27 Şubat 2010 Cumartesi

Vesikalı yarim

Ben kadının ilkevela zeki olanını, sonra zekasını güzel ve faydalı işlerde kullanabilenini severim. Kullanmadıktan sonra zeka da, bir nevi göğüs küçültme operasyonuyla alınabilsin, fazlalıktan belleri, sırtları ağrımasın ihtiyacı olmayanların.
Tübitak ödüllü, Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliği mezunu Özlem Savaş'ın üçüncü sınıf filmlerden pavyon şarkıcılığına uzanan öyküsünü daha önce buradan mı, Twitter'dan mı ne, altyazı geçmiştim. Bu kadının "başım alıp nerelere gidem" tarzı salkımsaçaklığı beni ziyadesiyle üzüyor. Seray Sever bile ekonomi programı sunabilecek kadar Türkiye'de eğitimin açacağı kapılar konusunda bilinçlenmişken (Boğaziçi Üniverçita Ekonomi mezunuydu o da, zira), Sayın Savaş'ı da kendi alanında, bilgisayarının başına çağırıyoruz. Akılsız kadın yoktur, çok akıllı olduğu için kendiliğinden restart atıp sıfırlanmış kadın vardır.

Lindsay Lohan'ın profesyonunu zaten hiç çözemedim. Tübitak'tan bursu yok, okul da bitirmemiştir. Niyeyse fizikselin ötesinde, bir kader ortaklığı da görüyorum bu ikisinde. O düşmüşlük, gözlerindeki o "ben kendime zararı dokunacak bir iş ettim ama, bilmiyorum ki ne iş ettim. Galiba toplarlamak için artık çok geç" bakışı adamın içini buruyor.

Son olarak güzel bir özdeyişle huzurlarınızdan kaçıyorum: ÖZ ÖZÜNE EDENİ, EL YIĞILSA EDEMEZ. Anlamayanlar için çevirisi, bir sonraki bölümde gelecek.

21 Şubat 2010 Pazar

Black is the new black.

Tüm sansasyonlar ve adı geçen onlarca bir örnek sarı saç-koca memelinin ardından Cuma günü Tiger Woods açıklama yaptı ilk kez. Halkından, sevenlerinden, hayal kırıklığına uğrattıklarından birkaç cümle ile özür diledi. Bencillikleriyle üzdüğü insanlara karşı mahçup olduğunu, artık değişeceğini söyledi, beylik laflar işte. En azından ben o kadarını izlemeye tenezzül ettim.

Düşününce tuhaf geliyor, Tiger Woods televizyona çıkıp sadece ailesini ilgilendirecek bir uçkur davasının özrünü dileyince. Bize ne, kime ne, sporculuğunu takdir edenlere bile ne? Neyin mahçubiyetindesin be adam! Dünyanın her yerinde milyarlarca erkek, milyarlarca kadını milyarlarca daha çirkini, daha güzeli, daha uzun bacaklısı veya sarı saçlısıyla aldatıyor, seninkini böyle özel bir yerde konumlandıran nedir? Canlı yayında pusulanın penisin olduğunu söylemene bizi muhatap yapan şey nedir?

Dur, bilmeyeni için az başa sarayım;

Alengirli özel hayatının, inceliksiz, bayağı bir zevki açık eden yarı-fahişe metreslerinin ortaya saçılmasına beş kala Tiger Woods arabasıyla olay mahalini terk etmeye çalışıyordu. Golf sopalarından biriyle camı kırarak Woods'u durdurmaya ve kavganın içine geri çekmeye çalışan da karısıydı, hatırlarsınız. Nasıl bir cinnet geçirmişse, kocasını yaralayıp öldürmeyi göze alırcasına bir hamle yapıp hareket halindeki arabaya saldırıyor. Haksız da diyemiyorum, oldukça haklı sebepleri var. Öncelikle kendisi de İsveçli, pek güzel bir afet. Ne memesinin, ne saçının diğerlerinden geri kalır yanı yok. Bu hışmın sebebi gazetecilere açık edilince olan oluyor; çorap söküğü gibi her gün bir itiraf geliyor, ifşalar resmi geçit yapıyor. Öğreniyoruz ki Tiger Woods milyarlarca milyar dolarla oynaşırken diğer eli de boşta durmuyormuş. Durmuyormuş da, bu onu daha az sporcu mu yapıyormuş? Sporcudan toplumun beklentisi nedir? Bizde (ve hatta dünyanın geriye kalanında da) kamptan kaçıp manken sevgiliye giden, odasına gizli gizli kız arkadaş sokup sabbahları eden futbolcular erkekliğin şanına sığınırlar ya, Tiger Woods elit bir sporla iştigal ediyor diye, onu karısıyla bile rica minnet öpüşen bir kibaroğlan, bir prens mi sanıyorduk?
Bana öyle geliyor ki tüm bu Tiger Woods müessesesinin patlaması biraz da Obama'yla başlayan "bizim başkanımız zenci, o kadar eşitlikçiyiz ki, O KADAR OLUR" reklam kampanyasının son halkası. "Zenci (özür dilerim, bu kelime bana pek ofansif gelmiyor. öyle öğretilmedi, ya da öyle öğrendik bir kere, nigger kadar kabul edilmez göremiyorum) dedikodusunu DA en az beyazlarınki kadar yetkin şekilde yapabiliyoruz" gururu hissediliyor. YAU, Amerikan milleti Clinton'ın resmi makamında Monica'yla innanılmaz oral çalışmalara imza attığını sineye çekmiş bir millet, her gün 1 milyon dolar harcasa torununun torununa bile mirası azalmayacak bir sporcunun kimle ne yaptığını mı umursayacak? Niye umursasın ki? Ama UMURSAYABİLİYOR, büyüklük gösteriyor, o halde özürler dilensin, halka seslenilsin, canlı yayınlar yapılsın. Tiger Woods da kalıbının adamı değilmiş, dönüp postasını koyamadı. Bir de Beckham'a bak, karısı yanındayken masa altından milleti mıncıkladığının fotoromanı gazetelere düşüyor da, bir gün kelam etmiyor konu üzerinde.

Asıl Newsweek'te konuyla ilgili bir makale çıkmıştı Woods olayının ilk patladığı dönem, sporcunun ahlaklı olma zorunluluğu bulunmadığıyla ilgili. Hah, işte, ben de onu diyecektim. Herkeş kendi işine baksın. Zaten ben sporcunun sadece zeki, çevik, ahlaklısını değil, hiçbirini sevmem. Sporcu adam boştur, hayatta başka bir iş becerememiştir, ondan böyle takımlı-tekilli işlere girer. Aklı başında olan hiçbir adam görmedim ki sporla ilgilensin. Erkeklerin futbol çılgınlığını ayıralım, kenara koyalım. Onlarınki tiryakilik. Hepsi lisanslı futbolcu değil, alt tarafı lisanslı geyik. Öyle bedavadan Hıncal Uluç'un yaptığı program gibi "vay bu böyle oynamasaydı, beriki hızlı koşşsaydı, vay kalecinin gözü çıkmasın o top kaçar mıydı" gibi yorumlarla futbolcu olmuyorlar sonuçta. Yangelyatturizm. Başkaları oynasın, ben konuşayım üzerinde. Bizim gençlerin futbolla alakası da aynıdır, halı sahada maç soslu en fazla. Gerisi laf.

Şimdi zenci demişken hazır, geçende Sacit abide okuduğum bir mevzuya geleyim; evlendirme programına katılan zenci bir adamın talibi olduğu kızın anası, kızını adama vermiyor. Sadece teni yüzünden büyük ihtimal, çünkü bu programlar açık arttırma zihniyetinde ekseriyetle. "Evim, arabam var" diyene açlığın tekmeleyip durduğu garibanlar boyun eğip gidiyorlar köle gibi. Ev ve araba onun olmayacak, ama değil mi ikisinin de içine girebilecek. Karnı doyacak. Sıcak yerde uyuyacak. Dul kalmışsa çocuklarla, çocukların başında bir erkek olacak. Ne diye şaşırıyorsunuz, "aaaa evlenme programı, ayol kendini satıyor resmen kadınlar!" Satacaklar tabii ki. Yetmişlerde arabeskçilere çekilen filmlerdeki gibi aynı, fakir kalan kadının tek malvarlığıdır kadınlığı ve ev hanımlığı (yani kukusu ve hamarat elleri). İlk defa evlendirme programlarında yaratılmış bir konsept değil bu alışveriş. Nasıl o filmlerde Emrah'ın anası bacısı baba ölünce mutlaka ki yollu oluveriyordu, şimdi de evlendirme programında otostop çekiyor. Ya biri durur da arabasına alırsa? Olabilir. En kötü ihtimal, diyor içinden, dayağını yerim. Susar otururum. Her gün belamı sokakta arayacağıma, sıcacık evimde bela gelip beni bulur. Çocuklarım taciz edilir, sineye çekerim. Olmadı yuvaya veririm. Yuvada taciz kesintisiz sürer.

Dur, dur, konu karışmadan;

Evlendirme programından eli boş kıçı yaş dönen zenci adamla ilgili haberin başlığı "anası kızını zenci Ali'ye vermedi". Dili görüyorsun, sanki soyadı kanunu getirilmemiş ve şapka inkılabı yapılmamışcasına bir laubalilik, köle pazarından bir zenci tutup getirmişlik var tavırda. Tiger Woods geleydi de, şu kardeşinin elinden veya her neresindense tutaydı, iki meme bir saç da ona bölüp vereydi ekmeğinden.

Şimdi üçüncü bir zenci hikayesi,

Seneler önce Seray Sever'le şişman, kısaboylu bir adamın sunduğu bir yetenek programı vardı. Ağızda kaşık içinde yumurta taşıyarak koşmalar olsun, 145 büyük eser ve yazarlarının ismini ezberleyip tersten ve düzden söyleyebilmek olsun, bir takım aletleri çalıştırıp süre dolmadan bir misyonu tamamlamak olsun çeşitli aktiviteleri başarabilenlere ev döşemek için gerekli oturma grubu, çamaşır-bulaşık makinası, beyaz eşya setleri dahil her bir şeyi veriyorlardı ödül olarak. Evin babası, zarftan çıkan misyonu yerine getirecek, ailenin yüzü gülecek. Hep de fakir aileler. Son saniyeye kadar anne nefesini tutmuş, ağzı edilen duadan belli belirsiz kımıldardı. Çocuklar o gerginiği hissetmiş gibi, çocukluklarını kaldırıp dolaba asmışlar sanki. Böyle bilinçli fakir çocukları olur ya, durumun farkına varıp hemen gereğini yapan, yaptığı için insanı bin beter utandıran. Sen onu çocuk görüyorsun da, o kendini çocuk görmüyor. Ne fena.

Her neyse, bu programa karıkoca bir çift çıktı bir sefer; kız Türk, adam siyah (yani Türk değil). Aşık olmuş, evlenmişler. Hemen de bir çocuk. Buraya kadar tamam. Türkiye'de siyah insan fazla olmadığı için galiba, tam o an program yansıtmıyor; bu adam ne iş yapıyor, nerede tanıştılar. Piya Kelaynak diye bir bar vardı, İstiklal'in paralelinde. Onun tam karşısında Riddim diye bir bar vardı zencilerin gittiği. Belki orada tanıştılar. Neyse işte, tanışmışlar, erkence sevişmişler. Ortada bir çocuk var. Alelacele bir nikah çakıvermişler. Gel gelelim bu arkadaşın işi gücü yok, dul kaynananın kanadının altında, zor durumdalar. Programa çıkmalarının sebebi de bu. Misyonu tamamlayıp ödülleri alırsa kaynananın yüzü azıcık aydınlanacak, hem yeni evliler mahçubiyetten az biraz sıyrılacak. Nitekim şu an hatırlamadığım bir şeyi başardı ve programın neşeli müziğiyle (hazırda kaybedenler için acı dolu müzik de vardı) program bağlandı ama nedense bitmedi. Programın erkek sunucusu bu zenci arkadaşı aynı Sacit abi gibi cankan gördüğünden herhalde, müziği emrederek temaya uygun şekilde değiştirtti ve zencilerin zevkine hitap edeceğine kanaat getirilen "Yeke yeke" benzeri müzikler çalındı. Adamcağızın kazanmasıyla izleyicileri eğlendirdiği yetmedi, bir de oynaması rica edildi. Üstelik stüdyonun çoğunu oluşturan diğer zenci arkadaşlarını da sahneye davet ederek. O kadar çoklardı ki, hepsi dansa kalktığında izleyici koltukları bomboşaldı. Ten renklerine uygun düşeceği tahmin edilmiş bu belli ki onlara da yabancı gelen müzikte, hepsi kazanmanın neşesiyle, koltuk takımları ve televizyon seti için dans ettiler. Onların çocuk sevinci, tüm bu maskaralıktan habersizliği bir güzel sıkıntımı perçinlendi, utancım köpürdü, içimde yer etti. O dul kadının evindeki zor şartlar, o palaspandıras evlilik, o arkadan akıp giden hüzün öyle aklıma kazınmış ki, aradan aylar geçtikten sonra evin civarındaki bir fotoğrafçının camında gelinlikli-damatlıklı hallerini görünce hemen onları tanıyıverdim. Kazandıkları üç kuruş ödülle nihayet düğün dernek yapabilmişler diye çok sevindim. Fotoğrafçı da zenci damat forsundan hoşnut kalmış olsa gerek, tam boy fotoğrafları senelerdir hala vitrinin baş köşesinde duruyor.

Evet, böylece bu günkü zenci kotamızı doldurduk, daha politik doğrucu günlerde görüşmek üzere, hoççakalıııın.

10 Şubat 2010 Çarşamba

Düdekanlı

Şenay Düdek'in hayatımda yeri çok başkadır. Müge Anlı'yla yaptığı programların üzerimdeki etkisini daha önce burada uzuun uzun anlatmıştım. Müge Anlı derken, şimdiki sosyalsorumlulukprojesi olanı demiyorum. İşşi güccü dedikodu olan versiyonunu kastediyorum (onca dedikodudan sonra Türk filmi usulü fahişenin hamamda yıkanmasını mı sembolize ediyor bu kayıp ailelerine kendini adama durumu, bilemedim). Bir de Müge Anlı'nın şimdiki programındaki asık suratlı ciddiyeti o zamankinde de mevcuttu. Kayıp aileleriyle meşgulken bu ciddiyet, bu ağız eğmeler doğal duruyor da, "efendim, gerçekten ilişkiniz var mıydı yok muydu şimdi" diye çıkışlar, alt tarafı seviyeli-seviyesiz ilişki peşinde olanların davasında epey tuhaf kaçıyordu. Düdek-Anlı ikilisi şu an herhalde sönmüş olan, fakat yakın zamana kadar her kanalda bir versiyonu bulunan "Orada neler oluyor?/Bizden laf çıkmaz/Bir de bu laf çıkmayan hali, düşün" benzeri programlara sebep oldular. Bir süre reklamları döndü programları başlamadan önce, ağzımın suyu aktı. Türkiye'de nihayet hakkıyla dedikodu yapılsın diye. Görkemli dedikodu sektörü o zamana kadar gazetelerin arka kapağından, televizyonlardaki sakil programlardan öteye gitmiyordu. Daha, daha kirlenmek istiyorduk. Elimiz yüzümüz dedikodu olsundu.

"Dobra dobra"yla ilgili aklımda kalan tek sorun, programın sabahın köründe başlayıp, uyku düzenimi altüst etmesiydi. O zaman sabah erken kalkıp, izleyip, geri yatma şeklinde bir düzen oluşturdum (Sakinleşelim, daha öğrenciydim). Birkaç aya "Dobra dobra" el yüz yıkama yağlama programına dönüştüğünde, "senden bir şarkı alalım o halde" programına dönüştüğünde de gönlüm geçti. Bir daha izlemedim.

Fakaaaaat, dün gece tam rüyaya dalmadan aklıma bir şey geldi ki, sabaha kadar her uyandığımda hatırlayıp kıs kıs güldüm. Sonra başka bir şeyi de hatırladım, ona da güldüm. Dur ikisini de koyuyorum, azıcık da siz gülün.
Heliberi saçına selam olsun mu? Ten rengi de aynı, birebir X-men'i Düdek'ten modellemişler. Du-deck.

Bazen program esnasında sohbetler gevşemişken Şenay Düdek acı çekerek "YAU bugün bana zorla makyaj yaptılar yine, yahu, saçını topla diyorlar" diye şikayetleniyordu. Yazık be. Kadını zorla kadınsılaştırma sürecine sokmuşlardı. Hayatında kadınsı bir şey yapmamak için saçını at kuyruğuna dahi toplamayıp makulce ve Doktor Bilal modelinde kestiren bir kadını, ortamın Ugly Betty'si olarak görüp, "dur kaşını alalım, dudağına ruj sürelim". Bir de yeniyetme kalıyor acele kadınsılığı Müge Anlı'nın "hanımefendi kız"lığının yanında. Müge Anlı "bugün parlatıcı da sürmüşüz bakıyorum" diye sinsice kadınlığını teftiş ederken, "hiç sorma Mügeciğim, bana bir şeyler yaptılar makyaj odasında ama.." deyip mahçup oluyordu.

Şenay Düdek'in lezbiyen olduğu iddia ediliyordu sıkça, halinden tavrından dolayı. En sonunda sığ gazetecilerden biri (galiba Ayşe Arman) lezbiyenliğini sorunca, İzmir'in eski mafyası mı, saygın delikanlısı mı, ya da gazino sahibi mi tam hatırlayamadığım babanın erkek gibi büyüttüğü, gururlandığı Düdek, babanın da gururunu düşünerek "aseksüelim" demek zorunda kalmıştı. Delikanlılığından dolayı sessiz kalıp lezbiyenliği üstüne alması, ne de ailesini leke altında bırakması söz konusu olamazdı. Soruyu sorana ayrı, cinselliğini ifade edebilme özgürlüğünü bastıran şartlara ayrı ayrı kafamı sokuyor ve devam ediyorum.
"Dobra dobra" programının stüdyosu, hangi Uzaylı Zekiye'nin fikriyse, Blur'ün "Music is my radar" videosundaki gibi hazırlanmıştı. Şu üstteki kötü fotoğraftan daha net tek bir halini bulamadım, benzerlik çarpıcıydı halbuse. Benzerlik dediysem, tabii onun varoş cilalısı. Ajdar'la Arto'nun önce dövüşüp sonra seviştiği bir video buldum, programdan. Onu koyuyorum, stüdyoya iyice bakan benzerlikleri görecektir. Saygılarımla.

9 Şubat 2010 Salı

Hez tezeyanları

Hayatım boyunca birinden bir şey öğrenmekten veya genel olarak bir şey öğrenmekten sıkıntı duymuş bir insanım. İlkokul birinci sınıfta eve gelip yere çanta (ve dolaylı olarak havlu) atarak artistçe "artık ben okulu bırakıyorum, nasılsa yumuşak g'yi de öğrendim" deyişimi daha bu son gidişimde annemden dinledim ve iyice emin oldum. Bir şey öğrenmek hiç bana göre değil, sabırsız yapıma göre değil. Ders kitabı mı okunacak, bir cümlesini okuyup "tamam tamam anladım, ben yaziyim" diyerek soruları defterimde yalan yanlış cevaplayan da benim, hukuk fakültesindeyken aynı sebepten onar, yirmişer sayfa atlayarak ders çalışan da benim. Her şeyi bildiğime ve sadece içimde gizli bilgiyi hatırlamamın yeterli olduğuna inancım sonsuz. Yazmayı da seviyorum. Düşündüklerimi ifade etmek, başkalarının ifade ettiklerini öğremekten daha zevkli geliyor.

Şimdi gülmeli şekilde söylüyormuşum gibi geliyor, değil mi? Mini nispetlerde, "bakıııın ne zekiyim" şovlarında. Yok, değil. Bilakis, bu tip hareketlerim yüzünden kısa sürede ders vermektense hayali ihracat bilgilerimle hocaların muhtemelen kariyerlerinin en neşeli hatırası olacak sınav kağıtları doldurdum. Sonraki bütünlemeye eşşşek gibi çalışmak zorunda kaldığımı söylemiyorum bile.

Zayıf yönlerimden en güzeli de, tam ders çalışmam gereken anda aklıma çok yaratıcı bir fikir gelmesidir. Ay ben şeyi yapsaydım asıl, diyerek masadan aniden kalkmalar. Uyku basmaları. Birdenbire banyo yapmak istekleri. Veya 'çişim geldi'ler. Çişim gelmediyse susadım. Saçımı toplayayım. Acıktım, yemek yiyim. Hele bir öğlen olsun. Hele bir akşam olsun. Hele gece olsun, sessizlik çöksün. Yarın sabah erkenden kalkarım, hele yatiyim. Her tür fake'i itinayla kendime atar, kendime smacı basarım, HOCAM!

Üniversitede bir arkadaşımla beraber çalışmaya karar verdik sınav dönemine. Günler, haftalar sürecek bir maratonu beraber koşacaktık yani. Bir akşam evine gittim kalmaya, baktım ayağında ayrı renk çoraplar, yağlı saçlarını tepeden toplamış. Üstü başı darmadağın. Ev hali diyeceksin de, ev hali de değil. Daha ileri seviye. Sonra öğrendim, meğer böyle daha iyi konsantre oluyormuş. Yıkanmaydı, temiz t-shirttü uğraşmayarak. Kendine kasıtlı özensizlik göstererek. Ve o ilkel yaşamın koşullarına ben de uyum sağladım pek tabi. Yattığımız kalktığımız saat belli değildi bir kere. Normal gün anlayışının çok dışında yaşıyorduk. Yeşil çay destek ünitesine bağlı vaziyette, kim o aklı verdiyse. Yeşil çay dinginlik ve akıl fikir veriyormuş muymuş neymiş. Şimdi sallama yeşil çayı kutuda bile görsem midem kalkar. O derece yeşil çay tüketimi. Yıkanmadan idare etmeler. Tuvalete bile notla gitmeler. Ezana doğru bir sigara yakıp pencerenin önünde kahve içerdik, hava aydınlanırken hafiften. Bir saat dinlenmek için uzanıyoruz, saat çaldığında sanki bir dakika gözümüzü kapamışız gibi. Yorgunluk hissedilmiyor bir aşamadan sonra, uykusuzluk hayat standardın olmuşsa. Not, fotokopi, defter, kitap, eski sınav örnekleri, masanın, yerin, koltuğun üstünde. Kutusu atılmamış hazır yemekler, fincanlar, su bardakları, meyve kabukları, şeker çukulata paketleri. Yok yok. Bir o koltukta, bir bu. Bir o popo yanağının, bir diğerinin üstüne oturarak ayu gibi çalıştık. Sınavlara gitmeden önce banyo yapıp saçlarımızı, tipimizi derledik topladık. Keyif içinde makyaj yaptık, düzgünce giyindik, yolda rahat çalışalım diye taksilere bindik. Arka koltukta küs gibi ikimiz de önümüzdeki özetlere odaklandık hep. Sonra anfiye yerleştik, onlarca sınav kağıdı geldi önümüze. Gelgelelim öngöremedik: Beraber çalışmanın en zor yönü birinin diğerinden yüksek not alma ihtimalidir. İşte o ihtimal, arkadaşlıkları ortadan hunharca ikiye ayırır. Aynı şeyi okuduk, neden aynı notu alamadık? Çünkü canım, aynı insan değiliz, hiç düşündün mü bunu?

O çalıştığımız sınavların hepsinden geçtim. O 2/3'sinden kaldı. Belki 2.5/3'ünden kaldı. Fena kız değildi, sonra çok pis gurur yaptı. Ama sıçrayıp üst kirleten cinste çamur gururlu olsa bile pis çalışmanın yüceliğini, o eli ayağı bağlayan, o markete bile indirmeyen, o aynaya baktırmayan hafifliğini keşfetmemi sağladı.

Öyle işte. Daha nolsun.

7 Şubat 2010 Pazar

Bloglarda, Twitter'da, Zaytung'da bile alttan alta... Her yerde herkes şikayetçi; vay ne kadar yavan, hep birbirine benzer şeyler yaşamışız. Hepimiz aynı şeyi seyretmişiz, aynı şeye gülmüşüz, aynı şeyleri okumuşuz, hiç orjinal değilmişiz. Seksenlerde doğanlar olarak Parliament gece sineması, Cumartesi sabahı erkenden çizgifilm seyretmek; okul önüne gelen seyyar satıcıdan bir tarafı çizgili diğeri kareli not defteri, Barbie albümü için pakette beşli çıkartma almak, yılbaşlarında tombala oynayıp saat 12'de dansöz için sevinmek, dönemin Türkçe pop şarkılarını ezbere bilmek.. Ay baydı bunlar, diyorlar. Diyoruz. Ben de demişimdir illa. Kendimi bir kalabalıktan ayırmıyorum. Ama hezeyanlarda yuvarlanırken göz önüne almak lazım, kaç seçenek vardı, ULAN? Kaç kanal vardı da aynı çizgifilm için TV ekranına yapışmayacaktık vakumlu Garfield oyuncağı gibi? Kaç oyun vardı da şimdi konuşunca bir türlü denk getiremeyecektik anıları? Ortasınıf aile evlatlarını geçtim, süpper zengin aile çocuklarının bile elinde ne vardı ki fazladan? Akülü araba mı? Tutmadı; ginger gibi, bir cep televizyonu gibi söndü gitti o işler. Geçiniz. Aynı anının karbon kopyalarını yaşamış durmuşuz işte. Teybe kendi kendine radyo programı yapıyormuş gibi sesini kaydetmeyi okulda birbirimize mi anlattık da yayıldı dört bir yana? Yok işte, evde tek teknoloji o varmış kendimizi yansıtacağımız. Hammadde belli ağbiyciğim, ne bekliyorsun? O yüzden ağda gibi kıvamından akmıyordu işte zaman, yapacak işi kendimiz yaratıyorduk. Şimdi bak, yürüyen merdiven bile değil, yürüyen platform gibi; neyin üstünde, nereye gittiğimiz belli değil. Sürekli bir denge kaybetmece, öne arkaya kaykılarak düz durabilmek için çabalamaca.

Tezde son düzlüğe geldim. Bitsin, daha ayrıntılı konuşuruz. Şimdi kafa hattımı meşgul etmiyim, arayan olur. Örtüyorum, hadi.