20 Nisan 2011 Çarşamba

TEDxReset: Vasata kendini anlatmanın bel büken ağırlığı

Önce vasatın tarifi yapılmalı; ki, ben dahil, kimse zan altında kalmasın:

Vasat, birinin altındaki diğeridir. Fakat o birinin altında diye, illa en altta değildir. Çünkü vasatın da vasatları vardır. Ve daha önemlisi; başkasını vasat olarak değerlendiren insanın da, konumuna göre, göreceli şekilde altında vasat kalacakları başka insanlar vardır. Minik bir harflendirmeyle gidersek; A, B kişisinden daha eğitimsiz, eğitimli olsa da algısı kapalı, algısı açık olsa da vokabüleri dar olması sebebiyle vasattır. B’ye göre vasattır. Fakat bu B’nin dünya şampiyonu olduğunu göstermez, sadece A’ya göre daha az vasat olduğunu gösterir. Kendi evreninde, kimbilir, o da C’den vasattır. Ve böyle böyle, A(küçüktür)B(küçüktür)C diye gider. Z harfine gelindiğinde, öyle bir şahıs varsa, işte o Ulu Manitu’dur. İşte o, hem bilen, hem en güzel sözü söyleyen, hem haliyle düşüncesi en uyumlu, hem insanlıkla barış içinde, hem ona faydası dokunacak kadar, yeterince agresif bir insandır. Hepimiz bir gün Z Ulu Manitusu olmak niyetiyle, hevesiyle yaşarız, okuruz, deneyimleriz. Kimimiz B’de takılıp kalır, kimimiz Y’de vefat ederiz. Z ideali, insanı insan yapan şeydir. İnsanı, kendini yarına taşımaya sevkeder. Z olmak yolunda, başarılı olunmasa da, yürümek de güzeldir.

Şimdi, bu lüzumlu aydınlatmanın ardından, derdimi az biraz anlattığımı düşünerek, esas fikrimi açmaya girişiyorum:

Türkiye’de gerçekleştirilen TEDxReset konuşmalarından bazılarını izlerken afakanlar bastı. Müdahale edememek, videonun içine girip o konuşmaları verenleri omuzlarından sarsamamak beni kahretti. O, “şimdi de 3-A’dan Murat arkadaşımız şiirini okuyacak” seviyesi, insanı çığrından çıkarır. Bir tek Türkiye’de mi bu “beyler, aramızda konuya bizim kadar hakim olmayanlar var, lütfen anlattığımızı mümkün mertebe basitleştirelim” üstün bilinci var, yoksa bana mı öyle geliyor? Kimse doğru düzgün bir konuşma, konferans, seminer veremiyor. Sanki izleyiciler izleyici olarak değil, öğrenci olarak seminere katılmışlar, onları önce eğitmek gerekecek. Eh, tabii bu sefer de yetmiyor zaman, konuşma bomboşa gidiyor. Hiç akla gelmiyor mu; oraya gelen insan, zaten belli bir seviyeyi tutturmuş da gelmiş. Bırak, anlamıyorsa da vebali kendi boynuna. Anlamıyorsa, evine gitsin, araştırsın bir zahmet. Sen işine baksana; neden çalışkanlar varken tembeller uğruna dersi yavaşlatmak? İzleyicin vasatsa bile, madem sen vasat değilsin, vasatı vasatça ile yenmeye niye çalışıyorsun? Vasat olmayanı dayasana damarına? Bakalım ne yapacak? Karşısındakini kitleyi, kötü niyetsizce bile olsa, adam yerine koymayan, öğreten adam bir zihniyete bürünmen yüzünden konuşmanı ucuzlaştırıyorsun; kitlesel kahkaha dalgası yaratmak için garantili, basbayat şakalar dizerken, akıllı insanların seni utanç içerisinde izlediğini görmüyor musun?

İki videoda hele, farklı sebeplerden olsa da, aynı şekilde çığlık çığlığa başımdaki saçları tel tel yolmak istedim. İlki, konuşmayı verenin, konuşmayı izleyenleri hayli vasat görmesine bir örnek: Aziz Kedi’nin “Oy ne güzel kuşmuşam!/Nasıl dünyaca ünlü bir şirketin CEO’su oldum?” isimli konuşması. Okan Bayülgen’in bayık programında dünyanın en aymaz konuklarına (dizide oynayan manken kızlar, yeni albüm yapmış manken kızlar, program boyunca konuşturulmayacak uzmanlar, kitap yazmış manken kızlar, tiyatroda oynayan manken kızlar, elektropop yapan manken kızlar ve çaydan başka şey yapamayacak manken kızlar, manken olduğunu kabul etmeyecek kadar gururlu manken kızlar FALAN), dünyanın en Ekşisözlük espirilerini yaptığı için kontrastı arttırdığını sanan bir metin yazarının, Facebook’un kurucusuymuşcasına “benim kadar başarılı olmaya özenmeyin, zaten ben de öyle çok başarılı bir adam değilim yahu!”larından ibaret bir konuşma. İbretlik bir gösteri. Önce hayatını bizimle paylaşıyor, lisede en Hababam sınıfın en tembel tenekesi olduğunu, “ay valla hiç mi hiç çalışmadan hukuka girdim”leri, “girdim ve inanır mısın hiç umrumda olmadı”cılığını (hukuka çalışmadan girmenin ve bunu hiç umursamamanın cool olduğunu sanmanın ezikliğini kenara koyuyorum - buna “metroda, trende falan hep kitap okudum” ezikliğini de ekleyelim), kendini ve koskocaman bir toz bulutundan ibaret kariyerini zoom in-zoom out ederek en net açıdan çekip, sunma çabaları. “Sunsun tabii, çok izlenen bir şovda metin yazarlığı kolay mı ya?” diyeninize cevaben: Sunsun güzelim, ama çıkıp 97 aldı diye ağlayan sınıfın en çalışkan kızı ruh haliyle, izleyicilere “üzülme, bak hoca benim de üç puanımı kırdı yaaa” çekmesi nedir? “Benim BİLE eksiklerim, hatalarım oldu elbette” çizgisinde ilerlemesi nedir? İzleyicileri otomatikman kendi tavsiyelerine muhtaç, kendisini de “Aziz Kedi: Başarılı yol tutuşun sırrı” motivasyon speech’i vermeye gelmiş sanması, ne biçim? Ekşisözlük’te ablukaya aldıkları birkaç gariban çocuğu İngilizce tabirlerle, okudukları iki üç kitaptan alıntılarla alabora edip, çeteleşmelerine yüzlerce kişiyi şahit tuttukları için mi saygı duyulacak bu insanlara (bunun gibi bir de Otisabi var, ikisini bir sayıyorum)? Üzülmeyin, Ekşisözlük’e hiç başvurmadım. Yazarlık veya yalaklık etmek için herhangi bir şekilde çabam olmadı. Türk işi “ben bilirim”ciliğin headquarter’ı Ekşisözlük bana uzaktan hep itici göründü, hep “19 Nisan 2010 günü Balıkesir Yardımcı Er Birliği’ne teslim olacak olandır” gibi kötü tanımların nick altlarını doldurduğu, kendini pazarladığı bir yer olarak göründü. Ondan, “vay, kuyruk acın var galiba, asdfghjkl” yavşaklıklarına karnım fevkalade tok.

En az üçte birinin Aziz Kedi denen şahsın kendisinden çok daha bilgili ve görgülü olduğunu tahmin ettiğim bir salon dolusu izleyiciye Aziz Kedi’nin bu “gelin sizle hayat tecrübemi paylaşayım/Pardon ama başarılı olmak ne ağbi yea?Mühim olan insanlık!(ama çok para kazandığınız müddetçe!)” konuşmasının ardından, merakla beklediğim Serdar Kuzuloğlu’nun “Sanal hayata giriş: İnternet de ne oluyor? Yenilir mi, içilir mi?” isimli, “Yavrum, evden çıkmadan sen bana ayarla şunu (bilgisayarı kastediyor), Ayten’le çet yapacağım” diyen, internet meraklısı annesine internet öğreten çocuk misali merhamet dolu konuşmasını izledim. Bu, kasıt olmaksızın, belki de kendini anlaşılır kılma mecburiyetiyle, izleyicilerin arasında gizlenmiş anonim vasatların seviyesine teslim olunmuş ve “halk anlasın” diye ayarıyla oynanmış bir konuşmaydı. "Nereden biliyorsun ayarıyla oynandığını?" derseniz, Kuzuloğlu'nu hem Sosyal Medya programında, hem Twitter'da zevkle izleyen; sohbetini, muhabbetini kendime oldukça yakın bulan bir insanım. Zaman felsefesiyle başlayıp, “İnternet öyle değişik bir şeydir ki, böyle, mesela bir sayfaya girip arama yaptığınızda sonuçlar çıkar. Buna Google denir. Bazı sitelere de 140 karakterle cümleler yazılıp, gönderilebilir. Buna da Twitter diyorlar. Fotoğraflarımızı yüklediğimiz yerin ismi de Facebook’tur” gibi devam eden (canlandırmalar bana ait, hiçbiri gerçeği yansıtmıyor), sonra bilim tekniğe yönlenerek “Bütün bu bağlantı, fiberoptik kablolara yüklenen proton, nötron ve elektronların çarpışmasıyla oluşur. Bazı elektronlar kararlı, kimisi kararsızdır. Eskiden bilgisayarlar oda kadardı, sonra giderek küçüldüler. Şimdi neredeyse cebimize giriyorlar, inanabiliyor musunuz? İlk bilgisayarlar tamı tamına 7.43 metrekarelik bir odayı doldurabiliyorken, şimdi günde 1.5 milyon tweet atabilen 2010 model bir blackberry saniyede kaç istatistik konusu olabiliyor? Mikrodalga fırını Uygurlar, hazır çorbayı Sümerliler bulmuştur.” gibi karmakarışık bilgilerden derlenmiş, sonunda izleyicilere muzlu istatistik pastası dilimi ikram edilen bir konuşmadan çok daha fazlasını beklediğimi söylemem gerek. Konuşma gerçekleşmeden önce Twitter'dan gördüğüm kadarıyla, profesyonel bir ekiple üzerinde epey çalışıldığını da biliyorum. Ya ben yüksek beklentiler içerisindeymişim, ya da salonun seviyesi gerçekten düşükmüş, öngörüp önlem almak durumunda kalmışlar, ne diyeyim.

Sonra bir de şu "vallahi hazırlanmadan geldim" övünmesi dikkatimi çekti genel olarak: Neredeyse bütün konuşmacılarda, konusu her ne ise, tüm tarihsel gelişimini cahil cesaretiyle özetlemeye kalkıp, “zaman yetmedi örtmenim yaa, daha neler neler anlatacaktım” isyanı vardı. Bir kere daha anladım; yenilen pehlivan hakikaten de güreşe doymuyor. Tüm sınav boyu kalem kıpırdatmayan çocuğun son zil çalıp kağıt teslim zamanı gelince, yazmalara doyamaması gibi. Eh, böylelerine çeyrek yüzyıl versen, 24. yılda anca ateşin keşfinde odunun sürtünmesi aşamasına gelecek, ben sana niye çeyrek dakika bile harcayayım ki arkadaş? “Zaman, hız zamanı” diyorsun, tastamam yeterli olacak 20 dakikada insanlarda fikir oluşturmayı başaracak iki çift laf edemiyorsun. Üstelik sanki bu konferansa davet ederken süreyi gizlemişler konuşmacılardan, “kimbilir belki de dört, beş saat konuşacaksınız” demişler, bunlar da ona göre hazırlanmış da, tam sahneye çıkarken “20 dakikan var ha!” diye son dakika golü atmışlar gibi. “NEEEE YİRMİ DAKKA MIIII?” şaşkınlığı/telaşı okunuyor yüzlerden. Yapmacık da değil, hakikaten şaşkın bir de, yeterince ümit ederse sürenin uzayacağını falan düşünmüş herhalde. Evde provanı yapsan, ne diyeceğini bilsen, bu ilkel çalakalemliği ya da çok çalıştığın halde "ayy hiç hazırlanmadan geldim, bir şeyler anlatacağım artık"çılığı bir yana koysan ya? Yok, olmayacaksan, herkes senin kahve sohbetini izlemeye geldi sanıyorsan, o zaman neren konferans, neren ilham verici, neren?

Gelişmemiş ülkelerde, "önceki bölümün özeti" zihniyeti, o vasat görüp bir de lütfedip onun seviyesine eğilme sözde yüceliği var ya, işte o ülkenin çıtasını yerde sürünme seviyesine getiriyor. Yakında siperde ilerleyen asker gibi, karın üstü ilerleyeceğiz.