10 Şubat 2011 Perşembe

Tu-haf-lık-lar

Benden daha dertli arkadaşımla yanyana geldiğimde, onun özgül ağırlığının benimkinden fazla olduğunu bildiğimden hareketle, hemen olmadık bir neşeye kavuşurum. Yüzüm güler. O dibe çökmüştür, ben ondan hafif bir sıvı olarak hemen üstünde uzanmışımdır, ne kadar karıştırsan birbirimize karışmayacağızdır ama yine de o kontrastın altını çizmek istercesine beter bir olumlulukla dolarım. Onunla karşılaştığım az önceki ana kadar beynimi kemirip duran dertler, "şu durum nasıl olacak"lar, "bu hal nasıl düze çıkacak"lar bir anda "olur olur, her şey olur, sağlık olsun da..." noktasına gelir. Neden? Neden o tümler ve bütünler açıcılığıyla anın gereğini kavrar ve rolünü sahiplenir bünyem? Bilemem. Kendim bilmiyorum, karşımdakine hiç soramam. Bir sorumluluk, mecburiyet. Şimdi benim gülümsemem lazım, onun durumu benden beter, somurtmaya hakkım yok. Sürekli adalet dağıtırım. Çok gülünen, sabun köpüğü neşesiyle coştukça coşan ortamda da bazen tek somurtan ben. O köşe kapılmış, gülecek olan kahkahaları etiketlemiş, bana kalmamış. Hele bir de eskaza "canın mı sıkkın?" diye sorulsun. Tadımdan yenmez.

Benzer bir durum: Mesafe olarak uzaklaştıkça anneme daha da fazla benzemek. Aramızda kilometreler ne kadar artarsa - o içimdeki çatışmayı sürdürmek için midir bilmiyorum - anneme dönüşmek. Huyuyla suyuyla, konuştuğu sözlerle, bakışıyla. Denge noktasını bulmaya çalışıyor sürekli içimde bir şey. Ying yang meselesi, annemle çatışmazsam ben ben olamam. Madem elimizde anne yok, kendimin bir kısmını - sol yanımı mesela - ona adıyorum. Kızmıyor muyum kendime böyle yaptığım için, kızıyorum. Anneme dönüşen kısmımın ağzından dökülenlere çoğu zaman şaşıyorum, inanamıyorum.

Böyleyken böyle.