Arada başka bir taslağı es geçip şunu yazayım hele aklımdayken:
Elizabethtown açıktı geçende. Epilatörle televizyonun önüne geçmişim, bir yandan bacaklarımı alıyorum, öte yandan o gürültüde televizyonu duyabilmek için sese abanmışım, ev şenlik yerine dönmüş. Bilen biliyor; Kirsten Dunst'a ayrı, Orlando Bloom'a ayrı illetim. Bu niteliksiz, yüzonuncu kalite filmde ikisi bir arada. Konu malum; armut gibi bir oğlan; zevksiz, renksiz, eğlencesiz. Bu sıfatların tam tersi bir kız, bununla oynaşıyor. Asortikliklerini üzerinde uyguluyor. Yaratıcı, ışıltılı, çok güzel değil ama birlikte olması çok zevkli. Zaafları açık oynayan, pataküte uncoolluklarını sereserpe eden. Çocuk ilk başta kaçıyor da (çünkü düzayak kızlara alışmış, kızın alterliklerini değerlendiremiyor), kız arıyor da, çocuğun boş anına denk geliyor. Babasının cenazesi için kalkıp geldiği, yabancısı olduğu bir şehirde (ismini unuttum), uçakta hostesliği vesilesiyle tanıştığı bu kızla ben diyeyim 5, sen de 10 saat telefon mesaisinin ardından gün doğumunu izlemek için buluşuyorlar. Kızın özel an yaratma çabaları sayesinde elbette. Kazmadan bir ekmek çıkacağı yok. Kazma, kazma gibi duruyor öylece. Kız itmese, hayatı boyunca hareket etmeyecekmiş gibi.
Kahvaltının ardından eve dönüyorlar, ayrı ayrı. Sonra bir takım antin kuntin işler sonucu bunlar geceyi beraber geçiriyorlar. Kirsten'in bitmek tükenmek bilmez bir "olacak, ha gayret" sabrı var çocuğa karşı. Sabah gitmeden onu uyandırmak, işleri sağlama almak için uğraşıyor. Uyandıramıyor. Tam otelden çıkıyor, giderken çocuk peşinden geliyor, itiraf edeceği bir şey varmış. Tam o noktada epilatörü kapatıyorum, "madem bir aşk sahnesi geliyor hakkını vereyim" diyorum. Çocuk, tüm antipatikliğiyle "İş hayatında iflas ettim, başarısızım. Bittim ben bittim." çekiyor. Kirsten ilk defa hak verdiğim bir tepkiyle "bunu mu diyecektin yahu?" diyor. Çocuk da "He ya, sen ne sanmıştın"lıyor ki, epilatörü geri açıyorum.
Sonra çocuğun tüm armutluklarına, tüm "cenaze bitti, artık evime döneyim" kayıtsızlıklarına, kızı başçavuşun eşeği yerine koymalarına rağmen kız elcağızıyla muzip bir dönüş haritası hazırlıyor, yanında yol CDleri çekiyor, haritaya polaroid fotoğraflar yapıştırıyor, yol üzerinde en güzel blues dinleyeceği, en güzel, ne bileyim mesela tortilla yiyeceği, en güzel manzarayı göreceği yerleri işaretliyor. Çocuk dağtaş gidip, bu yerlerde bulunuyor. Yolun SONUNDA nihayet anlıyor da, kafasına dank ediyor da, lütfediyor da, seviyor. Direksiyonu kırıp tam gaz geri dönüyor. Bir zahmet.
ULAN. Böyle büyükseçim Big Mac menüyü babam da yer. Böyle beleş ilişkiyi köpeğin önüne koysan, köpek bile dile gelir, baylamooos diye şarkı söyler. Sen nasıl bir adamsın.
Ama yok, bu ilk değil. Saydım, bu ilk değil.
Geçen gün "Me, you and everyone we know" izliyoruz. Ben yine cinnetlerdeyim. O filmde de esaskız Erlend Oye'nin fahri kızkardeşi Miranda July, aynı Kirsten Dunst kalemi, değdiğini modernsanateserine çeviren faydalı bir arkadaşımız. Muzip muzip takılırken ayakkabıcı, odun, kazma, işimdeyimgücümdeyim amcayla tanışıyor. Amcanın tüm karşı koymalarına rağmen son sahnede çözümlenen bir aşk düğümüne vesile oluyor. Yine zayıflıklar ortaya dökülmüş, yine süperuncool olarak cool olan bir karakter kız. Hiç şaşırtmıyor.
Yine zehlemin gittiği aktörlerden Demi Moore'un kocasıgilin tıfıl haliyle beş para etmez bir filmi vardı sonracığıma yine geçtiğimiz hafta. A lot like love. Keza yine patates çuvalı bir oğlan, yaratıcııı, çılgıınnnn, dellliidollu bir kız. Hayatlarının değişik dönemlerinde kızın müdahaleleriyle bir araya geliyorlar, en sonunda tamamına erdiriyorlar işi.
Abilerim, ablalarım! Bu işe bir dur denmeyecek mi?
Filmlerini çeke çeke oğlanları iyice pasif, sümük ettiler. Kızlar koşacak, koşması da yetmez "sürprizlerle şaşırtacak, karıştıracak, köpürtecek", sonra oğlanlar kariyerini önce bir düşünecek, bir tartacak, bir bakacak, hayat gailesinden fırsat bulursa kıza bir şans verecek, kız da oğlanın üzerinde kendini ifade edecek ve yaşayan en büyük sanat eserini yaratmış olacak.
Dayanamıyorum.
Yakın tarihte yeniden "When Harry met Sally" seyretmişim, acaba bütün bunların müsebbibi o film mi diye düşünüyorum. Romantik komedi tarihine şöyle bir kısa bakış atıyorum, görüyorum ki hep bir zaaflı kız ve karşısında istese normal bir kadınla da birlikte olabilen, normal yakışıklı bir erkek. Zaaflı kız, kendi anladığı/dinlediği şeylerle ilgilenen bir çocuk istemiyor da gidip illaki başka bir janrda kendini zorlamak istiyor. Challenge arıyor. Aslında çok güzel de değil, adamın ilk bakışta göz koyacağı bir kız değil. Ama allem/kallem kız portlarını açarak, adamı o portlara sokarak hayatında yer ediniyor.
Hiç tersini görmedim.
Akıllı, güzel, kariyerli bir kadının, yaratıcı, şaşırtıcı, zevkli bir adamla tanışıp ama "normal adamla kalıcam" diye direterek bu adamı reddettiği, adamın çeşitli altından girip üstünden çıkmalarla kadını tavladığı ve kadına çağ atlattığı bir film bile görmedim.
Buradan iki sonuç çıkıyor:
1) Öyle birkaç film varsa da ben izlemedim.
2) Erkekler ver yiyim ört yatıyımcı olmuş.
3) Gossip girl dizisindeki erkeklerin hepsi pala kaşlı. İki parmak kaşlı. Koca kaşlı. Atatürk kaşlı. (Bunu bir sonraki yazımızda irdeleyelim mi?)
Hoççakalın.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder