9 Nisan 2010 Cuma

Nazlıcan'ın suçu ne? (Poor is the new black.)


Kötü olmanın denkleminde zenginlik değişmez bir öğe midir? Kötü olabilmek, kötü düşünebilmek veya kötü diye kimi çevrelerce nitelendirilebilecek şeyleri yapabilmek için insanın zengin mi olması lazım? Hatta kötü de demeyeyim, fesat diyeyim. Faydacı, diyeyim. Bir insanın çıkarına uygun şekilde manipulatif davranması için, filmlerdeki gibi zengin, göbekli ve iş adamı olması mı lazımdır? Bir fakir mesela, fakirliğinin toplumda yarattığı hüzün sebebiyle, bu durumu kötüye kullanamaz mı? Bunlar aklımdan çıkmıyor bir süredir. Özellikle de Alkışlarla Yaşıyorum isimli filmleri, TV programlarını, müzik videolarını bağlamlarından kopartıp ayrı bir öğe olarak sergileyen, böylece gülünmesi, eleştirilmesi kolay hale getiren ve genel kültürünü Ekşisözlük'ten edinmiş bir neslin çocuklarına cımbızla seçilmiş popüler kültür ürünlerini öğütmek için yol gösteren web sitesinde izlediğim bir video, bu düşünceleri aklıma salıverdi. Halbuki haftanın en çok izlenen, tartışılan videolar ne zaman link olarak gönderilse bakmakta gönülsüzüm. Herkesin bu kadar yavaş, neredeyse geviş getirerek aynı tür videoları komik bulması insanlığa dair tüm ümidimi kırıyor hakikaten. Neyse dur, konuyu dağıtmadan videoyu özetleyeyim.

Devlet ilkokulunun bir sınıfında tahtaya kalkmış iki öğrenci, elleri böğürlerinde ciyak ciyak durumu anlatıyorlar, dertleri şu: Her ikisinin yardımlaşarak sınıf başkanlığı görevini ifa ettiği esnada, sınıfın yaramaz çocuklarından bazıları onları dinlemiyor, tahtada anlattıkları problemleri öğrenmemekte ısrar ediyormuş. Başkanlardan normal boyutlarda olanı, annesinin kopyası olduğundan zerre şüphe etmediğim bir tonlamayla bu sınıf için saçlarını nasıl süpürge ettiğini anlatıp bir süre sonra kendi duygusal yoğunluğundan iştahla ağlamaya başlarken, ufak olan ürkek bakışlı küçük kız ağlamaya giden asıl başkanın ardından masumca kendinden bahsetmeye başlıyor. Öğretmenin onu fakirliğine rağmen başkan seçtiğinden, bunu çabaları sonucu hak ettiğinden, aslında onun da yaramazlık yapmak isteği olacağından ama kaderin cilvesi gereği işçi babasının evladı olarak doğduğundan, babasının onlar için sarf ettiği emekten, inşaatta çalışırken düşüp bir yerlerini kırdığından, onun da diğer güzel botlu arkadaşları gibi güzel bot giymek istediğinden fakat altı su alan delik bir botla gezdiğinden bahsediyor. Biz de monitör karşısında bir güzel ağlıyoruz. Fakirliği, gizlenmeden ortada sergilenen böylesi fakirliği gözyaşlarımızla ödüllendiriyoruz. Sonra bir durdum, "noluyor yahu" dedim. Bu çocuk nasıl bu kadar İstiklal Caddesi'nin milli marşı gıygıy acıklı müzik fonunda bu lafları etmeyi biliyor? Nasıl öğrenmiş? Nasıl öğrenecek ULAN, evlendirme programlarında, her tür halkla kaynaşma yarışmalarında fakirliğiyle prim yapmış, sunucuya fakiriz yakarmalarıyla mal mülk isteklerinde bulunmuş bir halkız, fakirin fakirliğini sergileyip bam teline basması yükselen bir trend olmuş, başka ne olacaktı ya? (Bu arada videoyu çeken hocanın derste önünde duran bir ince bellide çayını höpürdeterek içtiğini, bu iki kızın tahtada ders anlatışını geğirtiler içinde seyrettiğini de görür gibiyim. Adam ders esnasında cep telefonuyla bunları çekiyor, sınıfa en dramatik anlarda tıpkı sabah kadın programları gibi "alkışlayın" buyuruyor ve ağlamalarını şakşakla taçlandırıyor. Bu iki kız ders anlatıyorsa sorması ayıp, o ne iş yapıyor?)

Sonra bu çocuklar, geçimini böyle sitelerin kendilerine sağladığı videoları ekrana taşıyarak kazanan insanların görmesi sonucu Beyaz'a çıktılar, onu da Youtube'dan izledim. Cumartesi akşamı yayınlanan bir programa, videodaki otantiklik bozulmasın diye okul önlükleriyle gelindi; iri kıyım olanı az konuşup bol utanırken, küçük ve fakir olanı öğretmenlerinin canlı yayına çıkmasına engel olan Milli Eğitim Bakanlığı yetkililerinin çanağına tüküreceğinden, o adamların sıcacık otururlarken öğretmeni hakkında verdikleri kararın haksızlığından bahsetti. Bu sevimli çanağa tükürmeler, sayıp sövmeler esnasında Beyaz, kızın ağzını şakalı kapattı. Aman, deyip susturdu. O andır işte, fakirin de en az zengin kadar yüzsüzleşebileceğini, insan yavrusunun bile böylesi detaylı, hesaplı kitaplı bir sömürüye ortak olabileceğini anladığım an odur. Fakirliğinin sağlayacağı primden nemalanmak istemenin yaşı ve sosyal seviyesi olmadığını keşfettiğim an odur.

Şimdi gelelim Nazlıcan Toprakcan'a.



Ben bu satırları yazarken içeride "On Kadın" isimli NTV çağdaştürkkadını konseptli televizyon şeyinde Nazlıcan-Halis Toprak evliliği masaya yatırılmış ve Nazlıcan'ın samimiyeti sorgulanıyor. Bu olayların açılmasına sebep olan "Nazlıcan intiharı" ve "Nazlıcan sadece Vatan gazetesine konuştu" isimli haberleri ben de ilgiyle okuduğum için, bu hafta ben de aynen Nazlıcan vakasına takılıp kaldım. Bir samimiyetsizlik, bir sakillik var Nazlıcan vak'asında. Nedense insan ona acımadan önce tereddüt ediyor.

Hikayenin başında 17'lik bu kızın, yetmişlik Halis Toprak'la malı-mülkü-helikopteri için evlendiğini öğrendik, sonra Toprak'ın kızlarının açtığı davalarla evliliğin hukuksuzluğu, daha ziyade bir alım-satım ilişkisini andırdığı tartışıldı. Halis beyefendinin ağız suyuyla ıslattığı bir "nefis bir parça, onu yüzlercesinin arasından seçtim" açıklamalarıyla bu vahim durum devam etti, taa ki malının mülkünün TMSF tarafından vakumlanmasından sonra Halis Toprak'ın varlıklı ilk karısına yakardığı "ne geldiyse başıma son eşimcan Nazlıcan sayesinde geldi, ilk karımı çok seviyorum, keşke beni geri alsa" röpüne dek vardı. Orada anladık ki Halis Bey'in pusulası olan penisi içine kaçmış, nefis parça 17'lik çıtırı ellediği günler sonra ermiş, başını (omuzlarının üstünde olanı) iki elinin arasına almış ve düşünmeye zahmet etmiş.

İntiharla perçinlenen acı günler bir yana, eve gelen nikah memurunun imzayı atarken ağladığını belirttiği Nazlıcan, Halis'le medya önüne çıktığı ilk toplantıda gri takımıyla pek bir Paris-seyahati-sever duruyordu. Hiç de imzayı attığı gün kadar hüzünlü, mağdur değildi duruşu. Nitekim bu "ben işimi bilirim"cilik, paralar suyu çektiğinde sona erdi, medyanın yaş farkı sebebiyle eleştiri bombardımanına tuttuğu evliliğindeki mantık hataları aklına düştü Nazlıcan'ın.  O da kontrolü geri kazanmak için "korkutma amaçlı" diye nitelendirilen bir intihara girişimcanlandı. Şimdi intiharla hakkın rahmetine kavuşamadığından, en azından geç kalınmış bir saygınlığa kavuşmak istiyor. Asıl mağdur o, röpteki "köle" vurgusuyla alım-satımı doğruladığı da açık. Fakat söylediklerine bakılırsa, Nazlıcan'ı anne babası satmıyor, kendisi bu ticarete ön ayak oluyor. Otelinde çalışırken tanıştırıldığı bu yaşlı iş adamıyla masaya otururken, şartlarını bir güzel ileri sürüyor nitekim. Geleceğini garanti altına almak istediğini söylüyor, mesela. Geleceği garanti altına almak, fakir dünyasında evlenmenin zevke yönelik olmadığının şerhidir. Nazlıcan, amman ha rızayla sanmamamız gereken bu evlilik sayesinde, gerekirse pek tabii ki jetine de binmek, helikopteriyle de falanca otelin roofuna inmek ve bu vesileyle helikoptere binememe ihtimalinin doğacağı günlere karşı kendini garantiye almak istiyor. Bunu her gün, yüzlerce kız yapıyor. Özellikle evlendirme programlarının omurgası, kadının "evi olsun, arabası olsun" gelecek garantörlüğü arayışına karşılık erkeğin "çorabımı yıkasın, yemeğimi yapsın, arada da elletsin" kayganlaştırıcılı mutfak robotu arayışını denkleştirmek. Ama üstesinden gelinmiş bir intihar girişimi ve yardım çığlığı gibi tefrika halinde röpler, Nazlıcan'ın nasıl farklı bir girişimci, nasıl bir entrepreneur olduğunu ortaya koyuyor. Doğrudur, Nazlıcan, tam da medyanın cayır cayır savunduğu üzre arkadaşlarıyla kafede oturup kahve falı bakacağı yaşlarda dedesinden büyük bir adamla bir yatak odasında baş başa kaldı, ama Nazlıcan'ın istediği hayat için bu ufak bir bedeldi. Bunu sindirebileceğini, en iyi ihtimalle coşkun ergen cinselliği sayesinde görmezden geleceğini sandı, hesabını yanlış yaptı. Demek ki, evinin kontesi olabilme girişimciliğinin fizibilite raporunda öngöremediği durumlar vardı. Derme çatma "mazlum ve cefakar eş" mağduriyeti fonunda, "nikahlı karısıyım/ayağını da yıkadım" çektiği röplerde, farkında olmadan asıl derdini ortaya saçıyor Nazlıcan: Eve kendisi için gelen İngilizce hocasına bile şurup akıtan Haliscan, bu küçük hanımefendiye hizmetçiler üzerinde güç gösterisi yapması için fırsat tanımıyor, evin idaresinde karar hakkı vermiyor. Helikopter ve jilet gibi kumaş takımlar uğrunda yetmişlik bir pipiye fantaziler sunan Nazlıcan'ın içi, işte bunun hazımsızlığıyla köpürüyor. Nazlıcan'a dünyalar vaadedildi de, verilmedi. Evin hanımı, kraliçesi olacaktı, tacı takılmadı. Şimdi o da, aklını kullanıp geri viteste Halis Toprak'ın giremediği Aslanlı Köşk'ünün müştemilatında 5 euroluk kol saati, 100 TL'lik pırlanta yüzüğüyle mahzun prenses Dianacılık oynuyor. Bu sefer rolünü inandırıcı oynarsa, belki bir daha şans yüzüne güler de şen dul olur. Bakalım.

Hepsini bir de ben okuyayım diyenler için;

6 Nisan 2010 Salı

Auto reply: Out of office. (Atam, izindeyiz.)

İnsanlar ölüyor, Facebook hesapları öylece duruyor. Arkadaşları, fotoğrafları, yorumları, videoları, sanki yaşıyorlarmış gibi yılışık bir düzen. Takım elbise giymek gereken zamanda, parmak arası terlikle ayaklarını masa üstüne koymak gibi. O ucuz komedi filmindeki, adam ölmesine rağmen plajda gözüne gözlük takıp, yaşıyormuşcasına hareket ettirmeleri gibi. Ne yapsın ölenin yakınları şimdi, bir telaşla laptop'ına atılıp bilmedikleri bir şifreyi bulmaya çalışarak hesabı kapatmakla mı uğraşacaklar? Ölüm ilanını Facebook'a mı faks çekecekler? Neyse, dur hele. Bahar geldi, bizi ilgilendirmez. Bahar gelince hiçbir şey bizi ilgilendirmez. Bahar gelince, oluruna bırakılır. Hiç sevinmek için fırsat kollamıyoruz, biraz da ondan yiyelim. Hep üzülmekle, hep kendine zulmetmekle ömür geçmez. Geçer, aslında. Öyle bir geçer ki. Ama geçti diye de üzülür bu sefer insan. Yani "ömür geçmedi" diye üzülmese de, kara geçmez. Hep üzülecek şey var be Atam. Bari bir sıraya koysaydık da, hepsine aynı anda üzülmek için koşturmasaydık. Bir kolaylık, bir taksit olsaydı dertlerde. Ekstre gelseydi sonraki ay. Gözün her bir yaşının hesabı, kalan borç, bakiye.

İkinci bir emre kadar ciddiyetten izindeyiz, yatmalardayız, tatildeyiz.