemizin yaş ortalamasını yükseltiyor" diyemezler.

Pazar sabahı krep için sütün bittiğini farkettik. Markete giderken bir de baktık, hani felaket filmlerinde ertesi gün insanlar yıkıntıların arasından ağır ağır ufka doğru yürürler ya, aynen onun gibi her apartmanın kapısının önünde en az beş-altı genç, yüzleri içkiden yeşermiş vaziyette, metro durağına doğru yürüyor. Bu yığının içinde kaç onbin one night stand'in ertesi günü var, biliyor musunuz? Miniminnacık elbiselere, sabahın 9'undaki o apostrofa dönmüş topuklara ve akmış rimellere bakarak kolayca hesaplanabilir. İnsanların gerçek aşkı ararken sarf ettikleri enerjiyi bir santralde toplasalar, dünyanın birkaç binyıllık enerjisi elde edilirdi. Milyonlarca insan gözlerine kilometrelerce kalem çektiler bugün, topuklarını üst üste koyunca Ay'ın çevresinde iki tur dönülebilecek kadar ayakkabı satıldı, milyar litrelerce alkol tüketildi konuşabilmek için, binbir pozlar kesildi, umursamazlığa sözde övgüler düzülerek aslında birine ihtiyaç duymanın acizliğine nice örtülü türkü yakıldı. Belki bir gün gençliğin kıçına bir sayaç takarlar da, tüm bunların ne kadar enerji kaybına, dolayısıyla ne kadar besin israfına yol açtığı anlaşılır. O kız o muzu yemesin, o akşam o çocukla büyük aşka başlamayacaksa. O kız Altınbaşak yesin, kimsenin yemek istemediği brokoliden yesin, ne bileyim. Kaynakları doğru tüketmek gerekiyor, değil mi ya?

Sabah şekerlerine geri dönelim;

Kaldırımda arkalarından yürüdüğümüz kaç sarhoş genç kaldırıma gözleriyle tutunursa sağ salim eve varabileceğini düşünüyor kim bilir, oh, saymakla bitmez. Sesler boru boru çıkıyor, ertesi gün çatalı tabir edilen, içkinin ses tellerini cayır cayır yakmasından kaynaklı. O leşlik hali, aman, düşman başına. O beton kafa, ne kadar banyo yapsan yumuşamaz. Göz kapakları yarıdan fazla açılınca, ışık beyne sızıyor diye mi ne, bir anda çıldırasıya bir baş ağrısı tutar. Bile bile sonraki hafta yine içersin. "Bir daha içmeyeceğim" dediğinin beş gün sonrasında yine içersin. Kafan öyle çalışır o sıralarda. İçinde olduğun anla öyle senkronize olmuşsundur, çizgilerin içini taşırmadan öyle dolduruyorsundur ki, kusursuzdur her şey. Sonraki günü teferruat görürsün.

Gençliğe özlem konu başlığı altında Serhan'a dönüp "Gönül Yazar'ın bir lafı varmış: Kız olaydım da, telekız olaydım" dedim. Güldü. "Youth is wasted on the young" dedi. Güldüm.

10 Ağustos 2011 Çarşamba

Gavurdağı değil, bavul dağı

Tatile giderken de bu böyle, bir yere giderken de. Hele son birkaç senedir oradan oraya savrulduğum için, hep böyle. Bu, değişmeyecek. Ben böyle bir insanoğluyum. Yazın "Hafif bir yaz!", "Püfür püfür bavullar!", "Karayipler'e bir şort, bir tişört gittim!" gibi Cosmopolitan kokan başlıklarının altına yazabilemem. Kafam almıyor öyle ihtimali. Afedersin de; hangi şort? Hangi tişört? Hangi sandalet? Hangi şapka? Hangi bikini? Hani fotoğraf makinası? Uçak soğukça oluyor, sırtına bir merserize hırka almayacak mısın? Ayağın üşüyecek, bir çift çorap koymayacak mısın sırt çantana? Laptop, cep telefonu, I-pod ve tüm bunların şarjları nerede? Güneş gözlüğün, elli faktörlü güneş yağın yok mu? Makyaj malzemeleri ve temizleyicileri, nemlendiricilerin ve aksesuvarların yok mu? Ayağının ojesi bozulsa, bir uzanıp silmeyecek misin? Saçın denizden çıkıp antene döndüğünde bir yatıştırıcıyla kremlemeyecek misin? Kuruduktan sonra kabarmasın diye bir maşa çantaya atmaycak mısın? Deniz havlusu sorunu ne olacak? Lif, duş jeli alınmayacak mı? Kulak çöpüdür, üzümün sapıdır, elli tane iş çıkmayacak mı?

Yahu, nasıl bir sandalet yahu! Koskoca tatilde bir çift sandalet, hem deniz kenarına, hem gece gezmeye olur mu? Birkaç takım iç çamaşırıdır, ıslak mayoyla oturma diye en az iki yedek bikinidir, bunlar ne olacak? Benim aklım vallahi almıyor, bunlar nasıl insan? Ben neden öyle insan değilim? Neden 30 kiloluk bavul yapmadan benim tatilim zehir oluyor? Neden "bir gece de canım isterse böyle giyerim" diye diye 5 gün için 55 kombin koymadan içime sinmiyor? (Ki bunların en fazla 3 tanesini giyiyorum.) Neden ben bu kadar kullanışsız, az esneğim ve daha önemlisi, esnek olan nasıl esnek?

9 Ağustos 2011 Salı

Esaretin bedeli

Daha önce Sinan Bey ve Maskara'dan bahsettiğim uzun bir yazı yazdım blog için, içeriğin kişiselliğinden utanıp koyamadım. Lale Hanım ve Şeker'den bahsettiğim bir bölümü de vardı yazının, maalesef onu da koyamamış oldum. Bu ikisi köpek, ikisi insan dört canlı hayatıma bu yaz girdiler. Hikayenin ilerleyen aşamalarında ortaya çıkan havalı veya tuhaf bir bağlantı, dolayısıyla nefis bir son isterdim onları tarif edebilmek için, öylesi daha afilli duracaktı. Gel gelelim "Vaaay, Sinan Bey de ne adammış ama!" veya bir zamanlar Magnolia'nın önünü çektiği türden "herkes bir şeyler yaşıyor, bir noktada hayatları kesişiyor ve kesişmeden sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Her işte bir hayır varmış, bak bu yolların adeta kesişmesi lazımmış" dedirtemedikten sonra yazmanın anlamı yok, demiş idim.

Fakat buradan gitmeme iki gün kaldı. Ve bu durumda her türlü duygusallığa fevkaladenin fevkinde açığım. Hele el ve beyin ishaliyle yazıp durduğum son günlerde, bu konuyu yazmayı en büyük hakkım ve mecburiyetim olarak görüyorum.

Annemi geçen kış poposundan bir köpek ısırdı. Tam ısırmadı aslında, fakat o kaztüyü montun kalça bölgesine diş geçirmeye çalıştı bir kere. Annem de sonuçlarından korktuğu böyle bir durumu bana internette yazışırken anlattı. O günden sonra (belki biraz saçma gelecek ama) annemden ziyade (çünkü kendini korumayı herkesten iyi bilen bir insandır) köpeği düşündüm. İçimdeki o garibanı mutlaka 100 gram fazla tartan adalet terazisi hemen köpeğin lehine çalışmaya başladı. Belki başkasını ısırsa şikayet edilecek, barınağa götürülünce kim bilir kesilip biçilecekti.

İstanbul'a gelir gelmez popo ısıranla tanıştım. Adı Şeker olan bu sokak köpeği, kısa süre sonra 5 aylığına yazlığa gidecek olan, çapraz apartmanın sakini Lale Hanım tarafından sabah akşam bağlı olduğu kulübeden çıkartılarak gezdiriliyor, bu esnada kankası Maskara ve sahibi Sinan Bey de onlara eşlik ediyordu. Bağlıydı; çünkü annem gibi olmayan birkaç kişi korktuğu için yan bakana havlayan bu yabani köpeği şikayet etmiş ve belediye ekiplerince vurdurtarak barınağa postalatmıştı. Hayvan üç kere gidip geldiği barınaklarda ne gördüyse, her seferinde daha hırçınlaşmış vaziyette geri dönüyordu. O yüzden artık apartmanın yanındaki elektrik trafosunun orada, son model bir kulübeye bağlı yaşıyordu.


Şeker'i görür görmez çok sevdim. Gariban bir sokak köpeği olmasına rağmen öyle dilencilik huyu, boynu büküklüğü yoktu bir kere. Boynu büküğe de gönlümüz açıktır da, böylesi gururu hiç görmemişim. Önce, henüz korkunç sıcak yaz başlamadığı için, günde iki-üç kere, sonra gitmem yaklaştıkça bazen akşam, bazen sabah en az bir kere ve mama temini için yanına gidip durur oldum. Ama iş onunla kalmadı. İlaçla vurulup barınağa götürülme tehlikesiyle yaşayan bir hayvanın ikamet ettiği kulübe balkondan görünüyorsa, insanın uykusu delik deşik oluyor sahiden. Her "Hav hav!"ına "Hay hay!" diyerek, camın yanına koşup koşup gittim gecenin herhangi saati. Bazı geceler havlaması veya uluması bitmediği için uyumakta büyük güçlük çektim. Havlamaması da aynı etkiyi yarattı gerçi, o da pek hayra alâmet değildi; havlamadığında da ertesi gün onu kulübenin içinde cansız, önünde zehirli kıymayla bulmaktan delice korktum. Bu bir ihtimaldi.

İkinci ihtimal, yani zehirli kıyma yedirmeden Şeker'e zarar verebilecek diğer kişiler, kulübenin baktığı apartman dairesindeki çift idi. Bu çift, birkaç sene önce mahallenin sevgilisi Çelik isimli sokak köpeğini bir sabah havladığı sebebiyle başından oracıkta susturuculu bir tabancayla vurmuşlardı ve elbette yanlarına kâr kalmıştı. Bu yüzden balkona her koşuşumda, söz konusu balkondaki hareketliliği ve Şeker'i varlıklarıyla deli eden dış cephe yalıtımcısı ustaları falan da kontrol etmem gerekiyordu. Buna Şeker'in bağlı olduğu yerin birkaç metre ötesindeki parkın içinde gece karanlığında içen mahalle gençlerini ve belediye ekiplerini de ilave edelim.

Üçüncü ihtimal de, Şeker'i hiç bulamamaktı. Birilerinin Şeker'in tasmasını açarak salması ve ensesi mikroçipli ve aşı karnesi bile olan bu hayvanı şikayet ederek, belediyeye toplatmasıydı.

Bu ihtimaller, kulaklarımda köpek havlamasına karşı olmadık bir duyarlılık geliştirdi. Yattığım yerden uyurgezer gibi sabah beş sularında fırlayarak daha adımı hatırlayamadan "Neyi var? Aşağı insem mi?" diye düşünebilmemi sağladı. "Sağladı" mı diyeyim yoksa "sebep oldu" mu desem; her durumda mahvetti beni. Şeker'e mama verilecek diye akşam erkenden eve koşan, koşmuyorsam bile ilk iş yanına uğrayan, her boş anımda parka inip köpek gezdiren ve şefkatle köpek kakası çişi seyreden bir modele dönüştüm.

Aradaki sürede Lale Hanım yazlığa gitti, Sinan Bey aniden vefat etti. Maskara boy attı, Şeker daha hırçınlaştı, ben de Boston'a geri dönüyorum.

Durum bundan ibaret. Öyle pek fırfırlı sonu yok bu işin, söylemiştim. Buraya yazınca belki bir kilo çekmiyor da, içime tonlarca yük bıraktı hepsi.

Hayvanseverler arasındaki kanser yaygınlığına dair bir araştırma yapılsın, buradan rica ediyorum.



En sevdiğim

şeylerden bir tanesi de, düz, kafa yormayan işlerdir. Belki bu işleri yapamam hiçbir zaman, ama yine de uzaktan uzağa öykünürüm. Sığınılan kuytu, sıcacık bir yer gibi gelir. Ne gibi, diyeceksin, şöyle;

Bankaya gittiğimde veznede çalışan kadına feci özenirim. O ki; tüm dünyadan ayrı, ufacık bir bölmede, paraları otomatik sayan makinanın yanında durup, parafla imzaladığı makbuzların çıktısını almaktadır. Hareketleri ağırdır; ellerinde numaralarıyla bekleyen müşterileri görmesine rağmen, ayağa kalkmadan onlarla yüzleşmek zorunda kalmaz. Herhangi bir sürtüşme yaşamadan, işini en yavaş şekilde yerine getirir. Nasılsa kimse Turkcell faturası yatmadı diye aniden kalp krizi geçirmeyecek veya kirasını çekmediğinden kan şekeri düşmeyecektir. Dolayısıyla veznede çalışan kızın kritik bir rolü yoktur. Neyi vardır? Mesela fönlü saçları vardır. Düzgün, ojeli tırnakları vardır. Belli ki sabahları ne giyeceğini, neyi nasıl yakıştıracağını düşünecek kadar vakti vardır.

Adliyede avukatlık stajı yaparken gidip falan mahkemenin "kalem" tabir edilen odasında oturmak icap ederdi. Burada çoğu zaman stajyerlere "Sen hukuk okudun ama, bizim bildiğimizin onda birini bilmiyorsun, naber?" hissettirme amaçlı, aslında incir çekirdeğini doldurmayacak ufak kağıt işleri abartılı hareket ve yorumlarla ("Yine çok yoğunuz ooof", "Bu hafta nasıl bitecek Erol abi yaa", "Hakim beye kaç defa söyledim, yine bilmezden geliyor, dosyadan çıkardığını yerine koymuyor") yerine getirilmektedir. Bu mini şov devresi geçtikten sonra, özellikle de öğlen arasından sonra tatlı bir uyku çöktüğünde herkes özüne döner ve köhne bilgisayarlarda Media Player'lar açılarak Ebru Gündeş, Muazzez Ersoy, Kenan Doğulu mp3'leri çalınmaya başlanır. Sigaraların sisiyle buğulu bir fotoğrafa dönüşen Kadıköy Adliyesi'nin kalem odaları, dünyanın en muazzam manzarasına, Kadıköy üzerinden sahile bakmaktadır. Masalarda bir karış toz, bilgisayarlarda duvar kağıdı olarak nişanlı kızların nişanlanma anları; asker bekleyenlerin komando kılığı içindeki sevgilileri; çocukluların çocuklarının net olmayan, kötü kadrajlı bir fotoğrafı; artık herhangi işten elini ayağını çekmiş evli barklı adamların Karadeniz'in çay toplanan ovalarının üstten çekilmiş hali bulunmaktadır. Erol beyin masasının üzerinde buruşuk duran FotoMaç camdan içeri giren rüzgarla hışırdar, kızların taktığı bir milyoncudan alınma bilezikler şangırdar. Cep telefonları en kötü melodilerde çalar, açılır, kapanır, bir daha çalar. O anlar, ne güzeldir. Kliplerde havalı dursun diye sanatçıyı ağır çekimde çekerler çevresindekiler arı gibi koştururken hani, işte tam tersidir bu bahsettiğim durum. Çevremde bir şeyler en ağır haliyle var olmaktadır, ben içlerinde Speedy Gonzales kalırım. Bir yokuşa tırmanıp, aniden inerken için hoş olması gibi tatlı hissederim. Tüm gün kalemde oturmak, geceleri koltukları birleştirip yatak yaparak orada yatmak falan isterim.

Her gün oraya gideceğini bilince iş değişir ama. Her gün yapacağını bildikten sonra, herkes için her şeyin anlamı değişir. Bir anda zul gelir. O odanın manzarası Kadıköy'ün en çirkin manzarasına, bileziklerin sesi en kötü gürültüye dönüşür. İşte, o yüzden bir yerde çok uzun süre kalmak, bir şeyi çok uzun süre yapmak zordur. O yüzden de içindeki insanlar o işten çok rahat nefret ederler. Ama dışarıdan bakanlar da hep özenirler. Ben hep özenirim.

Evet, bu günlük de dersim bitti. Dağılabilirim.

7 Ağustos 2011 Pazar

Harcanma korkusu

Korku filmi çekilecekse testereydi, tavaydı uğraşmayın Sayın Ucuza Film Çekip Gişelerde Gençliği İp Gibi Sıraya Dizen Amatör Yönetmenler! "Harcanma Korkusu" diye bir film çekin de görün, o gençlik salonu çiş gölüne çeviriyor mu, çevirmiyor mu. Ne açlık, ne ölüm; hepimizde inceden bir harcanma korkusu var. Hepimiz kıymetimizin altında, ucuza gitmekten ölesiye korkuyoruz. Başarmak değil yani mesele, harcanmadığına kanaat getirsen kâfi.

Eskiden takdir-teşekkür getirip, bir devlet üniversitesinden makul sürede mezun olduğunda tartışmasız başarılıydın. Henüz "her şeye sahip, ama içi kan ağlıyor"luk klişesini gıygıylamıyordu Hollywood. Henüz sıradışılık adı altında zırzopluk pompalanmıyordu. (Yarabbim, içimde minik bir Gestapo yatıyor. Belki de haklıyım, belki de haklı içimde filizlenmiş bu küçük diktatör. O zaman ne olacak? Ya haklıysam ve tüm dünyanın bu sözde sıradışı olma ezberinden kurtulması gerekiyorsa?) Halbuki günümüzde maaşından, sevgilisinden, evinden, muhitinden, işyerinin çalıştırdığı eleman hacminden kendini sorgulayıp muhakkak harcanıp harcanmadığını kontrol etmen gerek. Tek taşın küçükse, maaşın lisedeki sıra arkadaşınınkinden düşükse, yazın gittiğin otelin yıldızı azsa, işyerinin olduğu binanın boyası dökükse, entellektüellerle dolu bir ortamda yanındaki arkadaşın cahilse kıllanırsın. Sağlamasını yaparsın varlığının. CV'ni kıyaslarsın, "o benden az kitap okudu, şu hale bak" dersin. Anneannem öldüğünde sokakta gördüğüm her yaşlı kadına bakıp "bu da ölebilirdi onun yerine, neden anneannem öldü ki" diye haince düşünceler sarmıştı beni, hah, tam o hesap. Neden o değil de ananem öldü? Neden ben değil de o yaptı?

Harcanma, tıpkı doğma-büyüme-ölüp çürüme ve toprağa karışmada olduğu gibi, fevkalade doğal bir süreçtir. Tarkan'ın Kış Güneşi parçasında "Yanlış zaman, yanlış insan" diye özetlediği bir kadersizlik durumudur. Buna en güzel örneği de, müsaadenizle, Smashing Pumpkins'dir. Resmen bu harcanma durumunun case study'si denebilecek bahtsız develikte Smashing Pumpkins, bundan yirmi sene önce şimdi kapış kapış gidecek müzikler yapmış ve maalesef ki "ne yapıyor bu herifler yeaea" tepkileriyle karşılaşarak müziği bırakma noktasına gelmiştir. Keza, Nirvana da grunge denen müziğin sadece bir furyadan ibaret görülüp, bir günah gibi unutulmaya çalışılması sebebiyle feci harcanmış bir müzik grubudur. Gidip 60'lardan, 70'lerden, 80'lerden göğsümüzü gere gere müzikler dinliyoruz da, birimiz açıp bir gün 90'lardan, özellikle de grunge gruplarından bir şeyler dinlemeyiz, neden?

İşte, hayat hep bir kıllanmadır, kendini bozdurup harcatmama mücadelesidir. Çünkü insan neye layık olduğunu en iyi kendisi bilir içten içe. Yeterli çabayı göstermese de, gönlünde neler nelere layıktır, kendini nerelerde görmektedir. Eğer bu hedef uğraşılınca yapılabilinecek bir şeyse, o halde kimbilir uğraşmasa da yapılabilinecek bir şeydir? İşte, bizim jenerasyonun benzini aynen bu düşüncedir. İstesem yaparım, o halde isteyeyim, yapmayayım ama yapmışım gibi sonucumu alayım. Yok öyle yağma tabii. İyi ki.

Pazar

Pazartesi günü koştur koştur çalışmayacak bir insan olarak bana bile kötü geliyorsa Pazar, bu işin içinde bir bit yeniği olmalı. Öyle "Ertesi gün işe gideceğim ay ay" hezeyanı olmadan, tüm güneşine, tatlı rüzgarına rağmen bir gün sevilmiyorsa, çağrıştırdıklarından olabilir. Bir kere haftanın son günü; haftanın naaşını Pazar günü kaldırıyorsun. Sonra, o hafta hiçbir iş yapmadıysan, onun vergisini ödeyeceksin; işe yaramazlığınla yüzleşeceksin. Çok iş yaptıysan, yepyeni ve bambaşka çok işler dolu bir haftaya açılmak üzeresin; onun gerginliği ve "bitse de gitsek"i var. Önceki gece çok içmişsen taş gibi kafası, kimbilir ne mahçubiyeti var. Sevdiğin şarkı çalıyor diye piste atlayıp, 3-5 biranın gazıyla olmadık hareketler yaptın belki. O an başka bir görgüdeydin, ayılınca başka. Pabuçlarını kenara koyup yalınayak pistte dansetmiş olmak insanı utançtan bir köpük banyosuna sokabilir ertesi gün. Olabilir. Artık yıl gibi artık bir gün; hayatının kararını alıp hamle edebileceğin bir gün değil ya. Devlet daireleri, bankalar, çoğu e-mailler bile kapalı. Pazartesi'ye kadar da öyle kalacak. O gün herhangi bir şey yapılabilemez. Yapılanı da bir yere varmaz. Bir ara dünya, ara zaman, günlük hayatın bonus track'i. Aksak ritimli, söylemeye kalksan sözler aklına gelmiyor. 

Yine de Pazar günü keyiflenmek hakkıdır insanın. O yüzden bu burada dursun, isteyen tabağına alsın. Yalnız içinde metal kaşık bırakmayın; malum, metal kaşık zeytinyağlıyı sulandırıyor.

6 Ağustos 2011 Cumartesi

Blogger's block

Writer's block var, blogger's block niye yok? Derken Google'ladım ve 261 milyon sonuçla karşılaştım. Üstelik sayıyı abartmıyorum, maalesef.

Şimdi,

Twitter falan derken ince ince gazımız alındı, artık iki cümleyi bir paragraf edemiyoruz. Nice blog postlarını harf hesabıyla porsiyonu ayarlanmış tweetlere sızdırıyoruz diye bankada bir kuruş bile birikmiyor. Hem orada tespit, hem burada, zor. Kendimizi de tekrar etmeye tenezzül etmeyiz, gururluyuz bereket. O yüzden bloga bir güzel yazık oluyor. Halbuki insanoğlu doğduğu günden itibaren hep daha fazlasını başarmak istiyor, neden şimdi bu kadar minimallik? Yeni evli hanzoluğunda şıp diye Ikea'dan yere yakın mobilyalı ev düzenler misali, bu anlamsız minimallik neden? Kendimizi uzun uzun çok mu anlattık da doyduk mu ki özetlemenin derdine düştük? Bilmem. Başta bu işten hiçbir şey anlamadım, sonra müptelası, en son da uzaktan arkadaşı oldum.

İnternet çağının vebası oldu bu anlaşılma merakı. "İnternet çok faydalı, bir şeyler öğreniyorsun" dönemi geçeli on yıl oluyor. Şimdi, bu ikinci onyılda tek amaç, "İnternet çok faydalı, bir şeyler öğretiyorsun"un hakkını verebilmek. Hele Türkiye gibi şuursuz cahil, bilmediğini başkasına öğretmeye aşık bir nüfusa sahip ülkelerde, herhalde bu açık öğretim daha da kapsamlı oluyordur. "Aşk nedir? Bizi görünce havlamaması, paçamıza yapışmaması için nasıl yere çömülmelidir?" gibi reçetelerden tut, kesekağıdından felsefeler falan, gırla. Gündem yorumlarını es geçeyim, o kısmı beni istisnasız her seferinde öfkeden deliye döndürüyor. Eskiden görece yavaş şekilde halkın (internet kullanmayan) geri kalanına nüfuz eden kötü şakalar, Abdurrahman Çelebi misali sözde akıllı çocuk çıkışlar şimdi ikinci günü en bayağı yazarın eline oyuncak oluyor. Onun tepkisi üzerine ikinci kere o bayatlamış olay gündem oluyor, o bayağı yazarın gözünden/yorumuyla. Bu sefer onu ilk başta salim akılla yorumlamış insanlar, bu ikinci gündem dalgasını yorumlarken kendilerinin parodisine dönüşüyorlar. Kendilerini aşırı önemsemeye başlıyorlar. Birbirine değmemesi gereken sosyal çevreler kesişiyor, daha neler neler oluyor.

Her işin mutlaka bir negatif sonucu oluyor ve bunu bir tek ben mi farkediyorum, merak ediyorum. Hem blogger's block da hastalığın kendisi değil, semptomu olsa gerek.

24 Temmuz 2011 Pazar

Haydi, hoşçakal.

İnsanlar arıza dışavurumu bakımından ikiye ayrılırlar: Dışavurabilme hakkını kendinde gören, erkenden, şüpheye yer bırakmayacak ve gözle görünür şekilde tükenenler ve içten yanmalılar.

Arızasını dışavuran, hele de sanat vesilesiyle dışavuruyorsa, teşhirinden sorumlu olacaktır. Ağzından çıkanlar, bir bakıma uyumsuzluğunun itirafıdır ve sırtına yüklenecektir. Sıradan bir insan olma hakkından vazgeçmiştir adeta, yer çekimine karşı dik durmak için tüm vücuduyla direnirken, omuzlarına tonluk itirafları binmiştir; incinmiştir, kırılmıştır, pişmandır, özlem duyuyordur, üzgündür. Dolayısıyla yükü ağırdır. Yapmacık bir gülümsemeyle işleri geçiştiremeyecek, "Ağlamıyorum, gözüme toz kaçtı" diye hedef şaşırtamayacak veya "N’olsun. Senden n’aber?" diye soruyu gerisingeri yansıtamayacaktır. Sıkıntıları yüklüğe kaldırığ, balkonda elma çayı içemeyecektir. İç organlarını geri konmayacak şekilde masaya saçıp dökmüştür bir kere, o halde içindeki yangını söndürmek için her türlü uyuşturucu, ağrı kesici, kafa boşaltıcı, heyecan verici maddeyi kullanması revadır. Bu esnada bohçasına dadanmış ve ruhunu lime lime eden günlük hayat gereklerinin farkına bile varmaz. Saçları ve dişleri dökülür, gözlerinin feri söner, içindeki erimeye paralel olarak dramatik bir kilo kaybı yaşar. Gösterişli halleri, artık mazi olmuştur. Fiziksel ve ruhsal bakımdan, kendisinin silik bir karikatürüne dönüşmüştür. Serbest düşüşüne dair yazılanlar ölümünü yüksek bir ihtimal olarak gösterdikçe, sevenleri arasında kayıtsızlık ateşlemiştir, ölmediği halde ona kefen biçilmeye başlanmıştır.

Şimdi ikinci kategoriye, derdini dışavurabilemeyene gelelim: Dışavurabilemeyen, içten yanmalıdır, içten içe tükenir; sisteminde dolaşan öfke, pişmanlık, üzüntü zamanla damarlarını tıkayıverir. Vaktiyle içe attıklarının manevi hazımsızlığı midesini, bağırsağını, kalbini, beynini, hücrelerini, alyuvarlarını sarmıştır. Engellenen, gerçekleştirilemeyen, muhatabına ulaşamayan bin türlü his, çürük bir diş gibi haldır huldur oyuğunu büyütüyordur. Bu tür de uyuşturucusuz duramaz ve en önemli uyuşturucularından biri toplumsal özdeyişlerdir. Örneğin; beterin beteri vardır. Çıkmadık candan ümit kesilmez. Karanlığın en yoğun olduğu yer, aydınlığın başlangıcıdır. Ve daha niceleriyle, toplumda öyle ya da böyle yer tutmak uğruna arızasından vazgeçen birey, günlük fonksiyonlarını yerine getirerek yaşayıp gider. Yaşam kalitesi ne olursa olsun, yaşama güdüsü ağır basmaktadır onda. Aşırılık etmeyeceğim, karşılığında araba taksidine girebileceksem. Akşam karanlığında üstüme çöken hüzünlerin şerrinden dizi izleyerek kurtulabileceksem. Ertesi gün tıkanmış trafiğe biraz kafamı takıp, ay başında paramı alınca rahatlayacaksam. Dozunu öğretin, dozunda yaşayacağım ki erkenden tükenmeyeyim.Malum, torunlarıma bir şeyler anlatabilecek kadar yaşamak istiyorum. Ne anlattığım önemli değil, süpermarket fişi okusam bile olur. O sırada içimdeki hezeyanların kusursuz çözünürlükte, büyük boy ve kuşe kağıda basılmış, renkli fotokopileri olan sanat eserlerine şöyle bir bakayım, yeter. Ben ateşe elimi soktuğum gibi çektim (veya kimbilir belki hiç sokmadım), çekmeyenin şarkısı, türküsüyle doğmamış kendime ağıt yakayım arada yeter. Bana gerçekleştiremediklerimi hatırlatsınlar.

Amy Winehouse dışavuranın yakıcı kaderine mahkumdu, herkes biliyordu bunu. Yüksekten düşmekte olan birini izlemek gibi; bir an önce bitse bu eziyet de, başımızı öbür yana çevirsek diye bekliyorduk. Elinden tutmanın, rehabilite etmenin yolu yoktu onu; rehabilite edip topluma geri kazandırdığımız kadın, şarkılarındaki acının tatlı tatlı boğazımızı yaktığı Amy olmayacaktı. Biz doğuştan rehabilite olmuş bireyleriz; ıslah edilmenin bize ne faydası dokundu da ona dokunacak? Kimyası düzeltilsin, psikanalize, bir takım ilaçlara maruz bırakılsın ve dozunda ve arsızca uzun yaşamayı öğrensin diye mi çabalayacağız? Renk ayarlayla oynayıp, fosforlu pembesini söndürerek gül kurusuna mı çevireceğiz?

Kedi-köpeklerin, bir de içindeki fırtınaları çekinmeden ve sansürlemeden dışavuranların ölümü, insanoğlundan hızlı olur. Bir yaşındaki köpek, fiziksel olarak nasıl yedi yaşındaki bir çocuğa denkse, 27 yaşındaki Amy Winehouse da efsanelerin yanış hızıyla doksanı, yüzü devirdi kimbilir. Huzursuzca yaşadı, huzur içinde yatsın. Sevgiler, selamlar bizden ona.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

Patrick Wolf İstanbul Kanseri

İnsanın vatanından mahçup olması çok feci, çaresiz bir his. Sade mahçubiyet yine katlanılır da, bu bahsettiğim vakada olmadık derecede çirkin, tembel veya hayırsız bir evlat gibi onu kabullenmek, üstüne de olmadık kimi nazını çekmek zorundasın. Hatta ve hatta samimiyetsizce övüp edip "Ayy, huysuzdur, geçimsizdir ama özünde iyidir ya" demek zorundasın arada bir. Çünkü öbür türlü yurtdışında insanlar beynini üteceklerdir. O yüzden kan kussan da, Kızılcık Şerbeti Üretim ve Pazarlama A.Ş.'de Yönetim Kurulu Üyesiyim diyeceksin yeri-zamanı geldiğinde ve insanlara kibarca "ses kes" ima edeceksin.

Yurtdışındayken (ki orada yaşadığımdan, artık yurtdışı demek de yurtdışına kabalık oluyor) feci bir an gelir; "Siz nerelisiniz?" sorusuyla muhatap olmak gerekir. "Türkiye" cevabını duyunca dudaklara incecik bir tebessüm, yanaklara "Biz de sizi falan konserde görüp adam sandık! Siz basbaya hırtoymuşsunuz, eşşekli, develi ülkeden gelmişsiniz" parantezi oturur. İşte o an "Yaa, öyle deme. İstanbul çok güzel bir şehir. Bizim de kendimizce çarpık kentleşmiş gökdelenlerimiz, çarpık kentleşmiş adalet ve seçim sistemimiz ve çarpık bacaklı gençlerimiz var. Biz de nihayetinde mini etek cumhuriyetiyiz, korkmayın" desen de, nafiledir. Kıro Türksündür; nasıl bir birey olursan ol, en iyi ihtimalle istisnasındır ama özünde yine kıro Türksündür. Miligram bilgileriyle dünyanın en yüzeysel insanları dönüp sana Kürt olayı, kah Ermeni şeyi, veyahut AKP'nin überlaiklik çıtamızı düşürüşü ve badem bıyığın modası üzerine mini bir konferans vermeye çalışırlar. Sussan, beter. Dönüp cevap versen, ne diyeceksin? Adamın metroda başlattığı 3 durak sürecek havadan sudan sohbete katık edilen Türkiye'nin insan hakları sorunsallarını nasıl kolay anlaşılır bir şekilde özetleyeceksin? Paçaların tutuşur, yanıverirsin. Bir süre sonra olayın mini bir bilek güreşi olduğunu çözerek "Yea, hakikaten öyle. Ne biçim ülkeyiz. Ama üzülme ciciş, siz de fena değilsiniz. Birkaç yılda bir benzinin fiyatı 5 sent de olsa artmasın, o sayede 100 metre ilerideki markete gençler gönül rahatlığı içinde jipleriyle gidebilsin diye ortadoğunun camına Pimapen takıyorsunuz, şükür" gibisinden sığ(ır)laşır, fiks menüleşirsin. Adamın istediği kapışmak zaten, derinlemesine ilgileniyor olsa o satırdan başlamayacak o sohbet. Derinlemesine tartışmak isteyen, gidip o ülkeden gelmiş bir öğrenciyi ülkenin iç ve dış ve para politikalarından sorumlu tutarak "Siz niye böyle yapıyasınıııaaz" demez. O yüzden o adamın o elini orada indireceksin, çat diye masaya vuracaksın. Fıss diye havası sönmeye başlayacak sohbetin. Sen gel metroda, kafede, büfede her gördüğüne akıl ver öyle mi, oldu canım. Greenpeace anketörleri misali masa masa dolaşıp dilekçe topluyorum sanki, Türkiye’yle ilgili bir şikayetiniz var mı genşler, diye.

Yani, yurtdışında yaşı ve eğitim seviyesi ne olursa her Türk, Dışişleri Bakanlığı’na bağlı olan Türkiye’nin Yurtdışındaki Milli İmajını Araştırma ve Geliştirme Departmanı’nda çalışıyor gibi görülür ve katiyyen "Türkiye’den geldim" cevabı üzerine "Vayt, Çeşme’de plajlar çok güzelmiş" veya "Sizin çiğköfteler de çok acayip he" veya "Ankaralıların hödüklüğü yüzünden Sonic Youth gelmiş de, Ankara’da konser için bilet satamamış" kadarcık bile sıradan muhabbet yapılabilemez. Konser ortamında da olsan, bar ortamında da, CHP’nin altı okunu, cari açığı, boku ve püsürü tartışmak zorunda kalırsın. Bütün bu cevap verme telaşını ülkendeki ihlalleri, çarpıklıkları, yanlışları mazur göstermek için yapmazsın elbette; maalesef sohbet denen şey en az iki kişi arasında cereyan etmesi ve senin de o ikinci kişi olmandan doğan bir talihsizlik sebebiyle mecburiyetten yaparsın.

İşte, o anlarda "Ah be, Türkiye düzgün bir ülke olaydı da ömrümüz bir şeyleri birilerine açıklamak zorunda kalarak geçmeyeydi" diye üzülürsün. Veya kızarsın. Veya aynı anda ikisini de yaşarsın ve yorulursun.

Bu bahsettiğim hissi geçen Cuma günü Patrick Wolf konserinde de çok net yaşadım. Aslında Perşembe günü gerçekleşecek konser, Wolf’un pasaportundaki bir sıkıntı sebebiyle Cuma’ya ve Cuma da kandile sarkınca feci bir şey oldu ve konser, tam karşısındaki kocaman cami ve orada gerçekleşecek kandil (kutlaması/namazı?) sebebiyle erkenden bitmek zorunda kaldı. Akşam saat 9’da sahne alan Wolf, koşa koşa söylediği şarkılarını, 10.15 sularında tamamladı. Bin derece olan havaya rağmen kadife Oscar Wilde giyiminden zerre ödün vermemişti, elinden geldiğince sempatikti. Şarkı aralarında öğrendiği birkaç Türkçe kelimeyi sarfetti, bol bol teşekkür etti, vesaire. Bunlar klasikler. Bir de konserinin dini bir sebeple erken bitirilmesi için rica edilmesine bozulduğundan son albümden Slow Motion’ı söylerken sözün içinde geçen "no religion" kısmını üç kere tekrar etti. Konserin herhangi başka bir yerinde söz tekrarını görmediğimden ve o tekrarın melodik bir anlamı olmadığından, yaramdan dolayı gocunup bunu böyle yorumladım; bilmiyorum, ne kadar doğru yorumladım. Son olarak 13 Melek’in yorumunda da okuyup bahsetmek istediğim bir olay oldu ve Patrick bence iyi bir niyetle söze girerek, konser için gittiği ülkeleri gitmeden önce Wikipedia’dan araştırdığını, bu araştırmaları esnasında özellikle sivil haklar mevzusunda o ülkenin durumuna baktığını, bizim de ülkecek durumumuzun öyle fena olmadığını ("I think you’re doing just fine") söyledi. Ben o "fena olmayış"ı mahçubiyetten söylenmiş bir laf olarak gördüm. Dünyanın en kötü makyajı veya en uyumsuz giysi kombinasyonuyla karşında duran en yakın arkadaşın, yarı tedirgin "Nası olmuş?" deyince "İyi ya, gayet iyi" dersin ya üzülmesin diye, aynen öyleydi bence. Yüzlerce seyircinin önünde, onların politik duruşunu bilmeksizin yalnızca iki saattir bulunduğu bir ülkeyle ilgili ahkam kesseydi, bence daha çiğ kaçacaktı. Radiohead gibi "Türkiye çok insan hakkı ihlali yaptı, o yüzden Türkiye’deki seyircimiz ceremesini çeksin. Gelmiyoruz LAN" yapmadığı için mi Patrick’i tukakalayacağız allahaşkına? Gey bir insan olan Patrick’in Türkiye’deki konseri, başlı başına bir fikir beyanı, bir duruş içeriyor bence. Patrick’in yaşayışı, toplumsal ve dini baskıları kulak ardı ederek sevdiği erkekle nişanlanması başlıbaşına bir politik duruş değil midir? Politikanın katı, sıvı veya gaz formda yapılması, neyi değiştiriyor? Bir de orada çıkıp minik bir basın açıklamasına girişecek, "Gazetecilerin hapse atılmaması, insanların gözaltında kaybolmaması, her dile ve ırka eşit davranılmasını arz ederim" mi diyecekti? Belli ki adamın dilinin ucuna gelmiş, diyememiş ki "Kusura bakmayın ama betersiniz". Ne bilsin derse başına ne geleceğini? Bu dışarıdan hala nice Midnight Express’lere fon teşkil ediyor görünen (ve zaman zaman teşkil de eden) yerde taşlanmayacağını veya deve üstünde gezen askeri birliklerce vurulmayacağını ne bilsin? Düşünmeden söylemeye başladığı lafı bitirmeye çalışınca, ortaya böyle bir durum çıktı işte.

Ayrıca Patrick, konserini yarım kesmesine sebep olan bayramın bir müslüman bayramı olduğunu bile bilmiyordu, "Kilisenin karşısında boynumuz kıldan ince" deyişinden ele veriyordu ki Türkiye'nin yüzde 99.99999999999 müslüman olduğunu Wikipedia'dan okumamıştı bile. Bu adamı mı sorumlu tutacağız şimdi "fena değilmişsiniz" lafından?

Her gelen sanatçının bizim mevzularımıza hakim olmasını, gelip bizi kurtarmasını, evlat edinmesini veya davamıza müdahil olmasını beklemeyelim artık. Gelişmemiş ülkelere bu yüzden gelmiyor işte bu herifler. O ülkelerin bokuyla püsürüyle uğraşmak, gafıyla safıyla boğuşmak, milli hassasiyetlere teğet ve teğel geçmek istemiyorlar. Gelişmemiş ülkelerde bakkala gitmenin bile politik bir anlamı ve hatta kutuplaşması var, ama bu adamlar ona alışık değil. Bizim gibi bilmediği her konuda ahkam kesmeye, hatta şaşılacak şey ama bu uğurda online ve ekşi sözlükler ve ansiklopediler oluşturmaya da alışık değiller.

Bunlar dışında Patrick bana kalırsa kibar, fakat cansızdı. Seyirci olarak biz de cansızdık. Ben orta en önde değilim diye biraz bozuktum. Son iki albümdense, eski şarkılardan çok söylemedi diye hevesim kursağımda kaldı. Her şeye rağmen onu sahnede görünce ellerimin titrediğini, ilk birkaç şarkı boyunca o halimin geçmediğini bu yüzden titrek fotoğraflar çektiğimi söylemem gerek. Genel olarak Patrick’in Magic Position sonrası halleri bana pek hitap etmiyor, müzisyen adamın aşkı bulup mutlu olanı seyircisini maalesef hep üzüyor. Patrick de buna istisna değil. Eski soysuz, karanlık, arsızca hayata iştahlanan halleri bana hep daha kıymetli geliyor ve ne yazık ki zamanı geri çeviremeyeceğiz.

Şimdi biraz da fotoğraf zamanı.


Küçük koyunca böyle kötü duruyor, lütfen siz büyütün de bakın. Cep telefonuyla çekmedim bunları, emeğim boşa gitmesin. Daha ne fotoşlar var konserden, belki önümüzdeki günlerde onlardan da koyarım birkaç tane. Hatta bir Flickr hesabı açıyorum kendime, oraya da arada uğrayıp bir çayımı içersiniz.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

Gitme kedi.


14 yaşımdan beri kedi bakıyorum. 29 yaşında olduğuma göre, 15 yıldır evimde kedi var. Fotoğraftaki Bonbon benim 5. kedim. Önceki kedierim olmadık sebeplerden, hastalıklardan vefat ettiler.

İki gün önce kucağımda yatarken Bonbon'un sağ kol altına yakın bir yerde bir kitle tespit ettim. Bu sabah alıp, veterinere gittim. Tümör olduğunu söylediler. İyi-kötü huyunu, patolojiden sonra öğreneceğiz. Belki önemsiz bir şey olarak kalacak, belki giderek büyüyecek sorunlar.

Çok üzgünüm.

Bazen kelimeleri yazarken derim ki, ne kadar anlamlarına benziyorlar biçim olarak. Mesela "şişko" yazınca, nasıl tombiş duruyor o kelime. Veya "zayıf" yazarken, nasıl incecik. "Su", tıpkı su gibi, sadecik. "Pembe" nasıl hadsizce cicili bicili. Şimdi "çok üzgünüm" yazınca bakıyorum, hiç kesmiyor beni. Tipi ne kadar üzüldüğümü yeterince ifade etmiyor. ÇOK ÜZGÜNÜM.

26 Haziran 2011 Pazar

Face alma, feyzal.

Facebook’ta tıpkı bir aile babasının kolejden veya mülkiyeden dönem arkadaşlarının ”bağı koparmayalım” ısrarıyla açtığı hesabı kadar hareketsiz, az nüfuslu, az fotoğraflı ve dolayısıyla lagalugasız bir hesabım var. Hesap kendi adıma da değil, o yüzden "ce-ee, nerelerdesinnnnn canımmm?" diye harfleri fütursuzca uzatan herhangi komşu da çatkapı gelmiyor. Cuma akşamüstüsünde boş bir okul kadar sessiz. (Gördüğüm en hüzünlü görüntülerden biri bu: Eğilerek camlardan içeri girer lezzetli güneş, tembelce sıraları dikdörtgenlere böler enine. Tuvaletlerde bozuk bir musluk tüm günkü mesaisine devam devam eder, "tıp..tıp..tıp.."ları koridorda yankılanır. Tahtanın üzerinde Pazartesi'ye kadar nöbet bekleyen, haftasonuna girmenin coşkusuyla son dakikada yazılmış bir yazı. Sağ üstte, yarısı silinmiş tarih. Montlar alındıktan sonra geride kalan, senenin başından beri asılı duran soluk renkte bir sweatshirt. Belki başka sınıftan biri, seçmeli ders için geldiğinde unuttu. Sıraların altında çeşitli boyutlarda, buruşturulmuş kağıtlar. Kola kutuları, peçeteye sarılıp bırakılmış sandviç artıkları. Koridor sonunda müdür odasının kapısı açık, odası rutubetle karışık halıfleks kokar. Bordo renk, suni deri kokar. Odasında, kütüphanenin önüne bir paralel çizgi çeken güneş ışığı, vurduğu yerdeki tüm tozları görünür kılar. Işıkta yukarı doğru, ağır ağır uçuşur toz taneleri, kimi yerde altın tozu gibi parıldar. Her şey öyle hüzünlü şekilde güzeldir ki, haftaiçi öğrenci dolu haliyle neden sevimsiz göründüğünü açıklamak mümkün değildir. İnsan mı her şeyi mahvediyor, yoksa insansız kaldı diye mi şeyler hüzünlü görünüyor? Nereden bakarsak doğru açıklamış olacağız bu gizemi, bilinmez.) (Benzer bir parantezi yağmurlu bir günde, öğrenci dolu bir sınıftaki sınav sessizliği için de açayım: O sessizlik sanki sonsuza uzar ve tüm cisimleri ve canlıları karadeliğine çekerek, üstünü örter. Saatin sesi, kalem sesi, nefes sesi. Soruları neredeyse yüksek sesle kendi kendine okuyan kızın sesi. Kağıdın arkasını çevirme ve nafile ümit sesi. Oradaki sorular da kolay değil çünkü. Yapamıyorsun işte; ha arkası, ha önü. Dışarısı neredeyse gece gibi karanlık, ara sıra camda gümüş bir gölge gibi parlar şimşek. Arkasından büyük bir gürültü, sanki gökyüzünün karnı gurulduyor. Camları dövüyor sudan bilyeler, herkes içeride. Herkes içeride; hırkaların, aslında renkli ama çamurun tek tipliğine boyanmış botlarının içinde sıcacık. Sınav gerginliğiyle yeni tüylenmiş koltuk altları terliyor, kimbilir. Orada tek bir insan gibi olmuşlar, her şeyden önce onun sıcaklığı var. O odada olmanın verdiği bir birlik hissi var. Hepsi aynı kanonun içinde, aynı dalgaya karşı kürek çırpıyor. Küreği büyük veya küreğinin sapı kırık, o kadarını bilemeyiz.)
İşte, Facebook’la böyle uzaktan ilişkimiz sırasında birkaç arkadaşımla o ya da bu sebepten ekleştik. Fakat Facebook’ta cömertlik esas. Ne sebeple, hangi samimiyetle ekleştiğine bakmıyor, hele benim gibi ince ayar çekmeyi bilmeyenlerin neyi var neyi yoksa başkalarının önüne döküp saçıyor. Bu saçılmanın vahim seviyede gerçekleştiği vakalarda, tahmin ediyorum birine dair bir şey öğrenmenin heyecanı da, dedikoducu merak da form değiştiriyordur. Ya tümden sönüp, ya hepten alevleniyordur.

Bence bir on sene sonra farkedilecek ki, Facebook aslında çok yanlış bir misyonu kendine reklam edindi bu işin başında: ”İlkokul arkadaşınızla tekrar kavuşacağınız yer” misyonu öyle tehlikeli ki, insan ırkının sonunu getirebilir. İnsan ilişkilerinde doğal seçilimin engellenmesi, insanın o ana kadar tanıdığı tüm insanları profilinin altına toplaması pek akıllıca iş değil. Yüzde doksandokuzuyla son on sene içerisinde hiç görüşmemiş, kalan yüzde birin büyük kısmını son altı ay içerisinde hiç görmemişsen, ama hala gerçekzamanlı şekilde vaktiyle teğet geçtiğin bu kadar yabancı insanın önüne tüketmesi için bira göbeğinin veya lohusa şerbetinin sürahisinin Instagram’la çekilmiş şekilli fotoğraflarını koyuyorsan, bunun yolda rastladığın eski bir dosta ilk dakikadan en özel şeylerini anlatmaktan ne farkı var? En az onun kadar hatalı bir sosyallik anlayışı yok mu bu tavırda? Bu kadar yaygın şekilde rağbet görmesi, insanın yaşı ilerledikçe arkadaş hacmi azaldığı halde, Facebook’ta sürekli birilerini listesine eklemesi neyi ifade ediyor? Görüşmediği ve belki mecburiyetten ekleştiği insanların haberini alması, onların normal şartlar altında bilmeyeceği ve bilmek de istemeyeceği detaylarını takip edebilmesi ve bu ticaret karşılığında kendisininkileri ortaya koyması komplo teorilerinin en saçmasını aklıma getiriyor: Eğlenirken rızai olarak fişleneceğimiz, ticari olarak zaaflarımızı haritalandıracağımız, daha kalabalık hissederken daha yalnızlaşacağımız, kendimizi bunca ifşa ederken aslında ifşa edilen kareler haricinde yaşamadığımız, yani o fotoğraf çekilirken bile Facebook’a yükleneceği anı hesapladığımız bir çağda yaşıyoruz. Geçende Twitter’a yazmıştım; bilim kurgu kitaplarında tarif edilen gelecek zamanlarda, insanlar makinaların kölesi olmuşlardır. Ellerinden, kollarından, kimi zaman beyinlerinden birer makinaya bağlı yaşarlar ve bu dünyada ona hizmet ettikleri sürece varolabilirler. Hollywood yapımlarına sık sık konu olan bu senaryoyu daha geniş yorumlarsak şu an farkımız olmadığı gayet açık. Elimizden, kolumuzdan değil, parmak uçlarımızdan makinalara (bilgisayarlara) bağlıyız ve sanal profilimizin prestiji uğruna onlara hizmet ederek ömrümüzü geçiriyoruz. Yaşadığımız andan ziyade, onun kayıtlara geçirileceği sonraki anın derdindeyiz. Yapmayı değil, yaptığımızı anlatmayı seviyoruz. Ne kadar sevilesi, ne kadar enerjik, ne kadar entellektüel, ne kadar şakacı ve zeki olduğumuza başkarını şahit tutmadan, emin olamıyoruz. Herhangi bir şey ifade etmediğimiz, taş üstüne taş koymadığımız halde, falan yazarın yazısını paylaşarak, kimi sanatçıyı beğenerek ve böylece sepete ekleyerek bile bir taraf tutuyoruz. Olabildiğince detaylı şekilde karakterimizin tüm girinti çıkıntılarını ve bitki örtüsünü en kör gözlerin bile görebileceği şekilde aranje ediyoruz. Bu esnada dürüst davranmak zorunda da değiliz; Facebook aynasının cisimleri olduğundan büyük gösterme kapasitesine sığınarak pekala hakkında az fikir sahibi olduğumuz konulara da hakim gibi davranabiliriz. Kısa süre sonra samimiyetle o konuya hakim olduğumuza da inanabiliriz. Böylece sanal profilimiz, gerçek kimliğimizin önüne geçebilir. Geçiyor, geçecek. Herkesin alımlı, herkesin ceylan gözlü, herkesin incecik, herkesin şiir aşığı, herkesin büyük solcu, herkesin bir tutam liberal, herkesin eşcinsel hakları savunucusu, herkesin hayvan dostu, herkesin günlük en az beş gazeteyi gözden geçiren ve karşıt görüşlere saygılı olduğu kusursuz bir alem. Ama hem internet üzerinde olduğu için sanal, hem içerik bakımından gerçeği yansıtmadığı için.

Sonra gidip tüm gün FRP oynayana çatıyorlar; halbuki Facebook, bunu sıradan vatandaş seviyesine indiren bir ağ işte. Hepimiz usta birer FRP’ciyiz; sosyal hiyerarşinin en yüksek seviyesine, en güçlü şekilde gelmek için her gün ne manevralar yapıyoruz.

24 Haziran 2011 Cuma

Birkaç gecedir şöyle bir şey oluyor; gözlerimi kapıyorum, tam uykuya dalacakken kendimi uyandırıyorum. Ama bir sor, ne diyerek uyandırıyorum: "Birazdan uykuya dalacak gibiyim hakikaten." "Birazdan uykuya dalacak gibiyim" mi? Daha manyakça bir şey olabilir mi? Yat, uyu, deli misin, neyin analizini yapıyorsun? Kafa var ya bu kafa, nöbetçi eczane gibi çalışıyor. Gecenin köründe gelen bu müşterinin derdi pahalı bir antibiyotik falan alsa hadi neyse de, alacağı en ucuzundan tentürdiyotla gazlı bez.


Bir de dün bunun katmerlisi, kendimi uyandırıyorum rüyadan. "Uyuyoruz ama biz o an uyuduğumuzu hissetmiyoruz ki, neye yarayacak? Şimdi yatacağım da, kimbilir kaç saat sonra uyanacağım." Ee? O tatlı uykudan, o ayağımın altını ürperten, burnumun ucunu kaşındıran nefis uykudan bir kaşık yemeden hepsi çöpe. Yenisini yapacak malzeme de kalmadı mutfakta, o yüzden leş gibi bir uykusuzluğa merhaba. Uykuya yatmaya yakın kelimelerin açma kapama düğmesini kapalı konuma getirebilsek oysa, bak gör şöyle tasa kalıyor mu. Yatarayak mor üçgenler, sarı kareler, kırmızı daireler falan düşünsek, kimse gece gece yataktan kalkıp sigara içmez, ben söyleyeyim. İçtiğimden değil. Ama fikren güzel. Gece gece tek başına yakılan sigaranın sohbeti olmaz yoksa. O sigaradan bir halt olmaz.

16 Haziran 2011 Perşembe

Ayıdan dost, konserden post

Gözümü açar açmaz, daha yüzümü yıkamadan netbookumu kucağıma almak gibi korkunç bir huyum var. Yüzümde yastık iziyle, koşa koşa, sanki ben uyurken holdinglerimin başına bir şey gelmişcesine mailime bakmak, asayiş berkemal mi diye kontrol çekmek. İşte o sırada, neden bilmem, bir coşmuşum, bir yazı patlatmışım. Uyurgezerken yaptıklarını fotoşoplanmamış, apaçık deliliğiyle güvenlik kamerasından seyretmek gibi; sonradan okuyunca hem güldüm, hem utandım. Kaç gündür tembellikten düşünüp de yazmadıklarımı, bir yazıda, tek öğürüşte kusmak. Bereket, öyle çok hacimli değil.

Silemem artık. Eşekliğimin bir kanıtı olarak dursun. Yalnız, otobüsün ağzında durup da içeri geçişi tıkamasın diye bir post daha atmaya karar verdim. Bu da ne zamandır yapmak istediğim, üşengeçlikten fırsat bulamadığım bir post, o yüzden öyle şişirmece falan da değil ha! Ama alttan alta maksat da güdüyor: Arkalara doğru ilerleyelim.

    The Dears / Brighton Music Hall

Joan as Police Woman / Middle East Upstairs

Pinback / Royale Boston

Pinback / Royale Boston

dEUS / İKSV Salon

Elmoş / dEUS

Bu sonuncuyu ben saygıdan, takdirden, beğeniden ağzım açık vaziyette konser izlerken Caner çekmiş arka sıralardan. Post'un bonusu olsun.

13 Haziran 2011 Pazartesi

Açelya 44

Ananemin evi satıldı bir süre önce. O yüzden balkon demirlerine ayaklarımı uzatıp, paşa çayı içerek bir yandan taze kesilmiş çimen kokusunu içime çekeceğim bir ev yok. Ananemin yokluğunu söylemiyorum bile. O şöyle bir şey;

Bir keresinde kuzenimle hızla bir yerlere yürüyorduk. Orta ikinci sınıftaydım. Ayağımda annemin aldığı, şimdi moda olan iskarpin tarzı, az ama kalın topukları olan ayakkabılar. Bakkala mı gidiyoruz, artık nereyeyse, normalde okul formamın altına giyeyim diye alınmış bu ayakkabıları aceleyle ayağıma geçiriverdim. Fakat topuğa pek alışkın olmadığımdan bileğim burkulacak şekillere giriyordu yol boyu. Sonunda olan oldu ve yüzüstü yere kapaklandım. Tam dizimin altındaki minik bir çakılın, dizime bıçak gibi girdiğini o an hissettim. Ayağa kaldırıldığımda, taşın dizimin içine yerleştiğini gördüm. İnanılacak gibi değildi, ama sanki yıllardır oradaymışcasına, en ufak bir bombe yapmadan içine girmişti dizimin. Kan akmıyordu, yara-bereymiş gibi de durmuyordu. Sadece dizimin içinden bir parça çıkarılmış, yerine idareten çakıl yerleştirilmiş gibi duruyordu. Eğer çakıla yer açılmışsa, sökülen parça neredeydi? Yoktu. İçeri göçmüştü belki, onu bilemiyorduk o an.

Epey yakındaki bir eczaneye götürüldüm. Eczacı iri bir cımbızla taşı çıkardı. Bir anda oluk oluk kan inmeye başladı yaradan. Çok korkmuştum. Canımın yanmasından ziyade korktuğum için, gözlerimden yaşlar süzülüyordu ardarda. Birbirine saygısızca, yanağımda yarışıyorlardı hem de. Biri çenemden kucağıma düşüp, kot eteğimde iri bir koyuluk bırakmadan, diğeri ona yetişiyordu kısa yoldan. Kirpiklerim telaşlıydı, hangi birini başından savacağını şaşırmıştı.

Fazlasıyla korunaklı büyüdüğümden, yara tarihim oldukça kısadır benim. Bir keresinde salıncaktan düşünce dizimi boydan boya kaplayan kabuğu, aylarca hiç dokunmadan seyretmiştim. Bu, belki ilkiydi ve en büyüğüydü. Sonrakiler çok ufaktı. Şimdi orta ikinci sınıfta giydiğim az topuklu bir pabuç, tarih yazmıştı. Sargı bezinin altında, etinin nereye gittiğini hiç bilmediğim bir boşluk belirmişti. İçi dolacak gibi de görünmüyordu. Nitekim dolmadı da. Gençliğin hızla yenilenen dokuları oraya geçici bir dikiş attılar, ama yeri hiç gitmedi. Hala görünür.

Ananemin aslında istikrarlı bir hızda aramızdan silinip gidişini ben bu yaraya çok benzetiyorum. Bir anda, var olan yok oldu. Bir anda ona atfettiğimiz önemli manevi şeyler de duygu dağarcığımızdan eksildiler. Bir anda bizi dünyada öyle hissettiren tek ev, haritadan silindi. Onca et kopup nereye gitti, yine bilmiyoruz. Sadece artık yerinde çakıl olduğunu görüyoruz.

Açelya 44 diye başladım, Gökdelen 11'e döndü iş. Açelya 44'ün ne kadar başka bir huzur verdiğinden bahsedecektim. Hele akşamları, annem saat 12 olmadan yattığında, o durağanlık var ya... O bir bardak suyun yüzeyi gibi pürüzsüzce durgunluk. Üniversitede finallere, bütünlemelere çalışırken olurdu böyle sessizlik. Sessizliğin riski de, çevrede ses çıkaran ve sürekli zihni uyaran her şeyin bastırdığı düşüncelerin, duyguların ortaya çıkıvermesi. Sınava çalışırken aniden bambaşka kaygıların açık büfesinde, tabağımı tıka basa doldurmuş olurdum. Şimdi kaygı yok, beklentiler var. Beklentiler yoksa, geceyarısı tekrar kuşağı var. Televizyonda. Dolapta gofret var. Camdan bakınca siyaha gömülmüş bir park var. Biraz uzaklarda, ada ışıkları var. Annemin yanında kıvrılıp uyuyan başka bir kedi var. Bunlar hep enteresan şeyler. Aklımı farklı düşüncelerle dolduran, içten içe beni sevindiren şeyler.

Boston'dan o kadar tiksinmişim ki, İstanbul'u öpmeye doyamıyorum.

20 Nisan 2011 Çarşamba

TEDxReset: Vasata kendini anlatmanın bel büken ağırlığı

Önce vasatın tarifi yapılmalı; ki, ben dahil, kimse zan altında kalmasın:

Vasat, birinin altındaki diğeridir. Fakat o birinin altında diye, illa en altta değildir. Çünkü vasatın da vasatları vardır. Ve daha önemlisi; başkasını vasat olarak değerlendiren insanın da, konumuna göre, göreceli şekilde altında vasat kalacakları başka insanlar vardır. Minik bir harflendirmeyle gidersek; A, B kişisinden daha eğitimsiz, eğitimli olsa da algısı kapalı, algısı açık olsa da vokabüleri dar olması sebebiyle vasattır. B’ye göre vasattır. Fakat bu B’nin dünya şampiyonu olduğunu göstermez, sadece A’ya göre daha az vasat olduğunu gösterir. Kendi evreninde, kimbilir, o da C’den vasattır. Ve böyle böyle, A(küçüktür)B(küçüktür)C diye gider. Z harfine gelindiğinde, öyle bir şahıs varsa, işte o Ulu Manitu’dur. İşte o, hem bilen, hem en güzel sözü söyleyen, hem haliyle düşüncesi en uyumlu, hem insanlıkla barış içinde, hem ona faydası dokunacak kadar, yeterince agresif bir insandır. Hepimiz bir gün Z Ulu Manitusu olmak niyetiyle, hevesiyle yaşarız, okuruz, deneyimleriz. Kimimiz B’de takılıp kalır, kimimiz Y’de vefat ederiz. Z ideali, insanı insan yapan şeydir. İnsanı, kendini yarına taşımaya sevkeder. Z olmak yolunda, başarılı olunmasa da, yürümek de güzeldir.

Şimdi, bu lüzumlu aydınlatmanın ardından, derdimi az biraz anlattığımı düşünerek, esas fikrimi açmaya girişiyorum:

Türkiye’de gerçekleştirilen TEDxReset konuşmalarından bazılarını izlerken afakanlar bastı. Müdahale edememek, videonun içine girip o konuşmaları verenleri omuzlarından sarsamamak beni kahretti. O, “şimdi de 3-A’dan Murat arkadaşımız şiirini okuyacak” seviyesi, insanı çığrından çıkarır. Bir tek Türkiye’de mi bu “beyler, aramızda konuya bizim kadar hakim olmayanlar var, lütfen anlattığımızı mümkün mertebe basitleştirelim” üstün bilinci var, yoksa bana mı öyle geliyor? Kimse doğru düzgün bir konuşma, konferans, seminer veremiyor. Sanki izleyiciler izleyici olarak değil, öğrenci olarak seminere katılmışlar, onları önce eğitmek gerekecek. Eh, tabii bu sefer de yetmiyor zaman, konuşma bomboşa gidiyor. Hiç akla gelmiyor mu; oraya gelen insan, zaten belli bir seviyeyi tutturmuş da gelmiş. Bırak, anlamıyorsa da vebali kendi boynuna. Anlamıyorsa, evine gitsin, araştırsın bir zahmet. Sen işine baksana; neden çalışkanlar varken tembeller uğruna dersi yavaşlatmak? İzleyicin vasatsa bile, madem sen vasat değilsin, vasatı vasatça ile yenmeye niye çalışıyorsun? Vasat olmayanı dayasana damarına? Bakalım ne yapacak? Karşısındakini kitleyi, kötü niyetsizce bile olsa, adam yerine koymayan, öğreten adam bir zihniyete bürünmen yüzünden konuşmanı ucuzlaştırıyorsun; kitlesel kahkaha dalgası yaratmak için garantili, basbayat şakalar dizerken, akıllı insanların seni utanç içerisinde izlediğini görmüyor musun?

İki videoda hele, farklı sebeplerden olsa da, aynı şekilde çığlık çığlığa başımdaki saçları tel tel yolmak istedim. İlki, konuşmayı verenin, konuşmayı izleyenleri hayli vasat görmesine bir örnek: Aziz Kedi’nin “Oy ne güzel kuşmuşam!/Nasıl dünyaca ünlü bir şirketin CEO’su oldum?” isimli konuşması. Okan Bayülgen’in bayık programında dünyanın en aymaz konuklarına (dizide oynayan manken kızlar, yeni albüm yapmış manken kızlar, program boyunca konuşturulmayacak uzmanlar, kitap yazmış manken kızlar, tiyatroda oynayan manken kızlar, elektropop yapan manken kızlar ve çaydan başka şey yapamayacak manken kızlar, manken olduğunu kabul etmeyecek kadar gururlu manken kızlar FALAN), dünyanın en Ekşisözlük espirilerini yaptığı için kontrastı arttırdığını sanan bir metin yazarının, Facebook’un kurucusuymuşcasına “benim kadar başarılı olmaya özenmeyin, zaten ben de öyle çok başarılı bir adam değilim yahu!”larından ibaret bir konuşma. İbretlik bir gösteri. Önce hayatını bizimle paylaşıyor, lisede en Hababam sınıfın en tembel tenekesi olduğunu, “ay valla hiç mi hiç çalışmadan hukuka girdim”leri, “girdim ve inanır mısın hiç umrumda olmadı”cılığını (hukuka çalışmadan girmenin ve bunu hiç umursamamanın cool olduğunu sanmanın ezikliğini kenara koyuyorum - buna “metroda, trende falan hep kitap okudum” ezikliğini de ekleyelim), kendini ve koskocaman bir toz bulutundan ibaret kariyerini zoom in-zoom out ederek en net açıdan çekip, sunma çabaları. “Sunsun tabii, çok izlenen bir şovda metin yazarlığı kolay mı ya?” diyeninize cevaben: Sunsun güzelim, ama çıkıp 97 aldı diye ağlayan sınıfın en çalışkan kızı ruh haliyle, izleyicilere “üzülme, bak hoca benim de üç puanımı kırdı yaaa” çekmesi nedir? “Benim BİLE eksiklerim, hatalarım oldu elbette” çizgisinde ilerlemesi nedir? İzleyicileri otomatikman kendi tavsiyelerine muhtaç, kendisini de “Aziz Kedi: Başarılı yol tutuşun sırrı” motivasyon speech’i vermeye gelmiş sanması, ne biçim? Ekşisözlük’te ablukaya aldıkları birkaç gariban çocuğu İngilizce tabirlerle, okudukları iki üç kitaptan alıntılarla alabora edip, çeteleşmelerine yüzlerce kişiyi şahit tuttukları için mi saygı duyulacak bu insanlara (bunun gibi bir de Otisabi var, ikisini bir sayıyorum)? Üzülmeyin, Ekşisözlük’e hiç başvurmadım. Yazarlık veya yalaklık etmek için herhangi bir şekilde çabam olmadı. Türk işi “ben bilirim”ciliğin headquarter’ı Ekşisözlük bana uzaktan hep itici göründü, hep “19 Nisan 2010 günü Balıkesir Yardımcı Er Birliği’ne teslim olacak olandır” gibi kötü tanımların nick altlarını doldurduğu, kendini pazarladığı bir yer olarak göründü. Ondan, “vay, kuyruk acın var galiba, asdfghjkl” yavşaklıklarına karnım fevkalade tok.

En az üçte birinin Aziz Kedi denen şahsın kendisinden çok daha bilgili ve görgülü olduğunu tahmin ettiğim bir salon dolusu izleyiciye Aziz Kedi’nin bu “gelin sizle hayat tecrübemi paylaşayım/Pardon ama başarılı olmak ne ağbi yea?Mühim olan insanlık!(ama çok para kazandığınız müddetçe!)” konuşmasının ardından, merakla beklediğim Serdar Kuzuloğlu’nun “Sanal hayata giriş: İnternet de ne oluyor? Yenilir mi, içilir mi?” isimli, “Yavrum, evden çıkmadan sen bana ayarla şunu (bilgisayarı kastediyor), Ayten’le çet yapacağım” diyen, internet meraklısı annesine internet öğreten çocuk misali merhamet dolu konuşmasını izledim. Bu, kasıt olmaksızın, belki de kendini anlaşılır kılma mecburiyetiyle, izleyicilerin arasında gizlenmiş anonim vasatların seviyesine teslim olunmuş ve “halk anlasın” diye ayarıyla oynanmış bir konuşmaydı. "Nereden biliyorsun ayarıyla oynandığını?" derseniz, Kuzuloğlu'nu hem Sosyal Medya programında, hem Twitter'da zevkle izleyen; sohbetini, muhabbetini kendime oldukça yakın bulan bir insanım. Zaman felsefesiyle başlayıp, “İnternet öyle değişik bir şeydir ki, böyle, mesela bir sayfaya girip arama yaptığınızda sonuçlar çıkar. Buna Google denir. Bazı sitelere de 140 karakterle cümleler yazılıp, gönderilebilir. Buna da Twitter diyorlar. Fotoğraflarımızı yüklediğimiz yerin ismi de Facebook’tur” gibi devam eden (canlandırmalar bana ait, hiçbiri gerçeği yansıtmıyor), sonra bilim tekniğe yönlenerek “Bütün bu bağlantı, fiberoptik kablolara yüklenen proton, nötron ve elektronların çarpışmasıyla oluşur. Bazı elektronlar kararlı, kimisi kararsızdır. Eskiden bilgisayarlar oda kadardı, sonra giderek küçüldüler. Şimdi neredeyse cebimize giriyorlar, inanabiliyor musunuz? İlk bilgisayarlar tamı tamına 7.43 metrekarelik bir odayı doldurabiliyorken, şimdi günde 1.5 milyon tweet atabilen 2010 model bir blackberry saniyede kaç istatistik konusu olabiliyor? Mikrodalga fırını Uygurlar, hazır çorbayı Sümerliler bulmuştur.” gibi karmakarışık bilgilerden derlenmiş, sonunda izleyicilere muzlu istatistik pastası dilimi ikram edilen bir konuşmadan çok daha fazlasını beklediğimi söylemem gerek. Konuşma gerçekleşmeden önce Twitter'dan gördüğüm kadarıyla, profesyonel bir ekiple üzerinde epey çalışıldığını da biliyorum. Ya ben yüksek beklentiler içerisindeymişim, ya da salonun seviyesi gerçekten düşükmüş, öngörüp önlem almak durumunda kalmışlar, ne diyeyim.

Sonra bir de şu "vallahi hazırlanmadan geldim" övünmesi dikkatimi çekti genel olarak: Neredeyse bütün konuşmacılarda, konusu her ne ise, tüm tarihsel gelişimini cahil cesaretiyle özetlemeye kalkıp, “zaman yetmedi örtmenim yaa, daha neler neler anlatacaktım” isyanı vardı. Bir kere daha anladım; yenilen pehlivan hakikaten de güreşe doymuyor. Tüm sınav boyu kalem kıpırdatmayan çocuğun son zil çalıp kağıt teslim zamanı gelince, yazmalara doyamaması gibi. Eh, böylelerine çeyrek yüzyıl versen, 24. yılda anca ateşin keşfinde odunun sürtünmesi aşamasına gelecek, ben sana niye çeyrek dakika bile harcayayım ki arkadaş? “Zaman, hız zamanı” diyorsun, tastamam yeterli olacak 20 dakikada insanlarda fikir oluşturmayı başaracak iki çift laf edemiyorsun. Üstelik sanki bu konferansa davet ederken süreyi gizlemişler konuşmacılardan, “kimbilir belki de dört, beş saat konuşacaksınız” demişler, bunlar da ona göre hazırlanmış da, tam sahneye çıkarken “20 dakikan var ha!” diye son dakika golü atmışlar gibi. “NEEEE YİRMİ DAKKA MIIII?” şaşkınlığı/telaşı okunuyor yüzlerden. Yapmacık da değil, hakikaten şaşkın bir de, yeterince ümit ederse sürenin uzayacağını falan düşünmüş herhalde. Evde provanı yapsan, ne diyeceğini bilsen, bu ilkel çalakalemliği ya da çok çalıştığın halde "ayy hiç hazırlanmadan geldim, bir şeyler anlatacağım artık"çılığı bir yana koysan ya? Yok, olmayacaksan, herkes senin kahve sohbetini izlemeye geldi sanıyorsan, o zaman neren konferans, neren ilham verici, neren?

Gelişmemiş ülkelerde, "önceki bölümün özeti" zihniyeti, o vasat görüp bir de lütfedip onun seviyesine eğilme sözde yüceliği var ya, işte o ülkenin çıtasını yerde sürünme seviyesine getiriyor. Yakında siperde ilerleyen asker gibi, karın üstü ilerleyeceğiz.