29 Temmuz 2012 Pazar

Cem Özer'le ilgili

bir yazı yazacaktım. Geçen haftalarda bunun için, bu adamın yazık olmuş hayatı için, bir türlü yerini bulamazlığı ama kendinden de bir türlü ümidi kesmeyişiyle ilgili tüm düşüncelerimi döküp saçmak için tüm imkanlarımı seferber edip işe koyuldum. Fakat Cem Özer'in bahtsızlığı öyle ileri bir boyuttaymış ki, düşün, benim yazının bile sonu gelmedi. Elimde anlamsız bir fotoğraf yığını kaldı sadece.


Bu fotoğraftan lafı nereye getirecektim asıl; İstanbul'daki tembel yazları çok özlüyorum bazen. Sadece İstanbul'u veya yazları değil de, geride kalan, kaybettiğim her şeyi tüm yoğunluğuyla hep özlüyorum. Hemen önümdeymiş gibi gözümde canlandırıyorum ve bir anlık seviniyorum. Sonra gözlerimi gerçek dünyaya açıyorum ve kendimi yine bu çamurun içinde, Boston'da, dünyanın en kaba, en çirkin, en sevimsiz insanları arasında buluyorum. 

Buradan kurtulacağımızı, er geç kurtulacağımızı biliyorum. Sadece o zamana kadar kendimi nasıl oyalayacağımı kestiremiyorum.

21 Temmuz 2012 Cumartesi

Recep Ağbey

Bizim işyeri binasının arka taraflarında bir yere birkaç hafta önce birkaç çadır kuruldu. Bunların Cirque du Soleil'in Totem gösterisinin gerçekleştirildiği çadırlar olduğunu öğrendiğim andan itibaren gidip görelim diye tutturdum. Sonunda görece makul bir fiyata biletler aldık, kavuran sıcakların tam ortasında, şehrin güneyinde kalan endüstriyel alana doğru trene, yine trene ve otobüse bindik. Nihayet birbirine avlularla bağlanmış çadır kompleksinin içine buyur edildik ve diğer heveslilerle beraber gösteri çadırına geçeceğimiz anı beklemeye başladık. Saati de öyle güzel seçmişiz ki, tam gün ortası. Çoluğunun çocuğunun elinden tutan, "Allah aşkına birkaç saatliğine şu maymun iştahlı, şu şımarık çocukları biri benim yerime sustursun. Yok susturamıyorsa, bu acıyı benimle beraber yüzlercesi paylaşsın" diye koştur koştur gelmiş. Beklediğimiz "lounge" çadırının içinde gösteriye bir saate yakın zaman kala tüm süperultramega boy patlamış mısırlar sadece eller ve ağızlar boş durmasın diye yenmiş, tek bir kovaya boşaltılsa bir okyanus edecek dev kokakolalar içilmiş. "Sıradakiiiii!" der gibi, "Haydi beni eyleyin" der gibi, "Başka bir şey yemeyeceksek, bari o zaman güldürün" der gibi tatminsiz bakışlar yüzlere yerleşmiş. Kimisinde o kadar bilinç bile yok, bittikçe habire gidip yiyecek-içecek yeni bir şey alıyor. Gözü boşta kaldığından bir yandan "Keşke laptopı getirseydim, dizi izlerdik şimdi" diye üzülüyor.

Sıcaktan yerimizde duramaz olunca yazlık yerde sahil boyunu, köşeyi bucağı gezmeden huzuru bulamayan sandalet içine beyaz soket çorap giymiş dede gibi çadırı turlamaya başladık. İçinde turne bilgileri, dansçıların, akrobatların fotoğrafları olan ve sayfa doldurabilmek için fotoğrafların arasına onar santimlik boşluk bırakılmış, yazıları koca koca, sert kapaklı kitaplar, satılık maskeler, logolu tişörtler, bereler, hatıra kalemleri, takvimler, not defterleri, ajandalar, CD'ler, posterler. Her bir ürünün başına karınca gibi üşüşmüş en az dört kişilik aileler. Yedi-sekiz yaşlarındaki oğlunu ve kızını süpermarket arabası gibi itiştirip çekiştiren, mutsuzluğu yüzüne yılışık bir gülümsemeyle kazınmış, adeta iğdiş edilmiş bir adam ve menopozlu görünümlü, cinnet geçirmeye birkaç saniye yakınlıkta duran karısı. Ya karaciğeri iflas ettiğinden ya da cruise gemisinde maruz kalınan doğaüstü ve sürekli dik açıyla vuran güneşten dolayı morarmış bir yüzle, açık yaka bağırlarıyla sevimsiz bir çift. İki ergen kızla (biri kendi kızı, diğeri kızının en yakın arkadaşı) gelmiş hüzünlü, dul baba. Gösteriş fırsatını kaçırmayıp 45 derece havada ful makyaj yapıp en yüksek topuklu ayakkabılarını giyerek, yanlarında basketbol heveslisi oğlan çocuğu gibi duran bol tişört-diz altı şort giymiş sevgilileriyle gelen ve şov arasında sevgilileriyle iştahla öpüşecek 20 yaşlarında tipik Amerikan kızları. Bir örnek ince çerçeve gözlük takmış, birbirine kardeş kadar benzeyen Fransız çiftle oturmayı kalkmayı bilen adam yüzlü, annelerinin elinden tutmayan çocukları. Pretzel, mısır, kokakola standının arkasından bıyık altı gülüşüyle bu kitleyi süzen görevliler. Prefabrik tuvaletlerin altısını sırt sırta dayamakla oluşturulmuş tuvalet alanı. Ve elbette içeride nabız düşmesin diye giderek yükselen bir müzik sesi.

Yelkovan 12'nin üstüne gelince biletimizde yazan kapılarından ana çadıra yavaş yavaş doluşmaya başladık. Her giren beklentinin coşkusuyla bir an kendini büyüleyecek bir şey görmüş gibi şaşırıp, cep telefonuna saldırıyor. Çek çekebilirsen; içeride ışık müsait değil, zaten izin de verilmiyor. Ama olsun, karlı-tozlu-buzlu, sonradan hiçbir şey anlaşılmayacak anlamsız fotoğraflar çekildi. Manzara desen, çadıra destek veren birkaç direk, tam ortada üstü örtüyle kaplı iskele, az sonra içinden neler neler çıkacağı kestirilemeyen insan boyundaki sazlık maketi, sahneye dökülen multivizyon rampası ve herhalde 200-300'e yakın, yere sabitlenmiş tribün koltuğundan ibaret. Ellerinde biletleriyle izleyiciler, turist olarak geldikleri bir memleketi gezer gibi yüzlerinde merakla karışık memnun bir ifadeyle koltuk sıralarında kendi numaralarını arıyorlar. Derken kargaşa çözülür gibi olduğunda, yanımıza birkaç kişi geldi oturdu. Aramızda nece konuştuğumuzu da ihraç ettiğimiz diziler sayesinde anlamışlar, Türkçe'yi sökmüşler, iki kızdan biri lafımı bölüp memleketini belirttikten sonra (Suudi Arabistan) Türkiye'den olduğumu teyit etti. Sonra Kıvanç Tatlıtuğ gibi sarışınmavigözlüdalyan erkeklerin cirit attığı memleketten gelmiş olağanüstü şanslı bir kadını ekran dışında görmenin heyecanıyla en rahatsız edici şekilde beni süzmeye başladı. Ben de hiçbir zaman doğuramayacağım bir Japon çocuğu olduğu için ön sıradaki ufaklığı süzüyordum. Ufaklık da hemen çaprazımdaki Çinli kıza, sırf annesine benziyor diye şaşkın şaşkın bakıyordu. Böyle bir göz tıkınması ve birkaç duyuruyu takiben şov başladı. Disko topunun insan şekline bürünmüşünü canlandıran akrobat, çadırın tepesinden sürprizli bir şekilde sahneye indi, üstü örtülü kafes açıldı, dansçılar danslarına ve kafesin tellerine tutunarak akrobasiye başladılar. Arkasından iki sarı kanarya misali giyinmiş, yerden birkaç on metre yükseklikteki salıncakta danseden çift, bitince de Uzakdoğu motifli tek tekerlekli bisiklet gösterisi geldi. Müzik ve ışık değiştikçe sahneye yeni bir ekip çıkmasını artık benimsediğimizden, davulların ritmi hızlandığında dikkat verdiğimizi kanıtlamak ister gibi vücutlarımızı dikleştirerek alev desenli dar bluzlar ve deri pantolonlar giymiş adamların sağlı sollu sahneyi kuşatmasını, en ufak tefek grup elemanının üst üste monte edilmiş sırıklara tırmanmasından ve belinden çelik halatla bağlı olduğu çadırın tepesine doğru yükselmesinden ibaret, zevksiz şovlarını izlemeye başladık. İşte, o sırada benim için şovun sıradanlığını ortadan kaldıracak bir detay keşfettim: Kod adı Recep Ağbey.

Kim bilir gerçek adı Mezon Franse olan Recep Ağbey, grubun en yaşlısı ve göbeklisiydi. Alnının iki tarafından seyrelmeye başlamış koyu renk saçları, Suudi Arabistanlı kızların sandığının aksine Kıvanç Tatlıtuğ'a oranla daha Türk sayılacak tipiyle derhal diğerlerinden ayırd ediliyordu. Kenarda koca göbeğiyle durup hiçbir şey yapmadığı halde "Yine şovun büyüğünü biz yaptık, iyi yorulduk ha, helal olsun bize!" diye içinden geçirir gibi, ekibinin en dinamik ekip ve yaptıklarının şovun en büyük numarası olduğunu sanar gibi bir duruşu vardı. Gözlerimi ondan alabildiğim an, dönüp Serhan'a baktım. Kısacık bir sürede durumu ikimizin de aynı yerinden kavradığımızı anlamaya yetecek kadar göz göze geldik ve gülmeye başladık. Recep ağbey sahnenin bir orasında, bir burasında yama gibi, leke gibi durmaya ve hiçbir şey yapmamaya devam ederken yarı bükülmüş vaziyette insanı nefessiz bırakacak bir kahkahaya tutulmuştuk. Biz yüksek sesle Recep Ağbey'in hallerini, tavırlarını tasvir etmekte yarışırken, Totem şovundaki tüm dansçılar veda danslarını yapmak üzere sahneye doluştular. En arkada kalan Recep ağbey yine grubuna ve diğer dansçılara yüzünü dönmüş, tıpkı lisenin son gününde kep töreni karambolünde ilgi odağı olmaktan mahçup olan ama bir yandan gördüğü ilginin haklı bir ilgi olduğuna inanarak kabaran gencin arkadaşlarıyla bu anı paylaşma çabasına benzer şekilde, kısacık da olsa onlarla göz göze gelmeye ve bakışlarıyla "Yahu, amma alkışladılar! Amma büyük işlere imza attık yine! Yahu! Haha, bak hala alkışlıyorlar! Ayağa da kalktılar! Ti! Yau, durun! Tamam, iyiydik, kabul! İyi de değil, yine fişek gibiydik, fişek! Çok şükür! Hepimizin (ama en çok benim) başarısı (başarım) bu!" demeye çalışıyor gibiydi.

Adı "Totem" değil, "Recep ağbey'in kendini kah dev aynasında, kah amikroskobik bir varlık olarak görmesi ve çevresinden beklediği sonsuz onay" olsaydı, ben sana diyeyim, o şov kapalı gişe oynardı.

10 Temmuz 2012 Salı

Kuzu kapama (ya da "Böyle olur pedofilin düğünü")

Amerika'da en korkutucu, en az çocuğunu ağzına patates cipsi tepiştirmek suretiyle besleyen anneler kadar korkutucu boyuttaki fakirlik, sosyal adaletsizlik, suç oranı gibi beter şeylerden bir tanesi reality showların çokluğu ve hatta reality showların bazı kanal akışlarının tümünü oluşturması. Türkiye'de ne kadar tutarsa tutsun, hiç şüphem yok Amerika başkasının ne yaptığını izlemeyi bizden çok farklı ve çok daha tutkulu şekilde seviyor. Halbuki biz başkası üstünden de kendimizi ifade etmeyi seviyoruz. Çünkü onlarca senedir kendimizi ifade etmektense, bizi ifade edecek adamı seçmenin marifet olduğunu öğrendik. Bu yüzden de kuru kuru reality showları izlemeyi sevmiyor, oy vererek, telefon açarak, kontör atarak üzerinden sesimizi duyurabileceğimiz, altında kamplaşabileceğimiz türde yarışmalı reality showlara ve yarışmalara ilgi gösteriyoruz. Pasif agresyonumuzu mazeret sunmadan sergileyeceğimiz bir mecra bu bizim için. Biri sözcümüz olsun, onu sevmek bir şeylerin sıfatı haline gelsin, onu sevenler birtakım erdemleri savunuyor olarak görülsün, vesaire. Bireyselleşmeyi banka reklamı haricinde duymamış ve bir türlü içselleştirememiş bir toplumun saçına başına anca böyle tarak uygun düşüyor. Reality show yoksa da taranıp dursun işte dizileriyle. Ali Kaptan'la, Bakkal Veli'yle hesaplaşsın. Sonra Türkiye'yi Çevreleyen Denizlerde Çalışan Emektar Kaptanlar Derneği dava açsın senaristlere, bakkallar birleşip "Bizi para üstü olarak bozuk çıkmayınca sakız verdiğimiz için kötü gösteriyorlar" diye RTÜK'e falanca diziyi şikayet etsin. Gerçekle kurguyu ayırmayı bilemeyene reality show olmuş olmamış ne fark edecek? Adam televizyonda ne görse gerçek sanıyor zaten ("Gerçeğe açılan pencere" falan diye satınca, belki bir kısım halk da pencere olduğuna ikna oldu televizyonun. Camdan sokağı izler gibi samimiyetle izlediğinin gerçekliğine inanır oldu, bilemiyorum - Bu parantez içinde yazdığım şeyin neredeyse aynını, camdan sokagi izler gibi televizyon izleme hikayesini yakın zamanda Orhan Pamuk'un Öteki Renkler kitabında gördüm ve dehşete kapıldım, ama silmiyorum). Ne görse üstüne alınıyor, üzülüyor, hassas duyguları inciniyor. O yüzden reality show'un gerçekliği yansıtma misyonunu henüz kavrayamadık. Halbuki Amerika'da en çıplak ve çarpık haliyle gerçeği yansıttığı zannı oluşturduğu sürece inanılmaz pazarı var. Yengeç gemisinde üç kuruşa çalışan garibanından tut, keyiflerine bakmaları haricinde ne iş yaptıkları kestirilemeyen koca popo kardeşlere kadar herkes televizyonda. Halk, kendini izlemek istiyor. Ya da, kendinin de bir gün çıkabilme ihtimali olduğu bir televizyonu izlemek istiyor diyeyim daha doğrusu. 

Bu furyada korkunç bir şeyi, Toddlers and Tiaras isimli reality show'u keşfettim. Öyle bir şov ki, olmaz olsun. Birkaç dakikadan uzun süre bakmak zorunda kalınca içimde sevecenlik ve umut adına yeşermiş ne varsa solup gidiyor. Annelerin dört-beş yaşındaki çocuklarının dokunmaya kıyılmayacak saçlarını röfleleyip buklelere sarması, bebek kirpiklerini rimelin balçığıyla sıvayarak onlara en şuh bakışları öğretmesi ve iştahla kızlarını çocuk güzellik yarışmalarına sokması kanımı donduruyor.

Barbie bebek, buz revüsü yıldızı Svetlana, tek bir kolu beyaz balina buyuklugune erismeden onceki Sibel Can ve pavyon şarkıcısı Mehtap karışımı, saçmasapan frapanlıkta bir estetik anlayışı. Bayramda aile büyüklerinden bir tanesi yanağını fazlaca sıktı diye ağlama yaşındasın daha yahu!

Mideleri kaldırıyor, izleyen her nasıl izliyorsa izliyor, ama hep çokgüzelaferinbravo tepkileri yok tabii. Geçenlerde gözü kararmış annelerden biri Amerika'ya bile çok geldi: Türkiye'de "Özel bir Kadın" adıyla bilinen, Julia Roberts'in en kibar şekilde söylemek gerekirse bir seks işçisini canlandırdığı ve sonunda da onurunu hiçe sayarak emeğini kiralayan bir beyefendiyle romantizme yelken açmasını konu alan filme öykünüp kızını deri çizme, mini etek ve jarse bluzla sevimli ve minik bir seks işçisine çeviren anne, Amerika'da bile tepki gördü. Dejenereysek o kadar da degiliz hesabı. Demek dejenerasyonun da bir limiti var.

Küçük kuzenim küfür etmeyi çat pat öğrendiğinde nereden duyduysa ve aklına nasıl yattıysa "Horozpu!" demişti bir keresinde kendi kendine coşkuyla bağırarak, hiç unutmam 

Tüm bunların işaret ettigi üzre, devir pedofilin devri hakikaten. Bedavaya sınırsız malzeme, bir yere bir şey yüklemeden, gizli saklı işlere girmeden ne çok izleyecek seçenek buluyordur bunlar. Adamlara her gün bayram. Üstelik standartları kabul edilip ve normal görülüyor giderek. Çocukların popüler kültüre feda edilmesini falan demiyorum bile üstelik. CNN haberlerini duzenli olarak takip etmeye bir seferinde azim ettim ve (buradan sonrası her şeyi bir komplo olarak gören anane tonlamasıyla okunacak) tüm hafta erkek çocuklarına tecavüz eden Amerikan futbolu koçunun davası, kızını kemerle dövdüğü webcam'e takılan yüksek yargıç baba, İngiltere'den geldiği icin aksanıyla ve haliyle-duruşuyla dalga geçen arkadaşlarının alayına dayanamayıp intihar eden ergen ve daha nice zavallı bebek, çocuk ve genç istismarına dair haberlerle tüm haftanın doldurulduğunu fark ettim. Kanlı çatışmaları üst üste yığılmış ceset görüntülerini tekrar tekrar yayınlayarak halkın gözünde normalize etmenin bir başka türü bu. Normale dönmek için reklam aralarında başka kanallara baktığımda ya erkenden ve korunmasız girdikleri ilişkilerin sonucunda bahtsız çocuklar doğuran 16'lıkların karavanlardaki salkım saçak white trash yaşamlarını, ya şehrin diğer ucunda 16. yaş gününde hediye olarak limuzin istedigi icin çığlık çığlığa ortada dolanan, Svarovski tasla kapli telefonundan görüştüğü babasının ağzına kakişleyen, yarım metrelik frenç mi frenç manikürlü takma tırnaklarını bu üzüntüye dayanamayarak kemiren kızlar gördum. Başka kanala geçtigimde de bu Toddlers and Tiaras bebekleri, kaşları ağdalanırken ve takma kirpikleri gözlerine yerleştirilirken açlıklarını bastıracak bir paket bisküvi getirmedikleri için annelerine küfrediyorlardi. 

Bir de son olarak, konuyu kapatmadan hemen önce bir diğer ekstrem örnekten, anne mağduru bir Kınalı Yapıncak'tan daha bahsetmezsem olmaz. Solaryum delisi annesiyle beraber el ele piliç çevirme gibi kavruk renk almak için solaryuma giren kızcağız, annesiyle manşetlerdeydi geçen ay. Okulda arkadaşlarına masum bir hava atmak için anneciğiyle kızarmaya gittiklerini söyleyince ve çocukta güneş yanıkları tespit edilince annesi tutuklandı, sonra "ben solaryumdayken o kenarda bekliyor, vallahi içeri girmiyor" deyince kadın aklandı diyeceğim de, fotoğrafta görüldüğü üzere ak demeye dilim varmıyor.

    Gel de Sosyal Hizmetler'e inanma. Nüfus cüzdanimda inanç hanesine yazdıracağım, o derece

Bazen marketten kızarmış tavuk alırken görür insan, tavuk standında en arkada tüm gün sıcakta durmaktan iyice pişip sonunda daha fazla dayanamayarak hazin şekilde yanmış olanlar "gün bitse de çöpe gitsek" diye bekler hani, aklıma o geldi. Olur da aynı uçakta yolculuk ederken uçak çakılsa, sağ kalanlar açlıktan birbirimizi kesip yiyecek hale gelsek ve bu kadın benim payıma düşse açıkçası biraz üzülürdüm. "Hey, medium well dedik, değil mi?" diye gökyüzüne bakıp tanrıya sitem ediyormuşçasına mimiklerle Amerikan işi şakalar yapardım ve anlardınız ki o an ruhumu birleşik devletlere birleştirmişim.

Neyse, upuzun bir lafın kısası, tüm bu saydığım olaylar vesilesiyle de aklıma galiba iki sene önce Radikal İki'ye gönderdiğim, ve türlü talihsizliklerden maalesef yayınlanamayan bir yazım geldi. Hatta daha önceden de gelmişti, bir türlü ne şekilde ısıtıp sunacağımı bilememiştim. Bir de şimdi burada vitrinde yazmalı ablaların gözleme hamuru açtığı amatör bir işletmeyiz, öyle birden krem brüle ikram etmek gibi kaçmasın, sizi düzgün imlâmla ve tren gibi cümlelerimle yormayayım dedim. Sonra durdum, "ne diyorum allahaşkına?" diye kendime sorup bir gülmeye başlamışım ki, sormayın gitsin.

Meraklısına, yine eskilerden.



Yaş 15, yolun yarısı eder

Dört duvar arasında uygarca yaşama yeteneğini ölçen yarışmaların, reklam arasında küslerin karşılıklı göbek attığı gelin kaynana savaşlarının ardından reality showların büyük kısmının kurgu olduğunu farketmemiz ve “kameralara oynamak” deyiminin gündelik dilde dolaşıma girmesiyle, gördüğümüzün gerçekliğini sorgulayabildiğimize kanaat getirip artık izlemez olduğumuzdan mıdır; başladığımız yere dönüp yetenek yarışmalarına kucak açtık. Bu millet, puan vermeyi, parmak sallayıp sevmemekle tehdit etmeyi iyi biliyor, belki ondan. Fazla samimi olmadan, yarışmacıların hayat hikayelerindeki dramatik ayrıntılara takılmadan sözde profesyonel bir şekilde sözde demokratik bir sürece katılacak, seçecek starını. Pop star, alaturka star, türkü star, roman star derken, başka ne tür bir alt kategori açılabilir diye düşünüyorduk ki, Fox TV'nin ergen starlar yaratma vaadinde “Yaş 15” yarışması imdadımıza yetişti. 

Görsel tasvirini yapmak gerekirse; sözleri “annem annem” ikilemesinden ibaret jenerik müziğinde hissettirildiği gibi annesinin kucağından sahneye düşüvermiş, derilerinin altında süren hormon gelgitleri yüzünden hayatlarında en kötü göründükleri dönemi yaşarken sahneye iliştirilmiş bir düzine kız yüksek topukların üstünde, mini eteklerinin içinde, bacaklarına odaklanmış kameraya doğru yürüyor. Vücutlarında filizlenmiş kadınlık adına ne varsa, yetişkin dünyasının görmek istediği gibi danslarında savruluyor. Her biri, payetli giysilerinin içinde planlanmışcasına ayrı karakter. Makro açılımlara sahne olan kültür mozaiği Türkiye'ye yaraşır mikro açılım: Kürt kızı Jinda ve Kazak asıllı Alina, Karadeniz’in gülü Özlem, Mardinli Medya ve İzmirli Duru ile göstermelik bir çeşitlilik. Fox TV'nin Yaş 15 şarkı yarışmasındaki kızlar, futbol tabiriyle altyapıdan yetişirken, otuzlarında zengin bir koca bulmalarıyla tamamlanacak kariyerlerine başlamak, manken/şarkıcı/oyuncu Bermuda Şeytan Üçgeni’nde bir an önce kaybolmak için göğüs ölçülerinden daha aceleci şekilde büyüyorlar. Fakat Yaş 15'in giriştiği amme hizmeti, sadece Türkiye'deki şöhret sektöründe değişimi vurgulamıyor, yeni dünyanın şöhret anlayışı da zaten aynı eğilimi gösteriyor. 

Seksenlere dair yarasa kollar, parlak taytlar ve vatkalarla eş gülünçlükte anımsanan çocuk sanatçılar, acımasız şov dünyasının baştan/yaştan kaybetmiş geçici cüceleri, olayların kırılma noktasında kameraya bakmadan şarkılar söyleyecekleri duygusal filmlerin baş rolünü süsler. Henüz kırlaşmamış saçlarıyla Emrah, bebeksi yüzünde endişeli bir bakış, annesi ve kız kardeşine kol kanat germek için yeminler eder; Ceylan erkenden permalattığı saçlarıyla henüz estetiksiz, Yeşilçam'ın emektar oyuncularının omuzlarında yükselirken bazen öksüz, bazen yetim, ama hep acılı bir kızcağızdır. Filmlerin, klip kavramı henüz keşfedilmediğinden, çocuk starların hüzünlü şarkılarını halka dinletmek için çekildiği bu yıllarda Ceylan ve Emrah gibi nicesinin plak kapaklarında sahne isimlerinden hemen önce yer alan “küçük” şerhi, yetişkin dünyasında eksikliklerini, istisnai mevkilerini işaretler adeta. Boylarından ve yaşlarından büyük işlerin peşinde olduklarının karinesidir bu; dinleyicilere/seyircilere ne duyacakları ve görecekleri, dolayısıyla ne beklemesi gerektiği önceden haber verilmektedir. Çocuk sayesinde eğlenmek o zamanların anlayışına göre, seyirci sahnedekinin hukuken ve biyolojik olarak yeniyetme olduğunu kabul ettiği ölçüde mümkündür. Ayrıca ün, çocuk yıldız için koşuluyla beraber gelmektedir: Ayırt edici yorumuyla müzik piyasasında bir yer kazanır da, takip eden senelerde sesi ergenlik süzgecinden başarıyla geçerse, belki bir gün küçük” sıfatı isminin önünden düşecek ve şöhreti tescillenecektir. Rütbe, lineer biçimde zamanla kazanılacak; asıl ödül yetişkinlikte alınacaktır. 

Halbuki doksanlı yıllar dönemi en güzel özetleyen sıfatı süperliğiyle kapımızı çalıp, parodileştirilen karakteristik özellikleriyle rüküş seksenleri devirdiğinde, bu incelikli ahlak da silikleşti. Barbie bebekler bile bu değişim rüzgarına dayanamayıp köklü prestijlerini, leopar desenli çorapları ve topuklu botlarıyla agresif bir cinsellik kusan Bratz bebeklere devrederken, eş zamanlı olarak pop müzikteki kadın yıldızlarının yaşları giderek küçülmeye, ödüllendirme zihniyeti tersine işlemeye başladı. Küçük yaşlardan başarıyla ve ünle tanışan bu çocuklar, minyatür travmalarla süsledikleri yorucu seneleri arkada bırakırken, yirmilerine geldiklerinde kendilerine uygun ve saygın bir yer bulamadılar, takdir göremediler. En yakın örneğini Britney Spears'ın çocuksu sorumsuzluğu ve yetişkinlikle başedemeyip geçirdiği cinnette gözlemlediğimiz bu durum, çocuk starların bizzat annelerinin menejerliğinde başladıkları ün yolculuğunun, sonradan düştükleri bağımlılık çukurlarından yine annelerinin menejerliğinde çekilip çıkartılmasıyla nihayete erdiğini gösteriyor. Üstelik şarkı sözlerinde vaadettiklerine bakılırsa en masum tabirle cüretkar sayılabilecek bu kızlar, gerçek hayatta idol bildikleri Madonna'nın özgür cinsel anlayışının aksine bekaretlerinin mevcudiyetinde ısrar etmiş, muhafazakarla frapanlığın kesiştiği boş kümede hercailikleri sebebiyle kendilerini tam anlamıyla gerçekleştirememişlerdi.

Günümüzün post-Britney eğlence anlayışındaysa şöyle bir durum göze çarpıyor; hız çağının hızıyla beraber sürtünme de artıyor, yıldızlar daha çabuk parlayıp, daha erken sönüyor. O halde ürünün raf ömrünü uzatmak için tek yol, ergen yaşlardan itibaren onu piyasaya sunmak. Kameraların önünde büyütmektense, zaten en baştan bir kadınmışcasına. Sıfır bedenliklerini koruyarak, çocuk yaşta diyetlerine dikkat ederek. Miley Cyrus'la örneklendirilebilecek bu pazarlama taktiğinde çocuklar 15'inde de kadınsı, olgun, görmüş geçirmiş bir albeniye sahip; oynadığı rollerin aksine çocuk olarak değil, kadın olarak değerlendiriliyor. Facebook ve Twitter sayfalarına yükleyip hayranlarıyla paylaşmakta sakınca görmediği çıplak fotoğraflarındaki teşhircilikleri de, Britney'deki çelişkili muhafazakarlığı kapının önüne koyup, kendilerine biçilen erken kadınlığı nasıl içselleştirdiklerinin en açık kanıtı. İşte bu kuşağın Türk temsilcileri, Yerli Miley Cyrus olmak için sıraya dizilmiş Yaş 15 yarışmacıları, haftaiçleri azimle derslerine çalışıp  hocalarının not defterlerinde, haftasonları Türk milletinin huzurunda detone şarkılar okuyup hasbelkader bir araya gelmiş yamalı bir jürinin puan listesinde değerlendirilmeye güdümlü. Kızlarıyla uyumlu renkte tuvaletleri, fönlü saçlarıyla sahneye davet edileceğinin bilincinde anneleri de bu inişli çıkışlı yolculuk için hazırlıklı; kızlarının fen matematik puanlarından bir şey kaybetmeksizin sadece haftasonları buz pateni dersi almak kadar kolayca bu işin altından kalkacağından şüphe duymuyorlar. Evladı Seren Serengil'i erken gelen ün yüzünden abartılı makyajların ve Türk sanat müziğinin yaşı geçkin solistleri için hazırlanmış  tuvaletlerin girdabında kaybetmiş Nevin Serengil'in oldukça manalı jüriliği haricinde diğer jüri üyelerinin formattan bihabermişcesine, kapıdan geçerken uğramışcasına “çocuk böyle makyaj yapmaz, böyle etek giymez, çocuk dediğin bu şarkıyı söylemez” yorumlarıyla çapraz sorgulanan bu kızların ergenliği, her hafta tezat beklentilerle biraz daha törpüleniyor. Modern şöhret pastasının Türkiye diliminde de, yeni ergenleri kırpıp yıldız, eski yıldızları kırpıp bayat dedikodu yapıyorlar. 


""""""""""""""""""""""""""""""""""""""

P.S. Bu yazıyı hazırlarken çok acayip bir haber aldım Twitter'da. İşin peşine düşünce seneler önceki tatlı bir göz yanılması olarak adlandırılıp geçiştirilecek Yaş 15'e bebişli rakip çıktığını öğrendim.




O mide kaldırıcı derecede fıstık yeşili kostümün içinde gerdan kıran kızın adının Berna gibi bir yetişkin ismi olduğuna neden hiç şaşırmadım, ben de bilmiyorum. Hem bak, Sibel Can estetiği falan diye fotoğraf altında giydiriyordum da, boş atıp dolu tuttum yine. Haydi yine iyiyim.

6 Temmuz 2012 Cuma

İlanen duyrulur!

Elmoş Blogculuk Ltd. Şti. adına bendeniz Av. Elmoş Özcici ve Datç asıllı çok saygıdeğer Baron von Plastik beyefendinin sahaf köşelerinde unutulmuş kültür miraslarımızdan faydalanarak içerikleri oluşturduğu Anlatsam Fotoroman Olur isimli ve akılalmaz derecede konulu blog bugün itibariyle halkımızın takdirine sunulmuştur.

İlginiz için şimdiden teşekkürler ediyor, dükkanımızın önüne uzatma kabloları marifetiyle taşınmış hoparlörden yapılacak popüler müzik dinletisinin yanı sıra, katılımcılara çeşitli yemiş ve gazlı içeceklerin de ikram edileceği büyük açılışımızda hepinizi görmeyi ümit ediyoruz.

Saygılarımızla,

AFO Ailesi 

Eser sahibi: Baron von Plastik

Eser sahibi: Elmoş Özcici ve kuzeni Tuğçe Özbibi