21 Temmuz 2012 Cumartesi

Recep Ağbey

Bizim işyeri binasının arka taraflarında bir yere birkaç hafta önce birkaç çadır kuruldu. Bunların Cirque du Soleil'in Totem gösterisinin gerçekleştirildiği çadırlar olduğunu öğrendiğim andan itibaren gidip görelim diye tutturdum. Sonunda görece makul bir fiyata biletler aldık, kavuran sıcakların tam ortasında, şehrin güneyinde kalan endüstriyel alana doğru trene, yine trene ve otobüse bindik. Nihayet birbirine avlularla bağlanmış çadır kompleksinin içine buyur edildik ve diğer heveslilerle beraber gösteri çadırına geçeceğimiz anı beklemeye başladık. Saati de öyle güzel seçmişiz ki, tam gün ortası. Çoluğunun çocuğunun elinden tutan, "Allah aşkına birkaç saatliğine şu maymun iştahlı, şu şımarık çocukları biri benim yerime sustursun. Yok susturamıyorsa, bu acıyı benimle beraber yüzlercesi paylaşsın" diye koştur koştur gelmiş. Beklediğimiz "lounge" çadırının içinde gösteriye bir saate yakın zaman kala tüm süperultramega boy patlamış mısırlar sadece eller ve ağızlar boş durmasın diye yenmiş, tek bir kovaya boşaltılsa bir okyanus edecek dev kokakolalar içilmiş. "Sıradakiiiii!" der gibi, "Haydi beni eyleyin" der gibi, "Başka bir şey yemeyeceksek, bari o zaman güldürün" der gibi tatminsiz bakışlar yüzlere yerleşmiş. Kimisinde o kadar bilinç bile yok, bittikçe habire gidip yiyecek-içecek yeni bir şey alıyor. Gözü boşta kaldığından bir yandan "Keşke laptopı getirseydim, dizi izlerdik şimdi" diye üzülüyor.

Sıcaktan yerimizde duramaz olunca yazlık yerde sahil boyunu, köşeyi bucağı gezmeden huzuru bulamayan sandalet içine beyaz soket çorap giymiş dede gibi çadırı turlamaya başladık. İçinde turne bilgileri, dansçıların, akrobatların fotoğrafları olan ve sayfa doldurabilmek için fotoğrafların arasına onar santimlik boşluk bırakılmış, yazıları koca koca, sert kapaklı kitaplar, satılık maskeler, logolu tişörtler, bereler, hatıra kalemleri, takvimler, not defterleri, ajandalar, CD'ler, posterler. Her bir ürünün başına karınca gibi üşüşmüş en az dört kişilik aileler. Yedi-sekiz yaşlarındaki oğlunu ve kızını süpermarket arabası gibi itiştirip çekiştiren, mutsuzluğu yüzüne yılışık bir gülümsemeyle kazınmış, adeta iğdiş edilmiş bir adam ve menopozlu görünümlü, cinnet geçirmeye birkaç saniye yakınlıkta duran karısı. Ya karaciğeri iflas ettiğinden ya da cruise gemisinde maruz kalınan doğaüstü ve sürekli dik açıyla vuran güneşten dolayı morarmış bir yüzle, açık yaka bağırlarıyla sevimsiz bir çift. İki ergen kızla (biri kendi kızı, diğeri kızının en yakın arkadaşı) gelmiş hüzünlü, dul baba. Gösteriş fırsatını kaçırmayıp 45 derece havada ful makyaj yapıp en yüksek topuklu ayakkabılarını giyerek, yanlarında basketbol heveslisi oğlan çocuğu gibi duran bol tişört-diz altı şort giymiş sevgilileriyle gelen ve şov arasında sevgilileriyle iştahla öpüşecek 20 yaşlarında tipik Amerikan kızları. Bir örnek ince çerçeve gözlük takmış, birbirine kardeş kadar benzeyen Fransız çiftle oturmayı kalkmayı bilen adam yüzlü, annelerinin elinden tutmayan çocukları. Pretzel, mısır, kokakola standının arkasından bıyık altı gülüşüyle bu kitleyi süzen görevliler. Prefabrik tuvaletlerin altısını sırt sırta dayamakla oluşturulmuş tuvalet alanı. Ve elbette içeride nabız düşmesin diye giderek yükselen bir müzik sesi.

Yelkovan 12'nin üstüne gelince biletimizde yazan kapılarından ana çadıra yavaş yavaş doluşmaya başladık. Her giren beklentinin coşkusuyla bir an kendini büyüleyecek bir şey görmüş gibi şaşırıp, cep telefonuna saldırıyor. Çek çekebilirsen; içeride ışık müsait değil, zaten izin de verilmiyor. Ama olsun, karlı-tozlu-buzlu, sonradan hiçbir şey anlaşılmayacak anlamsız fotoğraflar çekildi. Manzara desen, çadıra destek veren birkaç direk, tam ortada üstü örtüyle kaplı iskele, az sonra içinden neler neler çıkacağı kestirilemeyen insan boyundaki sazlık maketi, sahneye dökülen multivizyon rampası ve herhalde 200-300'e yakın, yere sabitlenmiş tribün koltuğundan ibaret. Ellerinde biletleriyle izleyiciler, turist olarak geldikleri bir memleketi gezer gibi yüzlerinde merakla karışık memnun bir ifadeyle koltuk sıralarında kendi numaralarını arıyorlar. Derken kargaşa çözülür gibi olduğunda, yanımıza birkaç kişi geldi oturdu. Aramızda nece konuştuğumuzu da ihraç ettiğimiz diziler sayesinde anlamışlar, Türkçe'yi sökmüşler, iki kızdan biri lafımı bölüp memleketini belirttikten sonra (Suudi Arabistan) Türkiye'den olduğumu teyit etti. Sonra Kıvanç Tatlıtuğ gibi sarışınmavigözlüdalyan erkeklerin cirit attığı memleketten gelmiş olağanüstü şanslı bir kadını ekran dışında görmenin heyecanıyla en rahatsız edici şekilde beni süzmeye başladı. Ben de hiçbir zaman doğuramayacağım bir Japon çocuğu olduğu için ön sıradaki ufaklığı süzüyordum. Ufaklık da hemen çaprazımdaki Çinli kıza, sırf annesine benziyor diye şaşkın şaşkın bakıyordu. Böyle bir göz tıkınması ve birkaç duyuruyu takiben şov başladı. Disko topunun insan şekline bürünmüşünü canlandıran akrobat, çadırın tepesinden sürprizli bir şekilde sahneye indi, üstü örtülü kafes açıldı, dansçılar danslarına ve kafesin tellerine tutunarak akrobasiye başladılar. Arkasından iki sarı kanarya misali giyinmiş, yerden birkaç on metre yükseklikteki salıncakta danseden çift, bitince de Uzakdoğu motifli tek tekerlekli bisiklet gösterisi geldi. Müzik ve ışık değiştikçe sahneye yeni bir ekip çıkmasını artık benimsediğimizden, davulların ritmi hızlandığında dikkat verdiğimizi kanıtlamak ister gibi vücutlarımızı dikleştirerek alev desenli dar bluzlar ve deri pantolonlar giymiş adamların sağlı sollu sahneyi kuşatmasını, en ufak tefek grup elemanının üst üste monte edilmiş sırıklara tırmanmasından ve belinden çelik halatla bağlı olduğu çadırın tepesine doğru yükselmesinden ibaret, zevksiz şovlarını izlemeye başladık. İşte, o sırada benim için şovun sıradanlığını ortadan kaldıracak bir detay keşfettim: Kod adı Recep Ağbey.

Kim bilir gerçek adı Mezon Franse olan Recep Ağbey, grubun en yaşlısı ve göbeklisiydi. Alnının iki tarafından seyrelmeye başlamış koyu renk saçları, Suudi Arabistanlı kızların sandığının aksine Kıvanç Tatlıtuğ'a oranla daha Türk sayılacak tipiyle derhal diğerlerinden ayırd ediliyordu. Kenarda koca göbeğiyle durup hiçbir şey yapmadığı halde "Yine şovun büyüğünü biz yaptık, iyi yorulduk ha, helal olsun bize!" diye içinden geçirir gibi, ekibinin en dinamik ekip ve yaptıklarının şovun en büyük numarası olduğunu sanar gibi bir duruşu vardı. Gözlerimi ondan alabildiğim an, dönüp Serhan'a baktım. Kısacık bir sürede durumu ikimizin de aynı yerinden kavradığımızı anlamaya yetecek kadar göz göze geldik ve gülmeye başladık. Recep ağbey sahnenin bir orasında, bir burasında yama gibi, leke gibi durmaya ve hiçbir şey yapmamaya devam ederken yarı bükülmüş vaziyette insanı nefessiz bırakacak bir kahkahaya tutulmuştuk. Biz yüksek sesle Recep Ağbey'in hallerini, tavırlarını tasvir etmekte yarışırken, Totem şovundaki tüm dansçılar veda danslarını yapmak üzere sahneye doluştular. En arkada kalan Recep ağbey yine grubuna ve diğer dansçılara yüzünü dönmüş, tıpkı lisenin son gününde kep töreni karambolünde ilgi odağı olmaktan mahçup olan ama bir yandan gördüğü ilginin haklı bir ilgi olduğuna inanarak kabaran gencin arkadaşlarıyla bu anı paylaşma çabasına benzer şekilde, kısacık da olsa onlarla göz göze gelmeye ve bakışlarıyla "Yahu, amma alkışladılar! Amma büyük işlere imza attık yine! Yahu! Haha, bak hala alkışlıyorlar! Ayağa da kalktılar! Ti! Yau, durun! Tamam, iyiydik, kabul! İyi de değil, yine fişek gibiydik, fişek! Çok şükür! Hepimizin (ama en çok benim) başarısı (başarım) bu!" demeye çalışıyor gibiydi.

Adı "Totem" değil, "Recep ağbey'in kendini kah dev aynasında, kah amikroskobik bir varlık olarak görmesi ve çevresinden beklediği sonsuz onay" olsaydı, ben sana diyeyim, o şov kapalı gişe oynardı.

Hiç yorum yok: