29 Ocak 2011 Cumartesi

Karı delse de, hayatın gerçeklerini delemez (gibi geliyor bana).

Peşin anlaşalım: Şurada bana "amaniyeöylediyosun" savunmalarıyla gelecek insanın en iyi ihtimalle kalbini kırar, alnını karışlarım. Unutmayalım: Dünya barışı ve sosyal adalet için hepimiz eşit hareketsizlikte duruyoruz, yani boşa kostaklanma, kostak değilsin karam. Bu işin fişi-faturası yok nihayetinde, hepinizden bir satır da olsa fazlasını yapmış olsam bile kanıtlayamam. Ama eksiğini yapmadım, biliyorum. Facebook'tan veya forward maille yazarların basbayat makalelerini copy paste edip ucuz mesaj satmam, "bu gece de bir lösemi hastası küçük kıza bağış topluyoruz" diye goygoy etmem, bilmediğimi biliyormuş gibi yapmam, yutamayacağım lokmayı çatalıma almam, zortlatma usulü kaşını gözünü yararak bir şeyi benden az bildiğini hissetsem bile karşımdakine öğretmeye çalışmam. O yüzden, yaptığımla değil belki ama yapmadığımla hepinizden büyük iyiliğim dokundu bu bilgi kirliliği açısından.

Keza, yanlış anlaşılma olmasın, fakire-fukaraya, garibana, zor durumdakine, eziyet görene, tutunacak dalı olmayana yapılan yardıma tam destekçiyim. "Balık verme, balık tutmayı öğret" desen, peki canım. "Balık ver", ona da peki canım. Gönlüm geniştir. Ya da biraz daha sonradan görme iyi insan ağzıyla söylersek: Kocaman bir kalbim var benim. İçinde (beni öfkeden deliye döndürmediği sürece) herkese yer var. O yüzden, Kardelen projesine dair söyleyeceklerim kötü kalplilikten, kötü kadın Müzeyyenlikten, Marie Antoinettelikten falan kaynaklanmıyor.

Bu Kardelen projesi bana, zenginin balık tutmayı öğretmedeki ısrarı gibi geliyor. Başka türlü karın doyurma yöntemi yokmuş gibi. Hani çeşitli derneklerde kadınlar toplanıp Kelebek ekini gazeteden ayırana kadar manşetten okuduklarıyla ülkeyi ve dünyayı kurtarma çabasına girişirler ya.. Peki her girişim makbul müdür? Başlamak bir işin yarısıysa, girişen illa ki işi tamamlayacak diye ona saygı mı duymalı? Akıbetine bakmadan peşinen duyulmaz bana kalırsa. Sırf girişti diye, o işin sonu hayırlı olacak diye bir kaide yok. Başladığını bitirecek de, bakalım bitirdiğinde bir takım komplikasyonlar doğacak mı? Komplikasyonlar işin faydasından daha ağır basacak ve faydayı verdiği zararın yanında solda sıfır kalacak bir durumda bırakacak mı (gavurun outweigh dediği)? Bana kalırsa bırakıyor. Kardelen gibi bir projenin azıcık insani hata payıyla birleşince şehre şarkıcı olmaya giden köylü güzelinin geleneksel ve şehirli değer yargıları arasında kalması (ki buna "Türkiye'de Almancı, Almanya'da yabancı sendromu" da diyebiliriz) hikayesine dönüşmemesi imkansız. Genç kızların, kız çocuklarının ayrımcılığa uğramadan okuyabilmesinin değeri çok büyük, evet, de "okumak istemeyeninin durumu" ve "okuyup, köyüne sıkışıp kalan kızın çilesi" gibi istisna alt başlıklar da açmalı bana kalırsa.

Kardelen'de okumanın, herkes için okumanın ülküleştirilmesi, bir tür modernlik unsuru gibi görülmesi meselesi, yine bir fetiş konusu haline getirilmesi var. Kimse cahil kalmasın ısrarı. Cahillik değil de, insan tarlada çalışırken de mutlu olabilir, bunu düşünmeye zahmet etsek ya. Dedesi yaşında adamlara satılması, eve kapatlması, para birimi veya taşınabilir bir mal gibi oradan oraya savrulması haricinde, bu ekstrem durumları çıkarıp atarsak geriye hiç insan kalmaz mı, doğuda ve tarlada kaldığından memnun olabilecek? Herkesin hayat amacı çalışıp en sonunda öğretmen olarak kapağı büyük şehre atmak mıdır? Kendi şehirli standartlarını aşırı önemseme var sanki bu durumda, "ben böyle yaşıyorum, kimbilir o ne çok özeniyor bana, en iyisi onu da benim şehrimde gecekonduda varoş olmaktan alıkoyacak şekilde eğiteyim. Falan ilkokulunda Türkçe öğretmeni olsun ve kocasıyla beraber bir ömür araba taksiti ve hiç alamayacağı yazlık hayali biriktirsin". İmkanı tanıyanlar açısından neredeyse tehlikeli bir kendi statüsünü ciddiye alma var. Kimse doğuda, tarlada mutlu olmayacaksa bütün şehirleri büyükşehirleştirip gökdelenleyeceğiz, herkesi taksite borca sokacağız, herkesi yönetici asistanı, herkes ürün sorumlusu, pazarlama şefi ve kimbilir neler yapacağız. Gelişmişlik bu mudur? Tarımı, köy hayatını evrimin aşılması gereken bir halkası olarak görüyor bu düşünce. Sonra gidip Fransa'nın köyünde villa alıyor, kendi şarabının üzümünü orada yetiştiriyor. Ağbiyciğim, Türkiye'de olunca "kızlar tarlada okuyamıyor" diyorsun, orada üzüm toplayan kızlar Sorbon'dan mı mezun oluyorlar çok afedersün? Demek ki ülke ne kadar gelişmiş, Avrupa Birliği tescilli olursa olsun tarımla ilgilenen, köyde yaşayan kısmı var. Ve o kısmı "ölümü gör Paris'te oku ve hak ettiğin şekilde bilimkadını ol" diye kolundan tutup çekiştirmiyorlar.

Okumak isteyeni, tekrar söylüyorum, "NIHAHAHA, SEN ORDA DUR, OKUYAMA E Mİ" diye eli böğründe bırakmaya elbette karşıyım. Okutalım; kızları da, oğlan çocuklarını da, belli yaşa kadar koşulsuz şartsız okutalım. Sonrası için de, yola devam etmek isteyen, hevesi olanı okusun, okuyamayanına yardım etmek isteyeni etsin. Kimse o fırsattan geri kalmasın. Ama okutup, önünde ciğeri sallayıp sallayıp, gözünü açıp ondan sonra aynı az gelişmiş/fakir/gariban ailenin içine bırakacaksın, bir de işin o yönü var. Ailesini de kızla beraber okutup eğitmiyorsun. Kızı büyükşehirle, büyükdünyalarla, büyükhedeflerle senli benli ediyorsun da, sonra o kız kendi ailesinde kendini nasıl tanımlıyor, onun da eğitimini veriyor musun? O kız "ben müşteri temsilcisi olmaya karar verdim" dediğinde ailesi ne anlıyor, o kız şehirli kız standartlarıyla köye mentollü nefes esintisi getirdiğinde, tüm bu tantana geçtikten sonra o kızın çeşme başında kısmet bekleyenlerce nasıl algılandığını biliyor musun? Bilemezsin. Bilemeyiz. Gerçeklikle hayalin arasında sıkışıyor; bir yandan canını dişine takıp öğrendiği İngilizcesiyle, şivesini kırdığı için gurur duyduğu Türkçesiyle kendini nasıl görüyor, öte yandan bunca eğitimin üstüne belki yine sevmediğiyle zorla evlendiriliyor, görümcegillerle bol çekyatlı bir evde yaşanan bir hayata doğru pupa yelken seyrediyor. O zaman o kızın hayalleri köylü kızı ölçeğinde değil, öykündüğü şehirli ölçeğinde paramparça oluyor. Veya okuyor, büyük adam oluyor diyelim. Devletin yetiştirdiği dahilerden oluyor, bu sefer içinden çıktığı kabuğu beğenmiyor civciv, iyi mi? Fazıl Say gibi terörize etmeye başlıyor etrafları, "herkes düzene girsin, çabuk, ben 3'e kadar sayana kadar hemen modern ve çağdaş ve çapçağdaş olun, tırnak kontrolü yapıcam" diyor.

İsveç'e gelmeden önce bir gün vapurla karşıya geçiyordum. Pencerenin yanı koltuklardan birinde üniversitede alttan aldığım ders esnasında dikkatimi çeken, benden yaşça ufak bir kızın oturduğunu farkettim. Çalışkan, hocanın kürsüsünün tam önünde oturup cılız sesiyle sorulara cevap veren, utangaç bir kızdı. Yanına gidip oturdum, kendimi (biraz saçmasapan bir şekilde - "merhaba, ben seni tanıyorum. Sizin sınıfta ticaret hukuku dersi alıyordum. Sen hep en önde oturuyordun değil mi, şimdi görünce tanıdım" diyerek) tanıtıp, halini hatrını sordum. Ortak tanıdıklar ekseninde bir süre sohbetleştikten sonra kız okuldan dereceyle mezun olduğunu Marmara'da yüksek lisansın ardından doktoraya başladığını anlattı. Böyle haftanın birkaç günü gidip derslere giriyordu, hevesle okuyordu. Benim durumumu sordu. Avukatlıktan haz etmediğimi, İsveç'e master'a gitme ihtimalim olduğunu, biraz buna morallendiğimi, çünkü avukatlık yapan tüm arkadaşlarımın mesleğin angaryalarından nefret ettiğinden ve staj esnasında gözlemlediklerim yüzünden ben de bu işten soğuduğum için bu master hayalime tutunduğumu söyledim. Kız da bir dönem yurtdışına heveslenmişti; başarılarından dolayı okul onu resmi olarak aday göstermişti hatta devletten burslu şekilde Almanya'da master yapma fırsatı tanınmıştı. Gözlerim açıldı, "gidecek misin, neden gitmiyorsun" diyecek oldum. Yine kürsü önünde otururken, hocanın sınıfın en arkasında duvara dayalı şekilde duran hayali bir öğrenciye yönelttiği sorulara cevap verdiği cılız sesiyle "nasıl gideyim" deyiverdi. O an, işte öyle anlarda, çok iyi bilirim yediğim haltı ve bir saniye içinde her bölgem eşit biçimde kızarır. "Yedi kardeşim var, zaten tek ben okuyabildim. Babam kapıcı benim. Ailem hukuk okuyup bitirince neden avukat olmadığımı bile anlayamadı. Yüksek lisansı, doktorayı bile onlara "bitirince hoca olacağım" diye açıkladım. Şimdi yurtdışına gideceğimi nasıl açıklarım?" diye sordu. Zaten Almancası veya İngilizcesi yoktu, hoca olup ailesine bakması için işleyen bir saate karşı yarışıyordu, ne için, ne cesaretle kalkıp Almanya'ya gidecekti ki? Heves ayrı, ama hevesin dışında yurtdışına gönderebilecek güç ne olabilirdi? Bombok oldum, bir cevap vermek istedim. Elimdeymiş, sanki bir şeyler yapabilirmişim gibi çantamı karıştırarak kağıt kalem aranmaya başladım. British Council'in, Goethe'nin başındakilerle, hocalarıyla bağlantıya geçse, burslarını gösterse belki bedava dil eğitimi alabilirdi, yurtdışına giderse belki hayatı bambaşka bir şekle girebilirdi, belki dönüşte daha iyi bir yerde hoca olabilirdi. Böyle konuşurken vapurdan inmiş, tünele binmiş, Asmalımescit'ten İstiklal'e dökülmüştük bile. Ben gitmem gereken Baro'nun önünden çoktan geçmiş, konuştuklarımızın temposuna uyarak hızlı hızlı onla beraber meydana varmıştım. Yine de duruma bir çözüm bulamamıştım. Telefonumu, e-mailimi ve bazı web sitelerini yazdığım kağıdı uzattım, bir süre birbirimize sarılı vaziyette kaldık. Sonra hiç aramadı, ne de mail yazdı. Doktorası bitti, belki şimdi asistan oldu bile. Babasının büyük gururu oldu, şüphesiz, ama yapabilecekleri ve ona sunulan hayaller gerçekler kapısından geçmedi, tam eşikte sıkışıp kaldı mı, kaldı. O kız bir ömür o kaçan imkanlar için üzülecek mi, üzülecek. O zaman soruyorum: Gözünü açmak mı kolaydır, bir kere açıp da gördükten sonra, tüm gördüklerine kapamak mı?

27 Ocak 2011 Perşembe

Faber Castell sponsorluğunda kanaatkâr bir çocukluk


(Fotoşun kimi-kimsesi: http://merde-.tumblr.com/post/3011323970/by-lose-your-arms-and-lose-your-legs)
"Nasıl da güzel yıllardı ama" deyince, geçmişe övgü düzmek için bir sürü vesile sayılıp dökülür hani; falancayı dinledik, şunu izledik, şuralara gittik... Dönemin modasını, gündemini yansıtan ne varsa; şarkı, eşya, reklam jingle'ı, marka, bir bir sandıktan çıkar. Aslında hiçbiri değil, düşününce, o büyünün sebebi hiçbiri değil. Biraz eşeleyince kimisi "o masumiyet, yarı-garibanlık" demeyi akıl eder de.. O da değil. Tam olarak değil. Formülde açık edilmeyen bir yoksunluk, dahası kanaatkârlık var. Yoksunluk derken, yoksunluk meselesinin çok da üstüne varmak istemiyorum. Gerçi acıyı bal eylemişlikten söz edebiliriz belli ölçüde. Yoksulluktan kaynaklanan, az gelişmişlikten kaynaklanan bir yoksunluğu sayabiliriz. Literatürde de sayıyorlar nitekim.

Bayatlamış bir ifadeyle söylersek: Geçmişi güzelleştiren, sepya tonlarda önümüze seren bugünden bakıyor olmamız olabilir. Geçmiş bugünken, bir albenisi yoktu. Geride kalmış olmasının verdiği "sözümün geçmediği o günler artık bana zarar veremez" sevinci ağır basıyor, kimbilir. Sonra, azla yetinmişliğin (az derken, illa ki fakir edebiyatından bahsetmiyorum elbette. Boy bakımından kısa, seçimler kısıtlı, özgürlük keza. O tür bir bodurluk hali) verdiği küçük ölçek, karmaşasız bir hayat değişmeksizin durur geçmişte. Çocuk menüsü yani, küçük kola-hamburger-patates. Şimdi önünde beş çatallı, onbeş bıçaklı, dore alt tabaklı, binbir kadehli bir sofra var, aklı karışıyor insanın. Gün içinde karşına çıkan pek çok örtülü, gizli mesajı zaten anlayamıyorsun, çözemiyorsun. Örtüsüz olanlar da aklına girmek, kendini satmak için fosforlu renklerde bastırıyor. Yoruluyorsun, aklın yoruluyor. Bunca çok kelime görmek, ses duymak, görüntü, video, her şeyi izlemek.. Tabii ki aklın tutulur, dilin tutulur, elin tutulur. O zaman geçmişteki az bilip, az konuştuğun günler tabii ki sana yeterli ve yerli yerinde gelir. Her şeyin yerini biliyorsun o günlerde. Şimdi öyle bir şansın yok ki.

Üniversiteye başladığım sene, biraz da ergenlikten çıkış buhranından mıdır nedir, "İzlanda/Alaska'da yaşasaydım, ne güzel olurdu" romantizmine sardırmıştım. Evet, iç sıkışmama derman aradığım bu hayalde açıkça görülüyor. Uçsuz bucaksızlık boyu bembeyazı seyretmenin bir tür sakinleştirici etkisi olacağını tahmin ediyordum. Bir de soğuk havanın insanda üzülecek-süzülecek derman bırakmayacağını umuyordum. Nitekim sonraki yıllarda soğuk yerlerde bulundum, hala bulunuyorum, (korkma vatandaş!) üzülmenin yolu her türlü bulunuyor. Dur, konu kaynamasın, hemen asıl fikre döneyim. Hayalim kabataslak şöyleydi: Ahşap, iki katlı, her nasıl oluysa fevkalade füturistik dizaynlı, dağlara doğru yere kadar camları olan şunun gibi bir evde, kapıma kadar gelen dergiler ve kitaplar sayesinde kültürümden geri de kalmayacak, yazdıkça yazacak, içimdeki yaratıcı güce odaklanacaktım. Televizyondan sadece seçme filmler seyretmek için yararlanacaktım, gündemi de dergi ve gazetelerden takip ettiğimce bilecektim. Çocuğum olsa (ki bu hayal tek kişilikti, beyim neredeydi belli değil), ona seçilmiş şeyler izleterek büyütecektim. Beğendiğim programların gerekirse televizyon kanallarıyla bizzat kontağa geçerek kasetlerini bulacak, çocuğum farkedene kadar onları gerçek televizyon yayın akışı gibi ona izletecek, hepir hüpürle ahlakının ve zihinsel gelişiminin bozulmasını engelleyecektim. Belli yaşa kadar okumayı, yazmayı da bilmeyeceğinden, nelerden geri kaldığını da bilmeyecekti. Bilmediği bir şeye de özenmeyecekti. Özenmedikçe efendi, uslu bir çocuk olacaktı. Büyüyünce de zaten merak salmazdı, alışmadığı için gerçek popüler kültür nasılsa kıçında durmayacaktı.

Öyle plan olur mu? Olmaz. Böyle planın işlemesi mümkün değil. Benim yönlendirme dediğime birileri çıkıp, "sen de evladına RTÜK, YÖK'lük etmiş olmayacak mıydın bunları yaparak?" dese, boynumu bükerim, "haklısınız" derim. Başkalarının çocuk yetiştirme yöntemlerine giydirdiğim binbeşyüz yazıma dönüp baksam ve azıcık empati yapsam görürüm ki, hepsi kendine göre haklı. (Ama bu "kendine göre haklı" kartı, Elmira ülkesinde her durumda geçer mi, sanmam.) Eh, evlat annesini seçemiyor, anne de evladını bir noktaya kadar seçebiliyor, değer yargılarıyla şekillendirip yetiştirebiliyor. Bir noktadan sonra o evladın kendi kendini, vicdanını, kişiliğini yetiştirmesi lazım.

Bu "Bebeğim ve ben" dergisi makalesine de nereden geldik? Şuradan gelmiştik; bana kalırsa çocukluğun güzelliği saflığından değil, kuşatılmışlığından, kısıtlanmışlığından gelir. O zaman vurun abalıya! Evlada yapılan her baskı makbul! Şaka be şaka. Hepsi değil, bir kısmı. İleride nostalji yapma yeteneğini koruyabimesi için en azından. İnsanoğlu nankör işte, dünyaları versen galaksiyi istiyor. Ondan, o sınırı iyi çizmek lazım.

Aklıma birden üşüştü anılar, konudan konuya atlıyorum. Dün bir arkadaşla çocuk dergisi okuduğumuz, ansiklopedilere baktığımız dönemlerden bahsediyorduk da, annemle ilgili bir detayı hatırladım: Annem okumam için sadece Doğan Kardeş alıyordu, yanında oyuncak hediyesi olan Milliyet Kardeş/Çocuk türü dergileri almama izin yoktu. Kalemim kırılınca mesela, evin karşısıdaki kırtasiyeye giderdik beraber. Hiç oyalanmadan Faber Castell'in en sade (kırmızı-mavi ve yeşil düz renklerinde, arkası siyah) kurşun kalemlerinden alıp, eve geri dönerdik. Halbuki ben içten içe kokulu kalem isterdim, kokulu silgi isterdim, isterdim oğlu isterdim. Çeşitsiz mahalle kırtasiyesindense, okulun caddeye dökülen köşesindeki havalı Can Kırtasiye'den ithal, simli kalemler almak isterdim mesela. Etiket defterleri, uçlu kalemler, boya kalemleri, mataralar, kalem kutuları... Ama senenin başında bana ne alınmışsa (süslü olsun, süssüz olsun), onunla idare etmek zorundaydım. Annem kötü biri olduğundan değil, paramız olmadığından da değil, herhangi bir kötü niyetle değil. Nereden akıl ettiyse, başka şeyler konusunda kesenin ağzını cömertçe açtığı halde, bu konuda mümkün olduğunca sade şeylerle yetinmemi istiyordu. Küçükken nefret ettiğim bu duruma şu an bakınca zevkleniyorum; çünkü çocuk hevesimi kırarak, kolumu burarak, dudak ısırarak yapmadı bunları. Bir şekilde ikna ederek yaptı. Ondan, hoşnutum. "Çocuğun insiyatifine bırakmak" adı altında eşeğin şeyine su kaçıranlara inat, annemin bu zihniyetini ayakta alkışlıyorum.

İşte, bu tip kanaatkar bir çocukluktan çıkınca insan biraz özlüyor o paran olsa bile her şeyin az olduğu, sevinci seyrelterek çoğalttığın günleri. Kendini de seyrelterek çoğaltıyorsun hem büyürken. Katı yumurtadan kayısıya, ordan rafadana. "Yapmam"ların "belki yaparım", "yaparım" ve hatta "sürekli yaparım"a dönüşüyor. Hiç okumam, hiç sevmem, önünden geçmem dediğin şeyleri teker teker tecrübe ediyorsun, törpüleniyorsun. Daha fazla insan oluyorsun, ama daha az düşünüyorsun bu işleri. Ya da düşünsen de, düşündüğün kadar konuşmuyorsun mesela. Öyle bir fark oluyor.

24 Ocak 2011 Pazartesi


Öyle, bir fotoğraf koyayım. Yatak odası penceresinden görünenlerin bir (sol) kısmı.

18 Ocak 2011 Salı

Anlat anlat, heyecanlı oluyor.

Günü tersinden yaşamak çok canımı sıkıyor sevgili conconlar. Amerikan saatine göre uyandığımda Türkiye'de öğle vakti geçmiş, gün yarılanmış oluyor. Bilhassa kahvaltıdan sonraki zamanlar, laklakla iştigal ettiğim zamanlardır halbuki. Şimdi o vakitler arkadaşlarım nette "haydi, akşam oldu neredeyse, son düzlüğü de koşup eve kaçayım" telaşında oluyorlar. Ben taptazeyken onlar tükenmiş, bitmiş. Sonra asıl verimli, düşünceler alemine dalıp bir şeyler yazmaya veya okumaya başladığım sıralarda da onların eve gitme vakti geliyor. Nette yalnız kalıyorum. Tek çocuk olarak, konuşmasam da etrafımda/nette birileri durunca o bana arka plandaki kütüphane gürültüsü gibi huzur veriyordu halbuki. Varlığı huzur veriyordu insanların. Neden? Çünkü tek çocuklu evde eğlence bitince, tümden biter. Başka şansı kalmaz eğlencenin, ışık söndü mü söner. Halbuki ananemin evinde ışık hiç sönmez, sohbet hiç bitmezdi. Veya teyzelerimin. O evlerde huzurla uyurdum, ağız dolusu gülerdim veya korkmazdım evdeki gibi, ışık en ummadığım anda kapanacak diye. Herkesin netten gitmesi de ışığı sönen eve benzer bir huzursuzluk veriyor. Bu sefer çalışmaya gönlü olmadığı için parkede yürüyen karıncanın sesini bile duyan çocuk oluyorum. Hop kalkıyorum, bir çiş yapıyorum, geri geliyorum, "dur su içeyim" diyorum, bir daha kalkıyorum, su içerken bir avuç cips yiyorum, geri geliyorum, "biraz televizyona mı bakayım" diyorum, televizyona bakıyorum, yüzlerce kanalın içinde izleyecek bir şey bulamayıp iyice daralıyorum. Yapmam gereken bir sürü iş var, mail box'ımda düzenlemem gereken 16 tane mail vardı örneğin bugün, ama hiçbir şeye odaklanamıyorum. Biyolojik ve psikolojik saatim gün bitmiş gibi davranıyor; halbuki dışarıda hava güzel güzel, güneş falan parıldıyor. İnsanlar işlerine güçlerine gidiyorlar, veyahut kellebazlığa. Üniversiteli çok genç var da burada. Geçen gün farkettim; bir tek küçük çocuk bile görmedim etrafta. "Amerika'nın Eskişehir'i" diye bir isim takmıştım, yine haklı çıktım diye üzülüyorum. Her neyse, ters yöne yürüyen, kah işe, kah kellebazlığa giden insanlardan bahsediyorduk, onlara bakıyorum. Her şeye baktığım yetmiyormuş gibi. Yapılacak işlerin yığılmasından bağımsız şekilde, boş zamanın yeri bir türlü dolmuyor. Gün bitmeden gündem yenilenmeyecek ve yenilendiğinde ben zaten orada olmayacağım. Boşa yaşıyormuş, sanki bir kafesin arkasından bir şeyleri seyrediyormuşcasına, kendi hayatımın kontrolü bile bende değilmişcesine bir his. Veyahut bundan daha az dramatiği ve farkında değilim.

Evet,

Şimdi başka bir konuyla, pek becerikli olmadığım bir konuyla devam edelim.

Ben bir buçuk sene önce bir öykü yazdım, ananem vefat ettiğinde de bu bloga koydum. Şimdi yerini bulmak, görüp üzülmek istemem. Ondan, takdiri siz Türk halkına bırakırım. Bu öyküyü ananem eline alıp okusun ve hasta yatağında bile olsa sevinsin diye yazmıştım. Farklı öykülerin toplandığı bir kitapta yer alacaktı, kitabın konusu da 80'lerde çocuk olmak idi. Hala da öyle. Hatta ve hatta ismi de "80'lerde çocuk olmak" şeklinde, bence biraz inceliksiz. (Bu noktada kitabın editörü ve aynı zamanda yazarı olan Kadir'den bir itiraz var: Kitabım isminin konusuyla aynı olduğuna dair dediğim "inceliksiz"i, kitabın tümüne, editöryal veya içeriksel bir eleştiri gibi okuduğunu söyledi. Hemmen düzelteyim; kitabın isminin hiçbir gönderme veya referansı kullanmadan, eğilip bükülmeden, yansıtmadan, doğrudan kendini açıklamasına, bu direktliğeydi sözüm. Kitabın kendisiyle ilgili hiçbir problemim yok, olamaz da. İlk kez bir öykümü basılı gördüm, o bakımdan benim de evladım sayılır.) İçinde çocukluğunu 80'lerde yaşamış olanların hatırladığı enstantaneler var; herkes kendinde iz bırakmış bir nesneyi, durumu anlatıyor. Tabii tahmin edileceği üzre bol bol "biz Turbo sakız çiğnerdik, leblebi tozu yalardık" edebiyatı da var. Her neyse, benim seçtiğim şey de ananemin evi idi. Diğerleriyle beraber benimkini de basılı formatta okumak isterseniz hepinizi almaya teşvik ederim. Kitap bu ay 3. baskısını yapıyor. Sadece bir buçuk ay içerisinde bu kadar baskı yapmış olması çok güzel bir şey elbette, umuyorum daha bile başarılı olur. Yazarlarına (bana da) uğur getirir. İşte, bu durumu reklam olarak yazamadım ben bir türlü bloguma, nedense yudum yudum içip sindirmiştim kitabı çıkasıya. O yüzden anca şimdi yazıp, haber verebiliyorum. (Twitter hariç, oradakiler yine az reklamlı bir tweet ile önceden öğrenmiş oldular, hatta belki gizli reklam politikamdan dolayı adamakıllı öğrenemediler bile.)

http://www.cumhuriyet.com.tr/?hn=186396 Buradan kitabın Cumhuriyet Portal'daki tanıtımını okuyabilirsiniz. Televizyon ve gazete röportajıydı, review'du bol bol yer aldı son bir ay içerisinde basında, azıcık araştırırsanız neler neler bulursunuz. D&R'da bestsellerlığa bile yükselmiş. Ama, işte, diyorum ya, ben biraz şey olduğumdan "koş vatandaş, bak vatandaş, bende ne numaralar var vatandaş" yapamadım. Benim için daha ziyade bir gönül borcuydu. Hatta şu an bir tür cinnete pes etmiş, ellerimi yukarı kaldırmış halde olmasaydım daha da reklamını yapamazdım. (Bir de 3. baskı işi hafiften gurur verdi, ondan söylemek istedim belki de.)

Bu vesileyle anayım, yarın ananemin de birinci ölüm yıldönümü. Bu ara blog Karacaahmet'e döndü, kusura bakmazsınız artık. Kusura bamya.

16 Ocak 2011 Pazar

"I will survive" sendromu

Arkadaki ayık arkadaşım kötü dansetmemi önleyemiyor ama bel açılınca görünen tangamı haber veriyor. Kimbilir kaç saat sonra da taksiden indirip en azından kaldırıma kusmama yardım edecek. Sağ olsun.

Gece hayatına atıldım atılalı en tanıdık manzara, toksik bir bileşim: (1) Kötü bir DJ'in kalabalığa karşı en garantili coşkuyu sağlamak için bilindik hitleri dayaması ve (2) içkinin mayhoşluğuna kaptırıp kötü dans figürleri sergileyen tüm kadınların (hele ki geçkinleri, hele ki hafiften kıç çaplarını genişleteni, her Pazartesi diyete başlayıp öğleni görmeden çekmeceden çıkardığı çikolata kaplı kepek bisküvilerini lüpleteni) "I will survive" çalınca bir kat daha kendilerinden geçerek, kendini yırtarcasına şarkıya eşlik etmesi. Hemen bazı izleyiciler için ekran ayarlarını düzeltelim; kadını kadına kadınca bir şirretlikle şikayetlemiyoruz burda. Maksat, bir taş atalım kuyuya, bakalım ne ses gelecek.

Polyester/jarse bluzlarının terden koyulaşmış koltukaltı kısımlarını göstere göstere, başını yukarı kaldırarak isyankar bir duruşla ve bunca mağruriyetle taban tabana zıt, rimeli akmış, tükenmiş makyajınla şarkıya eşlik etmenin manasını nedir? Ne bu şiddet, bu celal? Anlıyorum; herkesin geçmişinde gönül bilgisayarında mavi ekran çıkartmış bir aşk var, ama bunun ifşası niye? Bir de vitrine koyuyorsun çürük domatesleri, bu halde dükkan kâr eder mi sanıyorsun? Neyin hırsındasın sonra? Giden gitmiş, bir süre geçmiş, gelmiş kapına işte (and so you're back/from outer space/I just walked in to find you here/with that sad look upon your face). Zafer sarhoşluğundasın, tamam; başarının şerefine, kanında pompalanan sevinç-övünç hormonlarına uy, dağıt efendice, keyfine bak. Üstü tozlanmış, ucu sararmış acınla gövde gösterisi yapmak, HAHAYT diye rakibin boynu büküklüğünden güç toplamak neden? Sonra şarkının sözlerine kabaca göz atarsak, mağduriyete övgü var bu şarkıda. "Düştüm, kalktım-kalkacağım sen dur hele/Daha iyi günler de göreceğim elbet" var. Durumu daha vahimleştiriyor kelimeye dökmek. Tepine tepine yenilgiyi, terkedilmeyi bunca benimsemek, bir de acıdan ekmek çıkarmaya çalışmak. Daha beteri, çocukça kıskandırmanın derdine düşmüş bir de(and you see me/somebody new/I'm not that chained up little person/still in love with you), of ki ne of.  

Sen unutamamışsın, ben sana söyleyeyim. Bu kafayla da sonun iyi olmaz. Durup durup "ben şimdi napıyım? Mesaj atayım mı yani? Ne yazayım?" noktasına gelirsin tekrar tekrar. Bir şey değil, adamı dönüp döneceğine de pişman edeceksin. Bu kaçarsa ondan sonra yakaladığın ilk balıkla uğraş dur, evlenmesiydi şeyiydi. Ofisteki bütün kızlar evlendi, bir sen kaldın nasılsa. Aniden sümük gibi bir adamı razı edip, adam ayılmadan nikahı kıyıverirsin. Hoop, oldu bitti. Bir sene içinde bir de bebek. Sonra Sezen Aksu şarkıları mırıldanıp, elinde rakı kadehiyle hüzünlü bakışlar. "Nasıl düştüm bu kapana, neden evlendim NEDEN?!" diye kendini sorgulamalar. Hesabı başkasına kesmeler. Ben hatırlatayım işte, tren kaçmasın diye evlendin. Antreye portmanto alır gibi çocuk yaptın. Kendin başarısızlaştıkça çocuğuna yükledin tüm başarıları, o da çokbilmiş ama azokumuş ve azgelişmiş bir yaratığa dönüştü. Artık bir değil, en az üç başarısızlığın var; kendin, çocuğun, evliliğin. Kocanı saymıyorum, onun başarısızlığı kayınvalideye yazılıyor.

Gece gece asabımı bozuyorsun vallahi.

14 Ocak 2011 Cuma

Man is not a bird, but you are now, Trish.

Ananemin ölüm yıldönümüne çok az gün kalan şu günlerde, bir başka güzel insanın ölüm haberini almak çok üzücü. Keşke öyle bir yaşta olsaydık da, kendimi paralayacak kadar üzülmeye yüzüm olsaydı.

Broadcast'ten Trish Keenan bugün zatürre sebebiyle aramızdan ayrıldı. Çok bağlandığım, sevdiğim bir müziği yaptığı için kendisine minnet borçluyum. Buradan da sevgilerimi, saygılarımı gönderiyorum. Huzur içinde yatsın.

Şimdi Broadcast'ten en sevdiğim şarkıyı/şarkıları bulup çıkarmaya, liste yapmaya halim yok. Oturduğum yerden başka insanların oluşları, bitişleri, gidişlerini izlemek zaten yoruyor, bugün de günlük kotamı doldurdum. "Hüzünlü davullar" diye etiketlediğim bir şarkılarını koyacağım aşağıya, elim yettiğince.

2 Ocak 2011 Pazar

Yeni yıl(dım)

Hayatta en özendiğim insan modeli, kendi temposuna başkalarını ve dolayısıyla hayatı uyduranıdır. Öylesi geç yaşlanır, az yıpranır. Belki de hiç yıpranmaz, sürtünme yok ki. Sürtünme, sürtüşme, yanlış anladın payı, iletişim sapması yok. Kendi hızında, azar azar yudumluyor çayını, çorbasını. Bakalım sırada ne var, diyerek. Aslında o sırada sıradaki şeyler hızla yanından geçip gitmiş oluyor, ama ona ne gam! O istemedikçe, şeylerin sırası gelmez. Her şey onu bekler. Karar verdiğinde ve eyleme geçtiğindeyse solgun, modası geçmiş sözler, milyon yıl önce yapılması gereken işler canlanıverir. Onun dünyasının gerçekliği, alternatif evren gibi açılır bizim bildiğimiz gerçekliğin yanına. Neredeyse gözle görünür olur.

Özeniyorum, öyle bir insan olmayı istiyorum yer yer. Gözün görme açısı nedir? 180 diyelim, yuvarlak bir rakam olsun. 150 belki. (Şu an Google'layarak öğrendim ki "İnsanların görüş alanı, toplam 180°. Ancak, binokular görüş denilen iki gözün görüş alanlarının çakışmasıyla ortaya çıkan alan 120°. Köpeklerde ve kedilerde toplam görüş alanı 150°, binokular görüş alanı 85°. Gözleri, başın iki yanında bulunan hayvanlarda toplam görüş alanı artmasına karşın binokular görüş alanı azalıyor. Atlarda toplam görüş alanı 350°, binokular görüş alanı 65°, güvercinlerde toplamda görüş alanı 300°-340°, binokular görüş alanı 20°-30°. Belki de en şaşırtıcı olan, kafasını 200°çevirebilen baykuşların binokular görüş alanının az, 70° olması. Baykuşların toplamda görüş alanı 110°'dir.") Peki o halde, yalansız devam edeyim, 120 derece. 120 derecenin 120'sini de görmek şart mı? Bu insan 120'nin 20sini görüyor, o da bazen. Canı istediğinde. Kalan 100 derecede ne olup ne bitiriyor umru değil. 20 dereceyi görecek, 20 dereceyi yorumlayacak. Bir gün, canı istediğinde de 120 dereceye belki bakacak. At gözlüğü meselesi değil, "az görüyor çünkü sığ" meselesi değil. Sığ değil, sadece kendi temposunda yaşıyor. Canı istemediğinden, yoksa göremeyeceğinden değil.

Bir masaya oturtalım o insanı. Önüne yemeği geldi, karşısında bir başkası oturuyor. Masanın sol ve sağ tarafında ondan başka 10 kişi daha oturuyor. 10 kişinin 10'unda da ayrı hikaye var, o masada 10 dakikada 10.000 iniş çıkış yaşanıyor. Bizimki çatalını batırıyor etine, bıçağıyla kesiyor. Ağzına götürüyor. Çiğnemeye başlıyor. Karşısında oturanın tabağına bakıyor, o tavuk istemiş. "Acaba tavuğu güzel mi" diye düşünüyor. İçkisinden bir yudum alıyor. Dizinin üstündeki peçeteyi düzeltiyor. Öbür tarafa doğru bacak bacak üstüne atıyor. Tekrar peçeteyi düzeltiyor. Bir yudum su içiyor, bardağı yerine koyuyor. Biraz da etin yanındaki garnitürden tatmaya karar veriyor. Karşısındaki bir soru soruyor bu sırada, "efendim?" diye ilgisini garnitürlerin üstünden koparıp karşısındakine yapıştırıyor. "Efendim?" derken, her bir harf sıra sıra sırasını bekliyor. Hızlı "efendim?" değil bu. Karşısındaki sözünü tekrarlıyor, düşünerek cevabını veriyor bizimki. İlgisinin göstergesi olarak da, sorunun cevabına ilaven, tavuğu beğenip beğenmediğini soruyor. Beğenmiş. Acaba kendi yediği et mi daha güzel, yoksa karşısındakinin tavuğu mu? O an bizimki bunu düşünüyor. Etine yabancılaşıp bir parça daha kesiyor. Ağzına götürürken ilk parçaymışcasına, tadı konusunda meraklı. Güzel. Fena değil. Tavuktan iyidir. Biraz kuruca. Yine de kötü değil. Garnitüre yöneliyor yeniden. Haşlanmış kabak, karnıbahar, brokoli. Neredeyse çekirdek gibi çitlenecek dirilikte pirinçlerden bir pilav. Arada kahverengiden siyaha dönmüş arpa şehriye. Tek tük ama, yoğun değil. Tuza uzanıyor, tuzluğu yerinden alıyor. Önce elinde test ediyor, bir sallayışta ne kadar dökülüyor diye. Avucundakileri pilavına serpiştiriyor. Biraz da tuzluktan döküyor. O sırada yanındaki ani bir hareketle ve yanlışlıkla biri ayağına çarpıyor. Masanın örtüsünü kucağına doğru çekerek sanki göreceğini bilmiyormuş gibi ayağına bakıyor, öbür yöne doğru bacak bacak üstüne atıyor. Yanında oturan ve çarptığı için özür dileyen kişiye bakıyor. Gülümsüyor, sorun değil der gibi bir hareket yapıyor başıyla. Yanındaki kişi bir soru soruyor kulağına doğru eğilerek. Basit, cevabı açık, sadece dostluğu pekiştirmeyi amaçlayan bir soru bu. Yeni tanışanlara özgü "Siz ne iş yapıyorsunuz?" veya az tanışanlara has "Sizinle aynı liseden mezun çok yakın bir dostum vardı, ismi Falan. Tanıyor musunuz?" gibi bir soru. Nereye gittiği belli olmayacak, neredeyse ağızdan çıktığına çıktığı an pişman olacak, "yahu, benim bu sohbette işim ne" diye kendi kendine düşünecek bir soru. Soru değil, sonuna nokta konsa yeri. Bizimki soruyu soru olarak görüyor ama; altındaki sebebi, o sosyal mecburiyeti görmüyor. İletişmin illet-işime dönüştüğü anlar başlıyor böylece. Soranın sorduğuna pişman olacağı anlar. Çünkü bizimki ellerini masadan, çatal bıçağından tamamen çekip, uygun bir pozisyon alarak anlatmaya başlıyor. Ne iş yapıyor, birkaç saniye önce kimsenin umrunda değildi. Fakat o, tek seyircisi dahi olsa hayalinde kapalı gişe oynayan bir tiyatro oyununda başrol oyuncusu. İşini anlatıyor, fakülteyi bitirdiği seneki sıkıntıları, çalışmaya nerede başladığını, nereye gittiğini, o gidişatta neleri sezdiğini, neden yol değiştirdiğini veya yükseldiğini, kariyeri geliştikçe kendi kendine sorduğu soruları ve iç sesini nasıl dinlediğini... Karşısındaki ilk birkaç cümleyi dinliyor, sonra bizimkinin yüz hatlarını incelemeye başlıyor. Konuşma adabının gereğine göre yüzüne bakması icap ediyor nasılsa. Söylediklerinin içeriğini dinlemese de, bari bu durum bir işine yarasın. Böylece bizimkinin çenesi, dudakları, burnu, alnı, sol ve sağ gözü sırayla inceleniyor karşısındaki tarafından. Sonra elleri, arkasında oturanın yemeği, bir ilgi dağınıklığı anında kendi tabağı kaçamak şekilde süzülüyor. Sonra tekrardan bizimkine dönüyor bakışlar; ağzı, dudakları bir daha, bu sefer daha dikkatle inceleniyor. En sonunda pes edip dinlemeye çalışıyor yeniden bizimkini, samimi bir ilgiyle eğilmek istiyor söylediklerine. Ama yine yenik düşüyor konunun kişiselliğine, alsız pulsuz sunumuna. Doğal bir şekilde söz bölünüyor, aniden beliren garsonun omuzlarının üstünden uzanıp sorduğu "başka bir isteğiniz var mıydı?" sorusu üzerine. Herkes yine yemeğine dönüyor.

Tüm bunları yazmak on dakikamı aldı. Bizimki on dakikayı aynen böyle, bu hızda yaşadı. Halbuki başkaları, mesela benim gibiler o on dakikayı bir ömür gibi yaşadılar. Fazla belli etmeden laf sokuşup bir anda küsüveren çifti, garsonun mini etekli kızın başında uzun süre durduğunu, birinin sürekli tabağındakini çatalına alıp geri düşürdüğünü ve bu esnada gömleğine yemek yağı sıçrattığını, bir diğerinin telefonda kardeşiyle konuşurken sesini değiştirdiğini, çocuksulaştığını hep gördüler. Lafa girmeye çalışırken sesi duyulmadığından sözü eziliveren adamı, az şey bildiği halde çok konuşmak isteyen kadını, o kadının az şey bildiğini bildiği halde onu dinlemeyi çok seven bir diğerini, çocuğuyla ilgilenmediği için bir anlamda ortalığı çocuk gürültüsünden bir tüfekle tarayan anneyi ve sevimsiz çocuğunu, o sevimsiz çocuğa "allah bağışlasın, çok sevimliymiş, canım" diye el uzatanları, çocuğun taşkın ve ağzına büyük gelen laflarına koyu kahkahalarla gülen sevimsiz adamı, hepsini gördüler. Erkenden yemeğini bitirmiş, gözleri yarı kapalı oturanı, müziğe şarkının sözlerini bilmediği halde sadece sesli harflerini tahmin etmeye çalışarak eşlik edeni, hepsi, hepsi benim gibilerin hayatının o anını doldururlar. Tabağımdaki et hiç bitmez, soğumadan bitmez en azından. Bir şey ve her şey bir diğeriyle yarışır, öne geçer. Hepsini büyülenmiş gibi izlerim. Şaşarım. Etrafımdaki tüm bu cahilliğe, bilgeliğe, bilmişliğe, körlüğe, saçmalığa, duygusallığa ve kabalığa, sözde ve özde kibarlığa, insancıllığa, tuhaflığa, gerçekliğe. Her renge. Ne biçim bir şey yaşamak, diye düşünürüm. Yaşamanın hiçbir alternatifi yok, yaşarken. Sigarayı bırakmak gibi değil bu iş. "Bir de öylesini deneyelim" denecek iş değil. Sevgi dolmam, nefret dolmam, hüzün dolmam, teker teker hiçbir şey dolmam. Tümü benim içime dolar. Ne renge gireceğini bilemeyen bukalemun olurum. Yerimde duramam. Çeşitliliğin göz boyayıcılığında kendimi kaybederim. Sadece üç renge indirgemeye çalışırım durumu, kolay anlayayım diye. "İyi, kötü, çirkin" diye kategorize etmek isterim. Böylelikle hislerimin yuları elimde olacak, kime karşı ne hissedeceğimi bileceğim. Fakat bazısı olur, bir kare olur, tam bilemem hangi ismi vermeliyim. Emin olamam. O an kötü desem, sonraki an içim ısınır veya tam tersi. Böylece sofradan kalkılır, eve giderim. Masadaki diğer on insan da içimde benimle beraber gelmişlerdir. Beraberce yastığıma baş koyarız. Tüm gece rüyamda onları anlamak için çalışmaya devam ederim. Onları anlamam yücelikten değil, meraktan değil, bir reflekstir. Kendimin ne olmadığını anlamak için, içten gelen bir çabadır.

Yıllardan bir şey istemeyi, peçeteye istek parça yazmayı bırakalı çok oldu. Ortaokulda aynı Cosmopolitan Aralık sayısı özel yeni yıl dosyası düzeyinde listeler yaptığım olmuştu, ama o listeler de "kızım sana söylüyorum, gelinim sen duy" mesajlıdır bir yerde. Yazayım ki kendimi zapturapta alayım, gibi. Neyse, konumuz o değil de, bir imkanım olsaydı, bir hediye paketi içinde bana bir şey sunulacak ve bu şey bana bambaşka bir kişilik verecek olsaydı işte böyle bir adam olmak isterdim. Kendi hızında yaşayan adam. Saatte 10 kilometre.