30 Eylül 2008 Salı

Ağlama duvarı inside

Dünyada hiçbir şey yoktur ki beni, durumu kötü olan bir insan kadar utandırsın. Bu hissi YılmazErdoğanlaşmadan tarif etmem mümkün mü, bilmiyorum.
Marketteyim diyelim, tencere-tavaların yanında uyduruk iç çamaşırı ve kıyafetlerin olduğu seksiyonda, kocaman bir sepetin içinde sudan ucuza spor ayakkabılar satılıyor. Paketsiz, kutusuz. Her numara bir arada. Çiftlenmemiş bile. Plastikten öylece kalıba dökülmüş gibi, sanki dokunsan bağcıkların da kalıba dahil olduğunu fark edeceksin. Ben o reyonun önünden geçerken, babam yaşında bir adam, yırtık pırtık fakat kendince temiz kıyafetinin içinde, o ayakkabıhavuzunun başında kendine ayakkabı bakıyor diyelim. Bu görüntü, kafamda evrile çevrile binbir kere oynatılacak ve her oynatılmasında bana baştan ayağa aynı utancı yaşatacak bir görüntü. Hemen kendimden ve sahip olduklarımdan fütursuzca utandığım, onları iyi yönetemediğim için, daha iyisini yapamadığım için kendime uyuz olduğum anlardan bir tanesi. İşin en fena tarafı, karşımda duran ve bunca wild mood swinglerine yol açan şahsın, bunlardan bihaber kendi derdinde olması. Bonus utanç. Adam orada gocunmadan, gayet neredeyse neşe içinde aranıyor işte, onun için farketmiyor, SANA NE? Ama yok işte. Bilmeyenleriniz vardir; tek çocuk olunca böyle buluttan nem kapılınır, dünya kurtarılamıyor diye üzülünür. Her şey seninle ilgilidir çünkü.
Benzer bir utancı televizyonda gördüğüm bir olayla ilgili de yaşamıştım.
Bir dönem Filiz Akın'ın, sonra da hatırlamıyorum kimin sunduğu bir yarışma vardı. Aslında teknik anlamda kimse kimseyle yarışmıyordu. Her hafta durumu olmayan, fakirce bir kadının hikayesi ekrana geliyor, bu kadına gereken tüm plastik cerrahi operasyonları bedavadan yaptırılıyor, layposundan silikonuna, raynoplastiden gerdirmeye, makyajıdır, saçının boyasıdır her şeyiyle ilgileniliyordu. Sonra ablanın iyileşme sürecine tanıklık ediyorduk, bu sürede ailesinden hep uzakta oluyordu ki programın sonunda süprik olsun. Ailesinden bazen haftalarca ayrı kalan ablalar, bu sırada kaydedilen telefon görüşmeleri sayesinde çoluk-çocuklarından ve kocalarından haber alıyorlardı.
Bu ablalardan bir tanesini gecekondudan çekip çıkardılar. Tıpkı bir deney faresi gibi psikolojisini düşünmeksizin önlerine koyup, sağını, solunu, saçını, başını, gagavan burnunu, dökülmüş dişlerini, sarkmış gögüs ve kalçasını yaptırdılar. Ablanın konuşacak kıvama gelip de evi aradığı esnada ise kayıt cihazı devredeydi, konuşmayı dinledik.
Telefonu eşi açtı. Arkadan ailenin 3-5 çocuğunun boğuşarak, fakir çocuk oyunları oynama sesleri geliyordu. Bangır bangır bu ortama, adamın içli sesi de eklenirken evlerinin profili izleyicinin gözünde canlanıyordu. Şahsen ben o evin yama yama halısını, tek çekyattan ibaret salonunu görmüş kadar oluyordum. Kadın, gözyaşlarına boğulmuş vaziyette, büyük oğlunu telefona istedi. Oğlan, az evvelki oyununun bölünmesinden dolayı donuk bir sesle, çocuksu telaşı içinde "naber anne? napıyon?" deyip konuşma sırasını savdı bir kaç kez. Anne, "oğlum, nasılsın, iyi misin" artı bir milyon gözyaşı sayıklayadurdu. Konuşma bu durağanlıkta sürerken, oğlan günlük hayatından kesitlerle ("biz de maç yapıyoz, babam çağırdı geldim, sen nasılsın, ne zaman gelcen?") annesini aydınlatıyordu. Olsun, annesi yine de konuşabildiklerine mutluydu. Sonra oğlan durdu, "anne, markette sporayakkabı gördüm, alabilir miyim?" dedi. O an, tıpkı şu anda olduğum gibi yerin dibine girmek istedim. Anne, bizim için bir bardak su kadar somutlaşmış fakirliğinden refleks olarak utanıp, lafı geçiştirmeye çalıştı. "Bakarız oğlum, alırız, ederiz". Ama oğlan, muhatap bulmuşken izin koparmanın ve futbol maçına giyeceğini söylediği ayakkabıları almanın derdine düşmüştü bir kere. "Ha anne, alabilir miyim? 5 milyon."
Belki 2 milyondu. Epey düşük olduğunu, beni yerin dibine beş milyon kere soktuğunu çok net hatırlıyorum. O anne için 5 ya da 2 milyon belli ki çok önemli bir paraydı. O zaman da Adidas bir spor ayakkabı kafadan 125 milyon falandı diyeyim, siz oranlayın. Sonra anne konuşmanın bir yerinde yorgunluk ve mutsuzlukla karışık bir "tamam oğlum" çekti. Tam vurguyu yapamıyorum, çok isterdim halbuki. O paranın kıymetini tam da anlayamayan, marketteki çiftlenmeden satılan o bir kaç milyonluk ayakkabının sevincine kapılmış o çocuğa karşı teslim oluş, pes ediş. Hemen kendimi mahçup hissettim. Böyle anlarda olabildiğince basitleşir, "bi daha annemi hiç üzmiycem, bi daha hiç şımarıklık yapmıycam, bi daha hiç ihtiyacım olmayan şeye para vermiycem ve her dakika şükredicem" 5 yaş çıtasına kadar düşerim.
Kıssadan hisse: Çok şanslıyız, hayat ne güzel. ŞAKA ŞAKA. Kıssadan hisse şu: Bazen kendime illet oluyorum. Başkaları benden şanssız olduğu zaman, onları düzeltememek, kalbimi kırıyor. Sanki Sabancı'nın kızı mısın, senkendininesandın? Bir şey sanmadım ya, kendine kendime de üzülemez miyim? İzin mi alıcam?
Aynı programın bir başka bölümünde Kadıköy-Pendik minibüs hattında şoför olan arkadaşlarıyla Şöfor Nebahat takılan, Janset benzeri bir ablayı modifiye etmişlerdi. Onu da çok net hatırlıyorum. Bu Janset benzeri kızın minibüs şöforü bir platonik aşkı vardı. Aynı zamanda kızın abisinin arkadaşı da olan bu minibüsçü delikanlı, kızın erkeksi tavırlarını da bahane ederek aşktan kaçıyordu. Kız, programa sadece onu etkilemek amacıyla katıldığını söyleyip durdu, sonunda da süprikli aile buluşmasına bu delikanlı da çağırıldı. Tabii ki, Türk Örf ve Aile Yapısı sebebiyle, delikanlı tüm modifikasyona rağmen kızı istemedi ve bir araya gelemediler. Yine de aradan iki-üç sene geçtikten sonra, beynimin sütlaca bağladığı bir sınav çıkışı ben bu ablayı bir başka minibüsçünün muavin koltuğunda gördüm. Bir yandan "allahım, ben bu kızı tanıyorum, hayvan gibi eminim", diğer yandan "hangi sosyal ortamda kesişicez ki böylesiyle yahu" diyerek, kızı süzmelere doyamadığım onuncu dakikada farkettim ki Janset'e benzeyen ablanın tam arkasında oturuyorum. Programda özenle şekillendirilmiş saçları, lastik tokayla arkadan özensizce toplanmış, estetikli burnu belli ki ona çok da bir şey katmamıştı. Sadece o gece giyebildiği süslü kıyafeti olmadan, kız hala Şöfor Nebahat, hala erkeksiydi ama benim açımdan daha üzücü bir görüntüydü. Sen tut Atv'nin primetimeına bir günlük damganı vur, sonra yine minibüste muavin koltuğunda kimbilir ne arızalardan dolayı jiletlediğin kolunla günde yüzlerce kez para üstü uzat. Ya. Böyleyken böyle. Anlaşıldığı üzre, ameliyatlar ve tüm o şişirme-kaldırma-gerdirmelerden sonra bu insanların tekrar kendi çöplüklerine dönmesi program yapımcılarının hiç de fifisinde değildi. Belli ki o ablalar, o hafta yıkanana kadar fönlü durabilecek, sadece o ay dipleri çıkmadan boyalı durabilecek saçları, en fazla birkaç ay bakılası güzellikte kalacak şekillendirilmiş vücutlarıyla fakirlik onları yine soldurana dek ışıldayacak, sonra da bunu da hayatlarının tümünü geçirdikleri fakirliklerinin gölgesinde unutup gideceklerdi. Bu kadınlara iyilik mi ettiler, kötülük mü, hiç emin olamadım.
Bugün bayramın ilk günüydü ve evimde olsaydım eminim cinnet geçirirdim. Her sene bayramın ilk günü verdiğimiz kahvaltıda ailenin her kolundan insanlarla bir araya gelinir ve içmeyenin bile üstünü kokutacak kadar sigara içilir ve utanılacak kadar her şeyden yenir. Ve o gürültü ve ayak altında gezip duran kedim ve bir takım zorunlu aile muhabbetleri bazen beni çok yorar. Yine de bugün ailemin yanında olmayı ve cinnet geçirmeyi burada uzak olmaya yeğlerdim. Yine de çok emin değilim. Böyle de kaypağım.
Evet, bugün hazır bayramken benim de bademciklerim senelik izinlerini kullanmaya karar verip tüm güçleriyle şiştiler. Çalışmayı, yutkununca ağrımamayı reddettiler. Stockholm'de hava sıfıra yakın seyrediyor diye tahmin ediyorum, GoogleDesktop'la kapıştık ve 10 dereceyi göstermesine bile itibar etmiyorum. İki fanila, bir sweatshirt ve iki hırkayla, atkıyla kartopu gibi yuvarlanarak odadan odaya geçiyorum. Acı çekiyorum, haberiniz olsun.

27 Eylül 2008 Cumartesi

Paracıklarım


Buraya ilk geldiğimde toy bir delikanlıydım, hatırlayanlarınız vardır. Annemle göğsümüzün arasına sıkıştırdığımız binlerce kronları ilk evela bankaya yatıramamıştım da bir süre çekmecemde turuncu Snoopy çorabımın arasında saklamıştım. Ne zaman o çorabımı giyesim gelse, parayı bir başka çorabın içine büklümlüyordum. Emeklilik parasını sünger gibi emmekte olduğum zavallı annem, sağolsun, parayı beşyüzlük ve binerlik banknotlar halinde bozdurduğu için markete veya kafeye gidende, para üstü olarak verilen manyak bozukluklarla baş etmeye çalışıyordum. Bozuklukları önce ufak bir buzdolabı poşetinin içinde biriktirmeye başladım, giderek poşetlerin boyutu büyüdü. Sonra gün geldi, o paraları saydım. Tamı tamına 750 kron çıktı. Büyük bir kısmının 1 krondan oluştuğunu düşünürsek, görülüyor ki çok güzel biriktirmişim. Sonraları banka işini halledip, nakitsiz kartla yaşamaya başladığım için bir daha da bozuk para derdim olmadı.

İnanır mısın, ben o paraları taşındığım her eve götürdüm. En az beş kilo falan çeken bu poşete her seferinde ana avrat düz gittim. Ama ne oldu bak? Bugün marketin içinde bozuk para tümleyen bir makina buldum. Hayır, önce o paraları markete vereceğim için onluk onluk selobantladığım küçük paketlere böldüm. Bunu yapmak yaklaşık yarım saatimi aldı. Daha sonra o onlukları götürdüğüm kasiyer, tümleyenmakinayı gösterdi. Böylece o emeklerim boşa gitti diye hırsla dişleye dişleye selobant kümelerini açıp makinanın içine kürekledim. Gerisi de banknotlarla yaşadığım aşk oldu.

23 Eylül 2008 Salı

Ramazan'da bloga ara vermek caiz midir Hocam?

Resimdeki ünlü: Şener Şen
Ben bu resmin gördüğüm andan itibaren aşığıyım desem, yine abartıyor diyeceksiniz.
Bıktım ULAN bu tip sorulardan. O caiz midir bu caiz midir. Ramazan dedim mi pide ve kokokolo şişesini yanyana koymuş, fonda minareli reklamlar, güllaç isimli Türklerden beklenmeyecek hafiflikte sütlü tatlı ve saçmasapan caizmidirsoruları akla geliyor. Ülkemden uzaktayım diye buralarda pideydi, kokokoloydu göremedim, unuttum Ramazan'ın varlığını. Sağda solda okudum, hoca kısmına üzüldüm yine. Al sana benden "o olur mu hocam, bu olur mu hocam" sorularına toptan çözüm:

Diyanet İşleri web sitesine bir güzel bot sistemi yerleştirsin. Bilmeyen arkadaşlar için bot, sen bişey deyince bişey diye hemencecik cevap verip insana karşısında insan varmışcasına şeyettiriyor. Bu tanımımdan anlamadığınız üzere, şu kadarını Wikipedia'dan şeyedeyim:
A chatterbot (or chatbot) is a type of conversational agent, a computer program designed to simulate an intelligent conversation with one or more human users via auditory or textual methods. In other words, a chatterbot is a computer program with artificial intelligence to talk to people through voices or typed words. Though many appear to be intelligently interpreting the human input prior to providing a response, most chatterbots simply scan for keywords within the input and pull a reply with the most matching keywords or the most similar wording pattern from a local database. Chatterbots may also be referred to as talk bots, chat bots, or chatterboxes.

Evet. Bunlardan yerleştirsin, inananlar, müminler de internet kafeden deeyaNETishlerie.dev (gov yerine TDK uyumlu uzatma yaptım, nası BEYENDİNİZ Mİ?) adresinden çatır çutur sorsun. Aklına ne gelirse sorsun. Türk insanının sormakta beis görmediği tek konu Ramazan'da yediği/ içtiği, yattığı/yuttuğu. Tutma orucu madem öyle ARKADAŞ. Bir oruç için beynimizi yiyorsun, o da oruç bozmuyor mu ULAN? Beynimizi yiyorlar hocam. Onlarınki sayılmasın. BANENE, BANENE.

Bu arada Ramazan'daki meyve-sebze fiyatı, lokum-hurma fiyatı, zam üstüne zam fiyatı haberlerine soundtrack edilmiş "Üsküdar'a gider iken" gibi ve "Süt Kardeşler" tarzı eskiosmanlışeyindegeçen komedi filmi müzikleri veya bir takım dini çağrışımlı müzikler, ilahiler de beni çok bayıyor. Şu anda burdayım diye duymuyorum/baymıyor. Bundan fevkalade hoşnutum. Coştum öğlen öğlen. Klavyeyi kıracak gibi bastıra bastıra yazıyorum, kütüphanedekiler uyuz olmuştur biraz sakinleşeyim.

Şimdi de çeşitli görsel öğelerle bu tertemiz sayfayı süslüyorum.

Ajda Pekkan, yakın zamanda Audio Bullys'in remixlediği Nancy Sinatra "Bang Bang"ini meğersem superduperfluent biçimde söylemiş bundan milyar sene önce. E o zaman şarkı patlayınca niye bunu keşfedip mini haber yapamadı Atv, hadi olmadı ShowTV? Kabarık saçlı boktan muhabirleri "eşşeğin kuyruğunu çekince ne tepki veriyor" haberi mi yapıyordu o esnada? Hadi olmadı Özel Hat, Mega Magazin, Uçan Kuş, bunlar bi şokhaber yapamadılar mı? Ajda Pekkan nasıl bunlar nemalanamaz? Tarkan'ın, Kenan Doğulu'nun yurtdışına açılmak için pert İngilizceleriyle, Seinfeld'deki Hintli Babu İngilizceleriyle single yaptığı bir dönemde, bu şarkı nasıl kıymetlenmedi? Edirneden Ardahan'a lokal diceyler, isimlerini İngilizce harflerle süsleyip kendilerine sahne adı yapmış arkadaşlar neden "Bang Bang" i bulup, Yerli Audio Bullys olmadı? Kafa yok sizde kafa.

18 Eylül 2008 Perşembe

Wordle diye bişey varmış. Sen bi adrese yönlendiriyorsun mesela, kelime limitini belirliyorsun. O da oradaki kelimelerden bir kelime bulutu yaratıyor. Fikir, güzel. Ben de hemen özenti gibi bloga yönlendirdim. 150 kelimede kilitledim limiti. Çünkü 400 deneyince neyin ne olduğu okunmaz hale geldi. Şimdi bu yapıtı buraya koyuyorum.

17 Eylül 2008 Çarşamba

Murat yazılır, Mrat okunur.

Murat, "Kediyi naptın İsveç'e gidince?" diye sordu. Ne yapayım, evde bıraktım. Öyle mi? İstanbul'da mı yani? Evet ya, annemle kaldı. Ben benimkini almak istiyorum Londra'ya gidince. Haydaa, senin kedin mi var Murat? Var ya. Adı ne? Kaju. Cinsi nedir? Çinçila. Ohş, yerim ben onu. Resmini göndersene. Senin Feysbuk var mıydı? Yok, ben sevmiyorum. Burdan yolla. Oldu. Gönderdim. Hani, bakıyorum yok. Bu mailine gönderdim. Hotmail'e mi?

İşte-te-te karşınızz-da-da-da canım kedi Ka-ju-ju-ju. Çiğ çiğ Borcam'a yatırılıp kafa gömülerek bir süre yumuşaması beklenecek, ardından sıcak sıcak yenecek.
Porco Rosso'ya gidelim dedik, olmadı.
Kiki yükledik, izlenmedi.
Biraz japon hayal dünyası iyi gelir diye düşündüm. Aslında neler neler düşündüm de, bu onlardan sadece bir tanesiydi.

14 Eylül 2008 Pazar

Sabah icadı


Bugün gözlerimi yine buluş dolu bir dünyaya açtım. Çok uzatmadan anlatacağım, çünkü uykum var.
Kış sabahları uyanınca iç ürperir, kollar donar ince ince. Klozet de fena şekilde soğuktur sabah çişi esnasında. Yataktan kalkmak imkansızdır. O zaman ne yapacağız? Bu geçişi kolaylaştıracağız.
İcadım yorgandan sabahlık sayesinde yataydan dikeye geçmek hiç bu kadar keyifli olmamıştı! Yastık kapüşonlu bu sabahlık, yeni uyananları, ayakta uyuyanları, sabahları üşüyenleri mest edecek. Tamamen bildiğimiz yorgandan dikilecek, ayak bileği hizasına kadar uzanacak, kahvaltı sonuna kadar üstten çıkarılmayarak yatakta kahvaltı hissi verecek. Nası fikir?

9 Eylül 2008 Salı

Bayat Hanımeller bisküvi yerken

Ordu ne derse desin, Akrep Nalan "penye blüzde" post modern desenlerden vazgeçmiyor.

Akrep Nalan çalıyor fonda. Halikarnas'ta geçen yaz rastladım sana/Ne güzel bir geceydi o, sanki bir rüya/Şimdi sensiz bembeyaz Bodrum akşamında/Danseder gibiyim sanki kollarında dedikçe Akrep Nalan'la onenitestand yapacak erkeği gözümde canlandırmaya çalışıyorum. Kilolu diye ölsün mü? Ölmesin. Bişey mi dedik? Yaşamasa söylemez böyle bir şarkı herhalde. Halikarnas'ta balıkları lüpletirken üçer-beşer hatta ve hatta onbeşer (yemin ederim gözümde elleri ağzı yağlı canlandırabiliyorum) bir salonbeyefendisi yanına yaklaşıyor, Pavarotti cüssesinde. Tanışıp masaya oturuyor, beraber lüpletmeye başlıyorlar. Sonra üstüne bir güveçte helva, oh. Üstüne lokumlu Türk kahvesi. Ağızla alınabilecek zevklerin büyük kısmı bittikten sonra gövdel zevklere geliyor sıra. Hazmı tamamlayıp beyaz boyalı bir eve doğru yollanıyorlar. Arnavut kaldırımları nefeslerini tıkıyor ara ara. Duvara yaslanıp soluklanmak için molalar veriyorlar. Şakaklarından şişmanadam teri akıyor. Akrep Nalan, gözlüğünü kulak arkasından tutup hafifçe kaldırarak çerçevenin altındaki damlaları selpaklıyor. Azimliler. Bu gece obezler kazanacak.

Tertemiz beyaz çarşaflı odaya giriyorlar, önce yatağa oturup ayakkabılarını kenara koyuyorlar. Sonra salonbeyefendisi uzanıp Akrep Nalan'ın dipleri terden sırılsıklam, erkek kesimli saçlarını okşamaya başlıyor. Akrep Nalan, Özal gözlüklerinin arkasındaki gözlerini sımsıkı kapatmış, "ben de insanım, benim de aşka ihtiyacım var" gibi öylece çaresiz uzatmış dudaklarını. Beyefendi bu isteğe karşılık veriyor. Pozisyon açısından çok renkli olmayan bu candan seksin sonunda Akrep Nalan yarı buruk banyoya giriyor. Yatağa geri döndüğünde üzerinde kusurlarını gizleyen batik bir gecelik var. Olsun. Ben onun sesini çok seviyorum. Onun bu albümünü evire çevire dinlediğimiz o yaz tatilini de çok iyi hatırlıyorum. Sevgiyi, aşkı, çalan şarkının sözlerinin anlamını o zamanlar çok bilmesek de içimizi titretir, bilmediğimiz şehirlerarası yol ağaçlarına, tepelerine, güneş batışlarına anlam katardı. Henüz walkman bir vücut uzvumuz ve anneye karşı gelmek milli marşımız değildi, nereye koyacağımızı bilmediğimiz koskoca el ayaklarımızla ergenlik de kapıya dayanmamıştı, hatırlatırım.

7 Eylül 2008 Pazar

Aquaria Vattenmuseum

Esen'le mutlu yarınlara güven içinde bakarken. Esen'in fotoğraf makinasına aldığı ahtapot kollu süper tripod sayesinde tanımadığımız insanlara poz vermek zorunda kalmıyoruz, yeeehaaaw!
Pamuk Prenses gibi çıktığım yağmur ormanları sectionı hatırası.
Bu balık MANYAK bişey. Spongebob'da bunun tıpkısı bir karakter vardı diye yemin etsem, başım ağrımaz.
Esen'den wallpaper edilecek performanslar. Mavi balık ve kendi halinde takılan bir başka balık teğet geçerken.
Ben bunları yazmasam da anlaşılabilir biçimdeler sanırım. EVET, deniz yıldızı.
Dikdörtgen prizma yutmuş bir balık türü.
Fosforlu görünüyor diye beni benden alan mercan olabilecek bir şey.
Bu arkadaş kaptan köşkünden çevreye ultimatomlar çakıyor gibi görünüyordu. Akvaryum içindeki hiyerarşiyi ancak bu kadar insanileştirebiliyorum.
Bu balığa "Dursun" ismini taktım, for obvious reasons.
Leopard shark diyeceğim, ki leopar köpekbalığı derken üç hayvanın ismini tek isimmiş gibi sunup okuyucuda kafa karışıklığı yaratmayayım. Halk anlamıyor. Hani hep belgesel seyrediyorlardı, yalan.
Küçücük ve fosforlu renklerde kurbağalar.

Doğayla kucaklaşmaya devam ettiğimiz bu haftaki serüvenimizde Esen'e "vallahi geçen seferki gibi hayalkırıklığı olmayacak" sözlerini vermemin akabininde ve dinmeyen ceza yağmurları eşliğinde akuaparka gittik. Hiç üzerine boş boş konuşmak istemem, benim için çok güzel bir deneyim oldu. Balık, akvaryum, doğa aşığıyım, aşıkların aşkıyım, aşıkım. Adım Mesut, göbekadım Bahtiyar. Yıllarca böyle bildiniz, siz. Mesut Bahtiyar'dan şarkılar dinlediniz.




5 Eylül 2008 Cuma

Fena Mena

Esen: Bak şimdi, sen geç şuraya hele cuim.
Elmos: Şurda mı durayım?
Esen: Ama öyle cicikız pozu vermek, ellerini kavuşturmak yok.
Elmos: Ne yapayım ya?
Esen: Yaslan bi şu tarafa, yaslan yaslan. Gülme, öyle ciddi bak. Hatta bu tarafa bakma.
Elmos: Haaa, artist fotoğraf çekeceksin yani. Böyle nasıl?
Esen: Bende düzgün fotoğraf makinası olsa neler neler yapıcam da.
Elmos: E, sepya ama bu. Normal renk çekseydin ya. Bence öyle daha güzel olurdu.
Esen: Bence öyle güzel olmazdı.
Yürürken yanlışlıkla Götgatan'a çıktık. Tüm yollar Medis'e doğru. Glasbruksgatan'dan Götgatan'a şimdi üstüne para versen bir türlü çıkamam. İlk fotoğraf da HAVALI HAVALIIII! Ayakkabılarıma dikkat, cayır cayır.
Sevgiler,
Adidas Spezial Olive Green

Deniz Arcak - Saçmasapan İspanyol.mp3

Behiç'ten bir emekli orgeneral pozu geliyor. Rahat, HAZROL! Emrindeyiz paşam!

Ülkemi Huddinge'den en güzel şekilde temsil etmek isterim. Huddinge Türk olsun!
Kronolojik sıraya göre olaylar şöyle cereyan etti:
Serhan bana burada bakkal işleten iki tipe taktığı isimlerden bahsetti.
Hayır, bundan evvel Serhan'ın Stockholm'e gelişi ve Huddinge'ye yerleşmesi var.
Sonra Serhan muhitini gezerken bir bakkal/market kırmasına rastladı. Kasada oturan adamı (ki ona ARAP ismini taktı) inceledi, ardından markette çalışan ve her model kıza bakışlarıyla sarkan, saçlarını geriye yatırmış adamı (kızlara her seferinde farklı tonlama/vurguya selam verdiğinden ona da isveççe hello anlamına gelen HEJSAN ismini taktı) farketti. Sonra bunları bana anlattı. Ben de aklımın kenarına yazdım. Günlük diyaloglarımızda falanca ürünü nereden bulabileceğimi kendisine sorduğumda "Arap'ta vardır" demesiyle Arap kelimesini isimleştirdik. O Arap'a bazen de Saddam diyor gerçi. Ben Arap demekle yetiniyorum. Ayy, ne ayıp. İnsanları şeyiyle yargılıyorlar. Yargılarım, ne var? Gülüyoruz işte şurada, ne diye insanhaklarıavrupamahkemesi kesiliyorsun?
Neyse, geçen gün uyandım ki burnuma buram burak sucuklu yumurta kokusu geliyor. Delirecek gibi oldum, gözüm döndü, biyerlerim şişti. Hemen Esen'i aradım. Duygularımı, düşüncelerimi onunla paylaştım. Esen gelirken eşşşekyükü bir bavul getirmişti, taksicinin bagaja bindirip indirirken iflahı kesilmişti hatta. İsveççe "abla sen naptın yahu, bunun içine adam mı öldürüp koydun" diyecek gibi oldu, dilin engellerine takıldı.
O koca bavulun içinde meğersem çeşit çeşit peyniridir, sucuğudur, kafam kadar lokumudur, aklını başından alacak nesneler varmış. Esen de ben "sucuklu yumurtaınnnhhhh" şeklinde inlerken sabah kahvaltısına davet etti. İyi de ben Årstaberg'e gidesiye heves kalır mı adamda? On dilim sucuk için (şair bu kıtada kangala sesleniyor) bir otobüs üstüne beş durak da trene değer mi?
Kalktım Arap'a indim. Helal et reyonunda ufak bir gezintiye çıktım. Efepaşa Güven Dilimli Sucuk isimli ürünün önünde bir süre düşündüm, düşünmedim, elime alıp kasadan geçtiğim gibi evde sucuklu yumurta haline getirdim. Sonra da happırı huppuru yedim.
Bak şimdi, bu sabahki manzaraya bak:
Sabah gümpat sesleri içinde kapının kırık posta girişinden bir zarf atılıyor. O zarf, en güzel zarf. Üstündeki eğri büğrü yazıda adresim, yollayanın ismi falan. Aa bir bakıyorum Behiç'in attığı 90'lar CDsi. İki güne gelmiş. Geçen gün bahsederken "bana da çekip yollasana" demiştim, ofisboyun forsundan mıdır nedir, şak demiş gelmiş.
Listede neler yok ki. Bir kaç ismi örnek olsun diye sayıyorum:
Akın, Akrep Nalan, Cartel (ful albüm, oy) Cemali, Çelik, Deniz Arcak, Fatih Erkoç, Gönül Gül, Grup Vitamin, Hakan Peker, İlhan İrem, Oya Bora, Sibel Alaş, Ufuk Bigay, Umay Umay, Ünlü..
Ben de bunları sırasıyla açıyorum, bir elim sucukta, yumurtada, bir elim winampte sonraki dinleyeceğim şarkının üzerinde duran cursorda. 90'ları baharatlı zevklere soundtrack ettim, ekmeğimi banıp banıp yiyorum beybe.

3 Eylül 2008 Çarşamba

I would, too, hurt a fly.



Gelsinler şunu çalmasınlar da ben de göreyim.
13 Ekim'de görüşmek üzere DOSTUM.

1 Eylül 2008 Pazartesi

The Butterfly Effect

Resim aralarındaki boşluğu sıfırlamak her zaman kısmet olmuyor, bu seferlik toplu anlatım metoduyla resimaltı yazmalı: (1)Kelebek evinden bir görünüm, salkım saçak bir takım bitki ve balık türleri (2)Haga Park içinde Esen literally yeşil sahalarda (3)Kafam büyüklüğünde orkidelerle hatıra fotoğrafı (4)Esen, yarım metrelik japon balıklarıyla hasbıhal ederken (5)Pembe ve egzantrik çiçekli bir ağacın altında Yakari gülüşler/duruşlar (6)Koca kelebek, parkın içinde onlara bank olsun diye konuşlandırılmış plastik çiçek demetlerinden birinde dinlenirken (7)Aynı kelebeğin bir akrabasıyla kadrajda ben
80 kronu verince sandık ki ormanların kralı olacağız. Bir başka sefer diye umuyorum.

Esen'le geçtiğimiz Cumartesi kelebek evine gittik. Tanıtımına bakarsak baya dallı güllü, çiçekli botanikli bir ortam olacaktı, geçtiğimiz bahar içimde filizlenmeye başlayan doğa aşkım da körüklenecekti. Yanıma not defterimi bile almıştım. Gördüğüm enteresan çiçek/böcek türlerinin isimlerini yazıp akşam da resimleyecektim.
Gelgelelim ortam beklediğimizden hayli farklı çıktı. Kelebek evinden aklımda neler kaldığını sıralamam gerekirse :
1) Gigantic japon balıkları ve parmak emdikleri gerçeği
2) Koca benekli kelebek (her fotoğraf karesinde çıkmak için bir oraya bir buraya uçtu durdu. Ne kadar kameralara oynuyormuşsun, hayretmişsin ARKADAŞ!)
3) Göbeği yere yakın küçük bir kuş türü
4) Türleri koruyabilmek için içerdeki havayı nemli +27 derecede tutmalarından kaynaklı kamera buğulanmaları. İçime giydiğim t-shirtteki buğulanmaları ise anlatmıyorum.
5) Kelebek evinin kafesinde leziz görünüp yarısı kadar leziz olmayan yemekler (Havuçlu kek enfesti though. )
Bu envanterden anlaşıldığı üzre botanikçilerin hastası olacağı türler vardıysa ve biz esgeçtiysek bile, halka hitap edecek şaşırtıcı, etçil büyük çiçekler olsun, elini sürünce kapanan nazlı çiçekler olsun, parmakla dürtünce "Ananıı-ıı!" diyerek yana kaykılacak, Show Haber'in zaman doldurmak için kullanacağı ŞOK!ŞOK!ŞOK! bitki türleri yoktu. Botanikçiler için botanik yapan bu halka uzak anlayışı kınıyorum.
Kelebek evinin de arazisinde bulunduğu, yeşille mavinin buluştuğu ve sağlı sollu ağaçlarıyla büyüleyici Haga Park gerçeği ise yadsınamaz. Bu ülkenin sırtı yere gelmez, ben söyleyeyim. İsveç insanı bu yeşille kucaklaştıkça bir ikiyüz yıl daha savaştan, stresten uzak yaşar. En yüksek intihar oranı İsveç'te diyenlere de tokat gibi bir link yazıyorum, sabah akşam osbir numaraya baksınlar.
Türkiye listede yok diye sevinemedim, hayat koşturmacasında intihar etmeye vakit/fırsat mı kalıyor ki anacım. HA? Bekliyorlar ki kendiliğimizden ölelim. İntihar hevesi bile bırakmıyorlar adamda.