25 Ocak 2009 Pazar

Resimli kitaplar


daha çok okunuyormuş. Buraya fotoğraf koydukça yoğun ilgiyle karşılaşıyorum.
Yeni bir şeyler yazdım, yazıyorum. Devamı gelecek, seri üretime geçmeme şu kadar kaldı.

Metronun sütununa yaslanmış yaşlı adamın dergisi anlık rüzgarımla kıpırdanıp, canlanıyor. Köşeyi döndüğümde, aynı yöne yürüyenlerin geçici ordusuna katılıyorum. Uygun adım yanından geçip gidiyoruz; yere düşmüş insanların, önlerindeki kartonlara mazeretlerini yazıp dilenenlerin, kucaklarına serdikleri haritalara bakan turistlerin, birbirine havlamayan köpeklerin ve ağlamayan, adam ciddiyetinde çocukların.

İlk yol ayrımda merdivenlerden aşağı inenler ve çıkanlar şeklinde ikiye bölünüyoruz. Dışarı çıkan birliğin komutanı ben. Çıkış kapısının önünde bekleyenler, emirlerimi yerine getirmek üzere birilerine kavuşuyor; sağ eller, sevgilinin sol eliyle birleşiyor, dudaklar birbirlerine kenetleniyor. Sıcak nefesler atkıların arkasında uçuk beyaz bir buhara dönüşüyor.

Yer yer erimiş karların arasına dökülmüş küçük çakıl taşlarının verdiği dengeyle, mağazaların bölüştüğü kalabalığa karışmış, yürüyorum. Büyük beden kaşmir bir kazağa, simli turuncu ojeye veya kürklü botlara değil, onları çevreleyen insanlara dalıp gidiyorum. Vitrin önlerinde tedirgin bekleyişleriyle göçmenler, sigaradan peynirli poğaça gibi kokan ellerini hohluyorlar. Bebek arabaları zikzaklar çizerek tombul anneleri peşlerinden sürüklüyorlar. Cam kenarında oturmuş gençler, bol gelen hayallerinin içini doldurmak için koca, dilim pastalardan yiyorlar.
Çabasız, kendiliğinden, rahat varoluşlarını iştahla yutuyorum, kibarca yudumluyorum. Kirpiklerimin objektif kapağı olduğu bir fotoğraf makinasında, anlık görüntülerini donduruyorum. Hayali bir deftere not ediyorum. Bildiğim her yöntemle kayıt altına alıyorum.
Başım, uçan bir balon gibi; düşüncelerin ipiyle bağlanmış vücuduma. Savruldukça savruluyor binbir ayrıntının orta yerinde. Kendimden geçiyorum. Bir gün daha geçiyor.

24 Ocak 2009 Cumartesi

Sevgili Tolga, (edited)


Ne kadar az fotoğraf çekmişiz. Neredeyse hepsi evde, amelasyon. Yazıklar olsun. Tarih sırasına koydum. Ara dönemlerden varsa, sen de yolla.

İlk Bostancı Gösteri Merkezi'nde Fat Boy Selim için karşılaşmıştık.
İkincisinde Kadıköy'de bir pidecide buluşmuştuk. Yüzümü kaplayan kocaman güneş gözlüklerimin arkasında en az Audrey Hepburn kadar eyelinerlı ve takma kirpikliydim.
Üçüncü seferde beraber Bilgi'de kısa film festivaline gitmiştik.
Dördüncüde Gizli Bahçe'deydik. Gençliğimizi meze etmiştik, hayallere dalmıştık.
Bilmemkaçıncıda, haftaiçi sabah 4 buçukta İstiklal Caddesi simitsarayı, simitkrallığı, simitland geçidine dönüşmeden önce, Arby'steydik. İki saat sonra işe gideceğini konuşuyorduk. Dans etmekten saçlarımız bozulmuştu.
Bir milyarıncıda Park Orman'ın kapısından davetiyeli içeri giriyoruz diye böbür böbürdük.
Bir diğerinde akşam yemeği için caddede buluşuyorduk.
Dulcinea'da bayram harçlıklarımızı oluk oluk akıtıyorduk.
Film festivalindeki filmden yeni çıkmış, yerimize sığamıyorduk.
Dolmuştan inmiş, kaldırıma kusuyorduk.
Komşulara kapıyı kırdırırcasına Stevie Wonder'lıyorduk.
Tuzla'da tek battaniyeyi dört kişi paylaşıyorduk.
Olimpos'ta kan kusup, kızılcık şerbeti içtim diyorduk.
Kavga edip, hızlı hızlı ayrı yönlere yürüyorduk.
Güldüklerimizi hatırlayıp yolda deli demesinler diye yalandan telefonu kulağıma götürüp anlattıklarına gülüyormuş gibi yaptım, bir kaç yüz kere.

Nişanlı oldun, koca oldun da adam olamadın. Adam oldun da, yaşlanamadın. Yaşlandın da, itiraf edemedin. Huzursuz ruh gibi dolandın ortada. Mutlu etmek için heba edilen, kendini paralayan bir ruh gibi.
Geceyarısı buz gibi denizin ortasında, iki kişilik deniz bisikletine on kişi abanmışken, bisikletin önünde büyük lider gibi gururlu duruşunla hatırlarım seni.

Bugün hatırladım da yüzümü güldürdün. Jötem bonobo.

İki tane şeyden bahsedecek idim.

Azar azar, Cesar bize ne yazar?/Böyle gelmiş, böyle gitmez o kadar.

Kaç gündür bahsettirtmediniz.

Bir: House (dizi)
İki: Dog whisperer (öğretici program)

Kaç taslağa başladım, kapattım. Bu sefer niyet ettim.

House'a Barışlar bayılıyorlardı.Sürekli masada House espirisi, quoteu. Nasıl bir dizi diyorum, şöyle bir cevap veriyorlar, hep bir ağızdan söylenenleri toplarsak:

1)Sakat bir adam var
2)Doktor ama doktorluk yapamıyor
3)Buna çok enteresan, kimsenin teşhis koyamadığı hastalar geliyor
4)Hepsini iyileştiriyor

Doktorun adının House olduğunu bile bilmiyordum. Ben sanıyorum ki; bunlar gizli bir evde hasta tedavi ediyorlar. Kocakarı yöntemleriyle. Ameliyat falan yapamıyorlar, enteresan şekillerde bu insanları kurtarıyorlar.

Sonra TV4 imdadımıza yetişti ve her gün öğlen 3'te House'u yayınlamaya başladı. İlk zamanlarında huysuz ve alkolik kaptanı andıran, abartılı oyunculuğuyla Çiçek Taksi veya Tatlı Kaçıklar dizisi ekolünü aratmayan başroldeki amcaya illet olmuştum. İkinci, üçüncü izlemelerde tam anlamıyla hastası oldum. Bu birinci haberim.

İkinci haberim de "köpeklerle konuşan adam" şeklinde İsveççelendirilmiş, asıl adı "Dog whisperer" olan Cesar Millan ürünü bir TV programı. Bu programı şöyle özetleyeyim;

Millan küçükten beridir köpeklerle iç içe büyümüş, şopar diyebileceğimiz bir ağabeyimiz. Artık neredeyse doğal bir köpek liderliği var. En olmadık, en sorunlu, en saldırgan köpekleri parmağını şıklatıp, "şşş" çekerek yola getiriyor. Köpeğin ne kadar hayvani boyutta bir kurt köpeği veya ne kadar şımartılmış iğrenç bir fifi olması farketmiyor. Millan, hepsine ince ayarda muhteşem başarılara imza atıyor. Mottosu "ben hayvanları rehabilite ediyor, insanları eğitiyorum". Çünkü bu şovda izlediğimiz her hayvanın bir bakıyoruz ki, aa sahibi meğer şeyi yanlış yapıyormuş, ondanmış. Mesela en önemli eksiklikleri hayvana hayvan olduklarını unutturup kafasına çıkartmaları oluyor. Millan diyor ki, hayvanlar doğal olarak emir altında olmaya alışmışlar. Evcilleşmeleri buna bağlı. Sen hayvana yerini öğretmezsen, o da yerini öğrenmediği haliyle arada kalıp, mutsuz olacak. Halbuki istediğini düzgün ifade edersen o da seni takip edecek. Bunun için de ağır Meksika aksanıyla "kalm, asertif eneci" uygulayacaksın üzerlerinde. Falanfilan. İşte bunu da çok izliyoruz ve her bölümde "uuu", "aaaa", "vayanasını" çekiyoruz.

Bir de Millan'ın köpeklerle sosyalleşirken kullandığı Daddy diye bir köpeği var, o da üstteki resimdeki köpek oluyor.

Sonra benim canımciğerim Tolga da geçtiğimiz günlerde blog açtı ve ben de burada linkini koymadım. Yazık olsun bana. Biraz da onun reklamını yapayım.


Burada Tolga, Fransa'da bir hippy olarak ikamet eden amcasının süper karizmatik eski fotoğraflarını ve kendi manyaklarötesi koleksiyonunu scan edip önümüze sunuyor. Mesela neymiş bu koleksiyon;

Tolga'nın çöp evde yaşadığına karine teşkil eden 1989'dan kalma Jurassic Park sinema bileti, on senelik parti flylerları, konser biletleri/tanıtımları, çocukluktan bu yana kutusunu sakladığı G.I. Joe'ları, Majorette arabaları, eski oyun disketleri, kuzeni Bora'nın çizimleri, kankası Elmoş'la fotoğrafları ve daha neler neler. 2001 yılı film festivali seçimlerimizi de koyacakmış, tam bir çılgın.

Kendisine buradan kucak dolusu kucaklarımı gönderiyorum.

Onunla anılarımıza istinaden ahan da ben de fotoğraflı bir entry hazırlıyorum. Tarih şeridimiz olacak, yiğidim.

17 Ocak 2009 Cumartesi

Yeni moda kızların yeni moda erkeklerle imtihanı ve maküs talihi

Arada başka bir taslağı es geçip şunu yazayım hele aklımdayken:
Elizabethtown açıktı geçende. Epilatörle televizyonun önüne geçmişim, bir yandan bacaklarımı alıyorum, öte yandan o gürültüde televizyonu duyabilmek için sese abanmışım, ev şenlik yerine dönmüş. Bilen biliyor; Kirsten Dunst'a ayrı, Orlando Bloom'a ayrı illetim. Bu niteliksiz, yüzonuncu kalite filmde ikisi bir arada. Konu malum; armut gibi bir oğlan; zevksiz, renksiz, eğlencesiz. Bu sıfatların tam tersi bir kız, bununla oynaşıyor. Asortikliklerini üzerinde uyguluyor. Yaratıcı, ışıltılı, çok güzel değil ama birlikte olması çok zevkli. Zaafları açık oynayan, pataküte uncoolluklarını sereserpe eden. Çocuk ilk başta kaçıyor da (çünkü düzayak kızlara alışmış, kızın alterliklerini değerlendiremiyor), kız arıyor da, çocuğun boş anına denk geliyor. Babasının cenazesi için kalkıp geldiği, yabancısı olduğu bir şehirde (ismini unuttum), uçakta hostesliği vesilesiyle tanıştığı bu kızla ben diyeyim 5, sen de 10 saat telefon mesaisinin ardından gün doğumunu izlemek için buluşuyorlar. Kızın özel an yaratma çabaları sayesinde elbette. Kazmadan bir ekmek çıkacağı yok. Kazma, kazma gibi duruyor öylece. Kız itmese, hayatı boyunca hareket etmeyecekmiş gibi.
Kahvaltının ardından eve dönüyorlar, ayrı ayrı. Sonra bir takım antin kuntin işler sonucu bunlar geceyi beraber geçiriyorlar. Kirsten'in bitmek tükenmek bilmez bir "olacak, ha gayret" sabrı var çocuğa karşı. Sabah gitmeden onu uyandırmak, işleri sağlama almak için uğraşıyor. Uyandıramıyor. Tam otelden çıkıyor, giderken çocuk peşinden geliyor, itiraf edeceği bir şey varmış. Tam o noktada epilatörü kapatıyorum, "madem bir aşk sahnesi geliyor hakkını vereyim" diyorum. Çocuk, tüm antipatikliğiyle "İş hayatında iflas ettim, başarısızım. Bittim ben bittim." çekiyor. Kirsten ilk defa hak verdiğim bir tepkiyle "bunu mu diyecektin yahu?" diyor. Çocuk da "He ya, sen ne sanmıştın"lıyor ki, epilatörü geri açıyorum.
Sonra çocuğun tüm armutluklarına, tüm "cenaze bitti, artık evime döneyim" kayıtsızlıklarına, kızı başçavuşun eşeği yerine koymalarına rağmen kız elcağızıyla muzip bir dönüş haritası hazırlıyor, yanında yol CDleri çekiyor, haritaya polaroid fotoğraflar yapıştırıyor, yol üzerinde en güzel blues dinleyeceği, en güzel, ne bileyim mesela tortilla yiyeceği, en güzel manzarayı göreceği yerleri işaretliyor. Çocuk dağtaş gidip, bu yerlerde bulunuyor. Yolun SONUNDA nihayet anlıyor da, kafasına dank ediyor da, lütfediyor da, seviyor. Direksiyonu kırıp tam gaz geri dönüyor. Bir zahmet.
ULAN. Böyle büyükseçim Big Mac menüyü babam da yer. Böyle beleş ilişkiyi köpeğin önüne koysan, köpek bile dile gelir, baylamooos diye şarkı söyler. Sen nasıl bir adamsın.
Ama yok, bu ilk değil. Saydım, bu ilk değil.
Geçen gün "Me, you and everyone we know" izliyoruz. Ben yine cinnetlerdeyim. O filmde de esaskız Erlend Oye'nin fahri kızkardeşi Miranda July, aynı Kirsten Dunst kalemi, değdiğini modernsanateserine çeviren faydalı bir arkadaşımız. Muzip muzip takılırken ayakkabıcı, odun, kazma, işimdeyimgücümdeyim amcayla tanışıyor. Amcanın tüm karşı koymalarına rağmen son sahnede çözümlenen bir aşk düğümüne vesile oluyor. Yine zayıflıklar ortaya dökülmüş, yine süperuncool olarak cool olan bir karakter kız. Hiç şaşırtmıyor.
Yine zehlemin gittiği aktörlerden Demi Moore'un kocasıgilin tıfıl haliyle beş para etmez bir filmi vardı sonracığıma yine geçtiğimiz hafta. A lot like love. Keza yine patates çuvalı bir oğlan, yaratıcııı, çılgıınnnn, dellliidollu bir kız. Hayatlarının değişik dönemlerinde kızın müdahaleleriyle bir araya geliyorlar, en sonunda tamamına erdiriyorlar işi.
Abilerim, ablalarım! Bu işe bir dur denmeyecek mi?
Filmlerini çeke çeke oğlanları iyice pasif, sümük ettiler. Kızlar koşacak, koşması da yetmez "sürprizlerle şaşırtacak, karıştıracak, köpürtecek", sonra oğlanlar kariyerini önce bir düşünecek, bir tartacak, bir bakacak, hayat gailesinden fırsat bulursa kıza bir şans verecek, kız da oğlanın üzerinde kendini ifade edecek ve yaşayan en büyük sanat eserini yaratmış olacak.
Dayanamıyorum.
Yakın tarihte yeniden "When Harry met Sally" seyretmişim, acaba bütün bunların müsebbibi o film mi diye düşünüyorum. Romantik komedi tarihine şöyle bir kısa bakış atıyorum, görüyorum ki hep bir zaaflı kız ve karşısında istese normal bir kadınla da birlikte olabilen, normal yakışıklı bir erkek. Zaaflı kız, kendi anladığı/dinlediği şeylerle ilgilenen bir çocuk istemiyor da gidip illaki başka bir janrda kendini zorlamak istiyor. Challenge arıyor. Aslında çok güzel de değil, adamın ilk bakışta göz koyacağı bir kız değil. Ama allem/kallem kız portlarını açarak, adamı o portlara sokarak hayatında yer ediniyor.
Hiç tersini görmedim.
Akıllı, güzel, kariyerli bir kadının, yaratıcı, şaşırtıcı, zevkli bir adamla tanışıp ama "normal adamla kalıcam" diye direterek bu adamı reddettiği, adamın çeşitli altından girip üstünden çıkmalarla kadını tavladığı ve kadına çağ atlattığı bir film bile görmedim.
Buradan iki sonuç çıkıyor:
1) Öyle birkaç film varsa da ben izlemedim.
2) Erkekler ver yiyim ört yatıyımcı olmuş.
3) Gossip girl dizisindeki erkeklerin hepsi pala kaşlı. İki parmak kaşlı. Koca kaşlı. Atatürk kaşlı. (Bunu bir sonraki yazımızda irdeleyelim mi?)
Hoççakalın.

6 Ocak 2009 Salı

HARUN SÜPER ama koko yakmış harunu


Fotoğrafta Harun Kolçak, Aşkın Nur Yengi'den kat be kat güzel değil mi? Elini vicdanına koy.
(20:33) Behiç:
kenan muhtesem
(20:33) Elmos:
yerim ben bunun bu hallerini cillop gibi cillop

harun super asil behicim
(20:34) Elmos:
harun kolcagin eski halleri var ya

(20:45) Behiç:
giremedin mi bi ise kralini tanimazsin sen
(20:45) Elmos:
yok canim ne isi yahu
(20:46) Elmos:
3 kurusluk adamlara agam pasam mi cekeyim, kafede mi calisayim
(20:46) Behiç:
yok mu turk, doner falan sat
(20:47) Behiç:
harun cok klasik yine harika

en azindan kendi icinde tutarli
(20:47) Behiç:
kenan gibi her telden degil,abisinin sintinisayzirini kurcalarken yapmis gibi tum albumu
(20:47) Elmos:
AHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAH
(20:47) Behiç:
surekli midi degistiriyor

(20:48) Elmos:
AHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAH HAYVANAT BAHÇESİNE DÖNDÜM BURADA
(20:48) Behiç:
(20:48) Elmos:
ANIRIYORUM, KİŞNİYORUM SAYENDE BEHİCİM AHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAH
(20:48) Behiç:
BENDE KLAVYEYİ KIRIYORDUM DEMİN GÜLERKEN AHAHAHAHAH
(20:48) Elmos:
HARUN SÜPER ama koko yakmış harunu
(20:49) Behiç:
hatırlıyor musun bir ara sürekli sezen aksu nezaretten cikariyordu bunu
(20:49) Elmos:
AHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHAHA

(20:49) Behiç:
GOZUMDEN YAS GELDI SEREFSIZIM
(20:49) Elmos:
DEME YAHU sezen de kokocambocu fenamena


Kah Behiç'e oldscool Kenan Doğulu yolladım. Kah milattan önce Harun Kolçak. 90'lar üzerine uzmanlığım sürüyor.

5 Ocak 2009 Pazartesi

-18 diyorum!

Sağda solda, Fransa'sında, Almanya'sında, İspanya'sında, Amarıka'sında dostlarım var; biliyorsunuz ki globalim. Globaliz-m. İsveç'te olunca en güzel şey bu arkadaşlara havanın soğukluğu konusunda onlara hava atmak. Orda kaç, hissedilen kaç diye sora sora kıroluğumuzu yapıyoruz. Dünden beri ortalığı iyice buz götürüyor, fırtınası, karı o biçim. Mütemadiyen weather.com açılıyor, eksi kaçlara düşmüş bakılıyor. Yatağa gideceksen havanın soğuması güzel de, sabah olup güne başlamak, insan içine karışmak planındaysan biraz fenamena. Şimdi uyanmışım, kahvaltımı yapmışım, bir minik duş alıp çıkmayı planlıyorum. Ama dışarıya bir bakıyorum. Hani ortaokuldayken kar yağınca bazen okula gidilmezdi. Resmi olarak okul tatil olmasa da, servisler gelemezdi mesela. Sabahtan kalkmışsın, güç bela giyinmişsin, servise inmişsin. Annem diafondan sesleniyor: "Servis gelmeyecekmiş, hadi eve çık." OH. O an, en güzel an. "Nası uyurum, nası" sandığın an. Halbuse eve çıkınca göreceksin, uyunmayacak o gün. Anne işe gidecek, evde oturup son seste kadın programları izleyeceksin. Pijama altı bağlanmamış botla bakkala gideceksin. Şeker-çukulata alacaksın. Dergi alacaksın. Yatağının üstüne karargah kuracaksın. Boş ambalaj kağıtları, dergi jelatinleri birikecek. Sonra salona geçilecek. Battaniye, yastıkla beraber. Tek ayak çoraplı, teki çorapsız mutfağa geçilecek, dolap karıştırılacak. Mandalina kabuklarını sehpanın üstüne koyarak meyve yenecek. Annenin telefon açıp kontrol etmesine rağmen evdeki yemek ısıtılmayacak. Dışardan yemek söylenecek. Akşama doğru uyku çökecek. O sırada da anne gelecek. Uykuyu bölecek. Akşam yemeği telaşı ve kavrulan soğan kokusu tüm eve yayılacak.
Saatleri, anları belirleyen bir başkası olunca (bizim örneğimizde bu kişi annem), bomboş yaşamak sana düşüyor da, burada mesela tek başımayken günü başlatmak yükü de benim omuzlarımda oluyor. O çok fena. O gün yataktan kalkmasam hiç, o gün başlamaz, bitmez. Yaşadın mı, yaşamadın mı, farketmez. Kafasına göre takılır zaman. İlerler durur.
National museum kapalıymış bugün. Gidecektim hesapta. Hay bin kunduz.

3 Ocak 2009 Cumartesi

Thomas Crown Affair'i izledim geçende. Steve McQueen'e selam olsun Kuzey Kazakistan dağlarından. Para yakışıyor ağbiyciğim. Kah yalıda, kah villada, kah yazlık evde. Komprador komprador geziniyor. İlla ki turuncu gömlekle, kazakla, t-shirtle. Faye Dunaway'in bir satranç oynayışı var, orgazmik. Meme/popo açmadan pornografi. Eliyle dudağına dokunuyor, fil taşını ilerletiyor. O file bir dokunuşu var, ikifilmbiraradacılarda gösterilse patlama sahnesi olacaktı.
Şimdi de klasiklerden Papillon oynuyor. Oynuyor ya, beğenemedin mi? Örtelim telefonu, çok para yazmasın.

1 Ocak 2009 Perşembe

Mutlu yıllar 95!

Öncelikle Serhan dün geceki fotoğraflarını beğenmediğinden onun için banttan yayın yapıyoruz.

Bir yılbaşı hatırlıyorum. Annemler kuzenlerimle beraber biz çocuklar dahil ailedeki herkes için yeni yıl kırmızı külot/donları almışlardı. Bizimkiler klasik annelerin basenlenince giydiği bikini altları gibiydi. Herhangi bir statement da yoktu üstlerinde. Oysa paket kağıtlarının arasında annemlerinkini eşelediğimizde bulduğumuz terifiye ediciydi: Simdi taşlarla kırmızı tanga külotların üstlerine "mutlu yıllar 95" yazılmıştı. Bir süre aralıksız bu mesaja güldüğümüzü hatırlıyorum. Kukunun üstünde iyi niyet yazmasının anlamı neydi? Ne farkedecekti ki? Sonra bu mesaj kimeydi? O kukunun muhatabına mı? Sahibine mi?

Uzun balonları büküp duvara 1996 yazacağımız yılın hemen öncesinde, 95 yılbaşısı bu hatırasıyla bende durur. Onu takip eden yıllarda lafı hormonlarına bırakmış, iğrenç alaycılıkta bir ergen olduğumdan başıma gelen birayla ve kendini fazla önemsemeyle dolu yılbaşılardır. Öncesinde, paketi erken açılmış hediye oyuncakları yılbaşı yemeğine sos ettiğimiz çocukluk yılları var. Eğleniyorsun, çünkü annenler eğleniyor. Gülüyorsun, çünkü onlar gülüyor. O geceki saf mutluluğun sebebi yeni oyuncaklar daha birkaç saat eskimişken, yeni yılın ilk uykusu geliyor.
13-17 arası ergen yıllarını skip forward edelim; teen yılların şahı 18'indeyken 10'dan geri saymaya utanıyorsun. Başka insanların sayarken sana bakabileceği ihtimalinden bile utanıyorsun. Her şeyi bildiğini sandığın için on saniyede şipşak sevindirik olmanı kendine açıklayamıyorsun. Hala o derece iyimser olmaktan nefret ediyorsun. Hayatta her şeyi açıklayabileceğini/çözebileceğini sandığın ucuz edebiyatınla yılbaşını iteliyorsun. Üvey evlat ediyorsun.
20lerin geldiğinde artık içindeki heves yavaş yavaş kaçmaya, balonun sönmeye başlıyor. Gerçekten sönmeye başlıyor. Bu sefer o kadar umutsuzlaşıyorsun ki, öyle geliyor ki gerçekten yılbaşı bir şeyleri değiştirebilir. Sana uğurlu/şanslı gelebilir. "Bu sene bambaşka geçecek" temalı Cosmopolitan makalelerine inanan Ayşe Özyılmazel kızlardan olmak üzeresin o an. Çaresizsin, hayat üzerine çöküyor. Tutunmak istiyorsun o on saniye sonrasına.
Bir de şimdi bulunduğum yere, 27'ye bir bakalım. 27'ye gelmek benim için şöyle bir deneyim: Ne farkedecek ki? Zaman akıp gidecek, ben duracağım. Ben ittirdiğimde ilerlemeyecek, ben geç kaldığımda bana tur bindirecek. Zamanla senkronize olmam gibi bir ihtimal yok. Şartsız teslimiyet. Buyur, al beni. İçinde kaybolayım, sonra bir ara su yüzüne çıkarsam kara yakınlaşmış olsun. O kadar da çaresiz olmayayım. O kadar büyük bir deal da olmasın. Bir çentik olsun duvarda, bir mental not olsun kendime. Sayı doğrusundaki yerim olsun, önümdeki yolun uzunluğuna karine olsun. Bir umut olsun, bir de umutsuzluk olsun. Umut olsun ki yarın uyanmaya sebep bulayım. Umutsuzluk olsun ki kendimi yenip yeniden ordumu kurabileyim. Kendimin, kendime yapılacak en büyük haksızlık olmasına engel olabileyim.

Bu sene kendim için çok güzel şeyler yaptım. Gurur dolu bir sene oldu. Güzel bir yatırım oldu, ekonometri abilerin-ablaların diliyle. Kendime yatırım yaptım ben bu sene. Yılbaşısı da, bir o kadar kendine hastı. 10 dakikalık (inanılmaz-büyüleyici-baksana, baksana diye yakındaki arkadaşı defalarca dürtücü güçte) havai fişek gösterisi için büyük yollar gittik, gösterinin ardından trafik/vasıtasızlık/kalabalık ve -10 küsürlerde seyreden havaya karşı mücadele içinde 1 saat 40 dakika yürüdük. Bacaklarım bugün öyle çok ağrıdı ki, maçlar uzatmaya gidince üzülen futbolcuları anlar gibi oldum. Hemen arkasından iki fincan sıcak çay, gece kahvaltısı ve yumuşacık bir uykuyla çok rahatladım. Rüyamda çok konuştum, çok şaşırdım.

Herkese çok konuşulup, çok şaşırtacakları bir yıl dilerim.