30 Nisan 2012 Pazartesi

Art imitating life imitating art

Geçenlerde eve yürürken, içimde aynı his tetiklendiğinden olsa gerek, aklıma eski bir yazım geldi. Akıbetini merak edip blogda bulamayınca yıllardır girip bakmadığım, köşe bucak temizlemediğim taslaklar bölümünü kurcalamaya başladım. Meğer taslak sayım yüzelliyi geçmiş, iyi mi! Yazıktır, atılmasın bunlar, böylesini bulamayanlar var. Bir geri dönüşüm kampanyasıyla, "fabrikadan halka" tarzı arada koysam ya şunları, tüm defosu, yarım kalmışlığıyla, noktasına virgülüne dokunmadan. Modası ve gündemi geçmiş, has vintage yazılar. Meraklısına.

Sevgiler, selamlar,

Elmoş Blogculuk Ltd. Şti. adına

Elmoş Özcici
12 Eylül  2011

Dün Dog Day Afternoon'u izlemeyi nihayet bitirebildik. Filmin mi şarjı bitti, bizim kafada kontör mü bitti emin değilim, bazen böyle zor ilerlediği oluyor. Film Netflix'te önümüze çıkınca (zira film önerileri bir süredir Denzel Washington'ın oynadığı "Büyük Rüşvet", "Polis Teşkilatında Yangın Var", "Sadece Donut Yiyip Kahve İçmekle Olmuyor, Taşın Altına Elini Koysana!"dan öteye gitmiyordu. La Piscine'in ardından ne olduysa oldu, bu film önerildi) biz de büyük iştahla atıldık, bir sahne bile kaçmasın diye önünde yemek bile yemedik. Masada, usulca yedik yemeğimizi ve sonra koltuklara uzanıp esas pozisyonumuzu aldık.
Klişelerin en büyüğüyle söylemek gerekirse, oyunculuk kabiliyeti başlı başına bir sanat eseri sayılan Al Pacino transseksüel sevgilisinin (ve hatta evlendiği için, karısının) cinsiyet değiştirebilmesi için gereken ameliyat parasını çıkarmak uğruna bir bankayı soymaya kalkıştığında yine yardıracaktı. Gel gelelim, o gün açık havada piknik yaptığımızdan veyahut İsveç'ten beri izini kaybettirmiş Smirnoff Ice'ın mahalledeki tekele gelmesinden ve altılı bir paketi derhal buzdolabına, hatta iki tanesini midemize yerleştirmemizden dolayı, filmin yarısına gelmeden gözlerimiz kapanmaya başladı. Uykuya yenik düşüp filmi durdurduk, ama ertesi gün kalanını kahvaltımıza katık edip yan gözle izlemeye devam ettik. Kahvaltı bittiğinde bir kez daha durdurup yine hayata karıştık ve akşam akıntıya karşı kano sürmüş kollar ve sırılsıklam elbiselerle pestilimiz çıkmış şekilde eve dönmemizi takiben giydiğiimiz kuru elbiselerin rehavetiyle ağırlaşmış göz kapaklarımıza rağmen filmin sonunu getirdik. Sonra, her gerçek öyküye dayanan filmin arkasından yaptığım gibi, filmin kahramanlarını gerçek adlarıyla Google'ladım. Öyle çok bile Google'lamadım, yine de bulduklarım çok etkileyici geldi.
Wikipedia küpürüne bakılırsa, banka soymaya kalkışmış ve başarısız olduğu halde efsaneleşmiş John Wojtowicz, soygun planını bir gün önce izlediği The Godfather filminden esinlenerek yapıyor. Kalkıp bir banka soymaya kalkışıyor, başarısız oluyor ve bu öyküye çekilen filmde Al Pacino onu canlandırıyor. Ne kadar tuhaf bir döngü. Hadi "O odanın içinde, o da onun içinde" durumunu bir kenara koy, bir film çekiyorsun ve insanlara o gazı verebiliyorsun, buna ne buyrulur? Last fm'de "insana bir ordu gücünde hissettiren şarkılar" diye tag'im vardı, o hesap. Bir şarkı yapıyorsun ve insana ordu gücünde hissettiriyorsun. İnsanlara otobüs camından dışarı bakarken gördükleri en dandik şeyleri bile romantize edebilecekleri şarkılar yapıyorsun. İnsanlara sinemadan çıkınca her şeyi yapabilecek güçte hissettirecek filmler çekiyorsun. Bir takım duyguları, duygulara bağlanmış eylemleri tetikleyecek bir şey üretmek ne kadar yüce bir iş. Bize de anca şakşakçılığını yapmak düşüyor işte.
Bu arada, merak edip Wikipedia'dan okumaya bile üşenenine söyleyeyim: John Wojtowicz hapishanedeyken filmin haklarını satıp, sevgilisinin ameliyat parasını çıkartıyor. Ameliyattan sonra Elizabeth Eden adını alan sevgilisi, John'un hapisten çıktığı sene birkaç ay sonra AIDS kaynaklı bir zatürre sebebiyle vefat ediyor. John da bir on sene kadar sonra kanserden.


Burada John'un New York Times'a hapishaneden yazdığı ve film hakkında görüşlerini bildirdiği, bir makale olarak basılacağını düşündüğü mektup var. Makale basılmamış, çünkü linkte görüleceği üzre, editör filmin gerçekliğini neredeyse kare kare sorgulayan bu yazıyı pek ciddiye almamış gibi gibi.

21 Nisan 2012 Cumartesi

Fahri Bayındırlık ve İskandinav Bakanı olarak

sizlere bugün bir amme hizmeti yapıp İsveç'te hayata dair birkaç izlenimimi paylaşacağım, oradan da otoyolla İskandinav ırkçılığına bağlanacağız ve bu konu üzerine biraz dertleşeceğiz cankuşlar.

Geçtiğimiz Pazartesi burada eyalet çapında tatil olunca, koşturmacası ve sendromu Salı sabahına devretti. Sabah yedide can havliyle yataktan fırladım, daha ne olduğunu anlamadan, gözlerim kırpış kırpış salona geçip ayağımı altıma toplayarak laptopı kucağıma aldım. Onbeş dakika kadar sağdan soldan gelen reklam içerikli mailleri, arkadaşlarımdan gelen kişisel içerikli mailleri okudum, yapılabilecek en anlamsız işleri ard arda inatla bir bir yapıp, üstüne Twitter'a ve çokça Sacitaslan'a baktım, saat yediyi yirmi geçti mi sana? Her gün böyle, ama her gün. Bir gün de 7'de kalkıp doğrudan yüzümü yıkayıp, saçlarımı taramıyorum. Öncelikle saçmalıklar, saçmalıkların önceliği.

Birkaç dakika daha amaçsızca monitöre bakadurmanın ardından biri üzerimdeki büyüyü bozmuş gibi panikle fırladım. Aynı anda yüzümü yıkamaya, saçlarımı iri bir topuzun içine sokuşturmaya, temiz külotlu çoraplardan biriyle aynısından 7-8 renk aldığım kalem etekleri eşleştirmeye, üstüne ne giyeceğimi bulmak için askıları hırş hırş diye bir o yana, bir bu yana itiştirmeye başladım. Nafile çabalar. Daha o andan, resmi işbaşı saatinin gelmesine bir buçuk saat kala biliyordum ki geç kalacaktım. Nasıl bilmeyesin, buyur işte; dışarıdan rayların üstünde acı bir fren yaparak duran kaçıncı tren, işe yetişmeye aday kaçyüzüncü yolcusunu içine yutup, yoluna tam gaz devam ediyor. Geç kalışım böyle tasdiklenince de hareketlerim hepten yavaşlıyor sanki. Elime ayağıma yükler bağlanmışçasına daha da yavaş hareket etmeye başlıyorum. Adeta durmanın limitine dayanıyorum. Çareleri tükenmiş, elindekileri tamamen tüketmiş bir adamın kaygısızlığı çöküyor üstüme.

O esnada Serhan daha yeni uyanıyor, yatakta bir öyle bir böyle dönerek 360 dereceyi tamamlamış, dikey düzleme geçme iradesini kullanmış, demliğin yanındaki yavru bonzai ağacı bitkimizi sulamış, kendine keyifle çay hazırlıyor. İkimiz de geç kalacağız, ama birimizinki daha mutlu bir geç kalış. Ondan mı, yoksa arada bir kriz gibi gelip gittiğinden mi ne, bir anda cinleniverdim, bir aydır Washington'daki İsveç elçiliğinde mahsur kalmış pasaportlarımızın durumuna sayıp sövmeye başladım. Son günlerde evde durduk yere söylenmenin joker mevzusu bu çünkü. Hem Cuma akşamları yemeğe dışarı çıkıyor ve buzlu-tuzlu margaritalar eşliğinde haftanın kritiğini yaparak iş yorgunluğunu sistemimizden atıyoruz ya; pasaportlar elçiliğe gitti gideli garsonlar kimlik isteyince gösterdiklerimizi bir türlü beğenmiyorlar. Öyleydi böyleydi diye diye, allem kallem masaya içkimizi getirtiyoruz. Daha fazla uğraşasım kalmadı, iki üç kadeh içki içeceğim diye akşam vakti dil dökmekten yoruldum. Haydi onu koy kenara, vize işlemleri 5-10 iş günü alacaktı, ya kabul ya red vereceklerdi hani, bu neyin uzaması böyle? Bir aydır pasaportları karşılarına koydular da seyir mi ediyorlar? ULAN, dedim kendi kendime yüksek sesle, vermezseniz vermeyin be! Size gelmeye heves edende kabahat! Heves meselesi de değil üstelik, Serhan'ın falanca bilim komitesinden alacağı ödülün hatrına, rica minnet geliyoruz. Uzunca bir zaman geçirdiğimizden çok sevdiğimiz, son durağımız olarak bellediğimiz ülkenizin çeşitli doğal güzelliklerinizi görmek, arkadaşlarımızla hasret gidermek için falan değil. Hiç değil. Hiç iple çekmedik bu tatili.

Neyse, oradan laf "Türkleri niye hiçbir yerde sevmiyorlar"a ve kaçınılmaz şekilde "benim öksüz ve yetim ülkem" gıygıyıyla elbette Alamancılara bağlandı. İçeri gidip aynada biraz yakamı paçamı toparlayıp, geri sekerek salona başımı uzatıp, önündeki renkli kavanozlara bıçağını iştahla sokup çıkaran Serhan'a işçi Türklerin Avrupa'daki durumundan dem vuruyorum. Malûm, kendini de,  başkasını da sevmeyen bir milletiz. Başkasını sevmediğimiz gibi, üstünlüğüne kindar biçimde öykünürüz de. Daha fenası, üstüne bir de onların yerine kendimizi koyup gurbetçilerin gıyabında fena fena laflar ederiz. "Onlar da pek cahil, Almanca (veyahut bulundukları ülkenin ana dili neyse) bile öğrenmiyorlar, hayata karışmıyorlar. Kendi köylerindeymiş gibi, içlerine kapanık yaşıyorlar" diye söze girip, duyduğumuz en ekstrem örnekleri dilimize dolarız ya hani... Hah, dolayanlara gelsin bu sözüm: Oradaki adam hayata karışmıyor ama bir sor neden; çünkü beriki de bir noktadan sonra karıştırtmıyor canım. Beriki de ona sadece Mc Donald's'ta yer sildiği müddetçe tahammül gösteriyor. Adamın Mc Donald'sçılıkta ilerleyip kasada durmasına bile katlanamıyor, geçtim dilini konuşup kültürünü sahiplenmesini.

Neyse, dur, asıl zirveye gelecektim: O noktada Serhan, polis kılığına girerek Norveç'in bir adasındaki gençlik kampına gidip, 70 ('e yakın/'ten fazla) çocuğu göz kırpmadan başlarından vurarak öldürmüş aşırı sağcı Anders Breivik davasıyla ilgili birkaç gün önce okuduğu bir haberden bahsetmeye başladı. Breivik mahkemede davasını görecek yargıçların tek tek elini sıkıp, "Siz safkan Norveç için değil, multikültürel bir Norveç'in temini için çalıştığınızdan, hakkımda vereceğinizi kararı kabul etmiyorum ve eğer akıl hastası olduğuma kanaat getirip beni cezadan kurtarırsanız bunu kendime hakaret kabul edeceğim" diyor. Duyunca uyku mahmuru gözlerim yuvalarından fırladı doğrusu. Irkçılığının boyutundan değil, ona alıştık. Neredeyse. Her gün daha beterlerini duyuyoruz. Ama değil mi ki İskandinavya'dan böyle açık sözlü, kabasını almadan, tüm çıplaklığıyla ırkçılığının arkasında adam çıkmış, hayret! O şakacıktan, o kibarlıktan, o incelikten kırılan dostane görünümlü, ayna kaplamalı modern ırkçılıkları nerde? Ee, nerede olacak, adam Norveçli sonuçta. En mühim İsveç önyargılarından biri, Norveçlilerin parayı sonradan bulan hanzolar olduğu. Norveç'tekiler daha az sofistike ya, Breivik de hanzo olduğu için rahat rahat, fütursuzca konuşuyor. İsveçlilerde olan görgü onda yok ki dişini sıkıp gülümseyerek "Ne zaman ülkenize dönüyorsunuz?" yumurtlasın. İsveçlideki üstün görgü onda yok ki siyasal doğruculuk adına ırkçılığın hasını eğip bükerek yutulabilir lokmalar haline getirsin.

Şimdi gerçekler: (Elbette hepsi değil, ama kayda değer bir kısım) İsveçliler şöyle bir ırkçılık yapmıyorsa, bilmek lazım ki kibirlerinden. Kendilerini dünyanın en üstün ırkı olarak gördüklerinden ve en üstün bir ırka böyle açık bir ırkçılığın yakışmayacağını düşündüklerinden. Estetik kaygılar sebebiyle yani, canları çekmediğinden değil. Doktorasını savunduğu günün hemen ertesi günü dolan bir vizeyi Serhan'a vermeleri tesadüf değil, ne de Stockholm Üniversitesi'nden kabul mektubu geldiği halde vizede türlü tuhaf sorun çıkartılıp aylar sonra master programına başlatılan arkadaşımız olduğu yalan. Girdiğimiz herhangi mağazada İsveççe cevap veremediğimizde en sıcak gibi ama gergin gülümsemeyle nereli olduğumuz sorulup, Türkiye'den olduğumuz öğrenilince "Ne zaman döneceksiniz ülkenize? Döneceksiniz değil mi?" diye üstümüze çullandıkları da doğru. Odasını kiraladığım kadının "Türkiye'den geldiğini bilseydim, bu işe peki demezdim" dediği, bir diğerinin bunu beni rencide edeceğini düşündüğü için salon kapısına üstünde boydan boya "Greece" yazan havlu astığı ve havluyu işaret ederek "Rahatsız mı oldun?" diye manidar şekilde sorduğu da. Evimize gelen muslukçu tarafından bile Türkiye konusunda taciz edilmiş biri hukuk masterlı, diğeri moleküler biyoloji doktorası yapmış insanlarız. Bu ülkeye işçi olarak gelen ne yapsın? Onu kim alacak da ciğerine sokacak? "Avrupa'da ülkemizi en güzel şekilde temsil etmeliyiz" çabasıyla en eğitimli, en uygar, en mini etekli olduğumuzu yurtdışında masterlara gidip onbinlerce lirayı o ülkenin ekonomisine akıtarak kanıtladık da, kabul ettiler mi sanki? "Buraya okumaya geleni seçmece, bunlar sadece vitrin" diye ciddiye almıyorlar daha ziyade.

Bunca lafı konuşaduralım, iyice geç çıktım yola o gün. Otobüste haber başlıklarına, kimi zaman haberlerin altındaki ileri milliyetçi yorumlara öfkelendiğim The Local'a bakarken gördüm ki ırkçılık tartışması sadece bizim evin salonunda değil, İsveç'te de aynı anda cereyan ediyormuş. Haberdeki fotoğrafta ve videoda görüldüğü kadarıyla, İsveç Kültür Bakanı Lena Adelsohn Liljeroth Stockholm'deki Modern Müze'nin 75. yılı ve Dünya Sanat Günü münasebetiyle sergilenen eserlerden biri olan Afrikalı bir kadın görünümündeki pastayı, kahkahalar ve kendi gibi bembeyaz tenli dostları eşliğinde kesiyor.  (Bu arada söylemek gerek: Pasta kesilirkenki kahkalara, masadaki delikten yüzünde pastaya uygun bir makyajla başını çıkarmış sanatçının sözde kadın sünnetine ithafen inlemeleri ve ağlamaları karışıyor.) Pastanın yapılma sebebi, sanatçı Afro-İsveç asıllı Makode Linde'nin hala uygulanan kadın sünneti kanayan yarasına parmak basmak istemesi. Yalnız o an çekilen video ve fotoğraflar bambaşka bir gerçeği öyle bir kör gözüm parmağına şekilde özetliyor ki, asıl mesajın pastayla değil, pasta tuzağına düşen bakanın fotoğraflarıyla verildiği konuşuluyor şimdi.



National Association of Afro-Swedes'in yaptığı açıklamayla görevden istifaya çağrılan bakan, cevaben sanatın provokatif olması gerektiğini, kendisinin de bu riski aldığını söylüyor.
“The actual purpose of World Art Day was to discuss and highlight the role of art in society,” she wrote. “Art must therefore be allowed room to provoke and pose uncomfortable questions. As I emphasised in my speech on Sunday, it is therefore imperative that we defend freedom of expression and freedom of art - even when it causes offence.”
Pastayı yerdik de, cevabını yemedik ablacığım.

Hepinize daha az ırkçılıkla muhatap olduğunuz, pasaportunuz cebinizde günler dilerim.

16 Nisan 2012 Pazartesi

Oasinstagram

Şu Oasis nasıl vizyon sahibiymiş vaktiyle, kıymetini bilemedik. Adamlar Instagram'dan önce Instagram fotoğrafı nasıl olur, onu keşfeylemiş, iyi mi? Kare kadrajlı, beyaz çerçeveli, sarı-koyu tonlu konsept fotoğraf Ltd. Şti. Yirmi sene sonra Instagram'ın Facebook'a 1 bilyon dolara satılacağını bilselerdi, koşşa koşşa gitarları en yakın müzik alet dükkanında satarak kendilerine bir cep telefon uygulama yazılımcısı tutarlardı. Yaz kızım kereviz, cep telefonlarında fıtı fıtı yapınca en kötü fotoğrafı bile dramatik hale getiren bir uygulama yaz.

Şimdi Noel Liam kardeşler bir bilyon kere başlarını duvara vuruyorlardır. Gümbede güm gümbede  güm güm diye.

Instagram filtre adı: Rise
 Instagram filtre adı: Brannan
Instagram filtre adı: Valencia... olabilir mesela.

9 Nisan 2012 Pazartesi

Özcansı

"Yaşadıklarımı yorumlarken belirgin bir umutsuzluk yansıtıyor ya da olayları dramatize ediyormuş görünüyorsam, bilinçli bir kötümserliğin her zaman safdil ve teslimiyetçi bir iyimserlikten daha kurtarıcı/özgürleştirici (emancipatory) olduğuna inandığım içindir." (Kelimelerdeki bold, parantezdeki İngilizce yazara ait.)
Ahmet Oktay, Gizli Çekmece (Basın, TRT, Edebiyat ve Bohem dünyasından resimli hayat-ı hakikiye sahneleri), Yılmaz Yayınları, 1991.

Kim için söylemişti hiç hatırlamıyorum, Özcan Deniz bir televizyon röportajı esnasında, dizisinin yapımcısı veya başrol oynadığı filmin yönetmeni sorulduğunda "Onun elinden çıkmış herhangi bir işin altına imzamı atarım" demişti. İşte, ben de Özcan Deniz kadar büyük bir samimiyetle, imzamı bu lafın altına atmak isterim.

8 Nisan 2012 Pazar

Detay


İlhamın ne zaman, nerede geleceği, nasıl tetikleneceği hiç belli olmuyor. Her gün ofise yemeğimi, muzumu içinde götürdüğüm, beslenme çantam olarak kullandığım bu kağıt poşeti buraya ibret olsun diye koyuyorum. Çantamın dibinde bulduğum tükenmez kalemle iç çeperine trende aldığım notlar az sonra yazmaya başlayacağım bir yazının bel kemiğini oluşturdu.

Merhaba candostlar, ben evdeki yüzlerce küçük not defterinden tek bir tanesini bile çantasına atmayan, kendini zor durumlarla başbaşa bırakan insan.

1 Nisan 2012 Pazar

Grizzly Bare

Dün akşam Herzog'dan Grizzly Man isimli belgeseli seyrettik. Görünürde konusu, ayılarla dost olmayı hedefleyerek, ayıların saldırganlığı ve beyaz balina Aydın misali insanoğluyla dost olmazlığına dair aklı başında insanlarda bulunan bir yargıyı yıkmak için uzun yıllar boyu çabalayan 46 yaşındaki Timothy Treadwell'in, sonunda kız arkadaşıyla beraber ayılar tarafından hapır hupur yenmesiydi. Fakat film bu vitrinin arkasında ve Herzog'un yerinde müdahaleleriyle, uyuşturucu madde bağımlılığından kaçıp doğaya sığınmış, doğanın ona gösterdiğine inandığı cömertliği ayı-insan iletişimini sağlayarak geri ödemeyi planlayan, yarım akıllı, ailesi ve sevdikleri olmasına rağmen kimsesiz bir adamın toplumun dışına itilmesinden kaynaklanan çaresizliği, doğaya sığınma süreci içerisinde ona doğal parkta yaşaması için erzak taşıyan ve olayın ardından ayı tarafından kemirilmiş cesedine ulaştıklarını tüm detaylarıyla, en soğukkanlı vaziyette anlatabilen kendi gibi gariban tanıdıklarının bu genç adama karşı dünyaya uzaydan düşmüş yabancı bir cisime duyulan cins meraktan başka herhangi bir sevgi duymamış olmaları gibi enteresan konular işliyordu.

Yalnız peşinen iki şey söylemek gerek: Öncelikle, Treadwell için yarım akıllı derken, onu yargılamıyorum. İkinci olarak, hayvan sevmeyi elbette ki yarım akıllılığa hasretmiyorum. Ayrıca yarım akıllı olmak bir suç da değil, kimi zaman bir avantaj. Biliyoruz ki kutup ayıları, açık renk gözlü insanlar gibi, genetik bir hatanın sonucudur, ve bu sayede avantajlı konuma geçip, karşı cins tarafından her seferinde daha da canla başla seçilerek çoğalıp durmuşlardır. Yarım akıllının durumu da o hesap; akıllıların sofrasında zararsız görüldüğünden, akılsızların yanında ileri görüşlü bir lider bilindiğinden, kimi zaman en olmadık hedeflere sıkı sıkı tutunarak yolunu bulur. Şüphesizlik, onu her geçen gün daha güçlü kılar. Akıllı insan varoluşun akışını olmadık sorularla duraklatırken, yarı yolda pes edip fırına başını sokarak, avuç avuç ilaç içerek, dolabın içinde kendini elbise askısıyla boğarak, başına bir silah dayayarak, kalbine bir bıçak sokarak ölüp durur ve sayıca azalırken, yarım akıllı kaygısızca yaşar ve ürer. Bu yüzden dünyada herhangi bir çağda yarım akıllı, sayıca hep fazla olacaktır. Fakat hakkaniyet açısından çizgiyi doğru yere çekmek ve asıl enteresan noktaya parmak basmak gerek; Treadwell doğuştan yarım akıllı değil. Yarım akıllılık kurumu, kaçtığı her neyse, sığınması için huzurlu bir liman. Tıpkı bir kez inine girip yattıktan sonra rol model olarak benimsediği ayıların sevgisini kendine din edinmesi gibi, bilinçli tercih. Üniversitede kendini Avusturalya'da doğmuş İngiliz asıllı bir yetim olarak tanıtan bu eksantrik adam, Cheers dizisi kadrosuna girmek üzereyken rolü Woody Harrelson'ın kapmasına veya kim bilir daha ne başka sebeplere canını sıkarak kendini 80'lerin uyuşturucu partilerine ve derken alkolün kucağına savuruyor. Kokain ve eroin aşırı dozuna kurban gitmek üzereyken de, tam adına bir türlü ulaşamadığım Vietnam gazisi Terry olarak anılan gizemli dostu tarafından nasıl olduğunu bilmediğimiz bir şekilde kurtarılarak, yine Terry'nin telkinleriyle kendini ayılarla ilgilenmeye ve hayatını bu sayede anlamlı hale getirmeye adıyor.


Yarım akıllı hayatının merkezine koyduğu ayılarla, daha önce yapılmamışı yaparak, dolayısıyla bir ilk teşkil edecek şekilde iletişim kurmayı, onlarla arkadaş olmayı, varlığını yok sayan yalan dünyaya bunu kanıtlayarak onu yenmeyi planlayan Treadmill'den geriye en sonunda, kameranın kapağı kapalı kaldığı için izleyemediğimiz bir video kaydında, kız arkadaşıyla beraber diri diri yenilirkenki altı dakikalık feryatları kalıyor. Şikayeti olduğunu sanmıyorum, son anda bile. Bana sorsalar, Treadmill'in son birkaç yılını bu altı dakikanın hatrı için, altı dakikayı bekleyerek yaşadığını rahatlıkla söyleyebilirim. Kaderini olasılıklara, tesadüflere, başka canlı veya insanların insafına bırakan kişi, sabah dişlerini fırçalasa bile, yaşamaktan çoktan vazgeçmiştir. İradi değil de, ihmali şekilde vazgeçmiştir. O yüzden onun yerine bu seçimi yapan, hatta yapmak zorunda bırakılan, çünkü mütemadiyen huzursuz edilen ayılara büyük, çok büyük saygı duymak gerek.

Ayı deyince aklıma geldi; bizim gariban Datvi'ye neler oldu acaba?


Yüzünü hayvanlara dönmek, hayatını hayvanlara adamak fikri bana çok cazip görünüyor yalnız ha. "İnsanları tanıdıkça, hayvanları daha çok seviyorum" diye beylik bir laf var ya, ben de insanları tanıdıkça çeşitliliğinden büyülensem de, daha çok nefret ediyorum. "Onu beğenmedim, dur biraz da şu yöne yüzümü döneyim" gibi çıkar peşinde değilim yani. Hayvan sevgim hep sabit aşırılıkta; o hiç azalmaz, tavan yaptığından zaten daha fazla artamaz.

(Bu arada merak edenine bir not: Belgeselde Herzog'un kulaklıkla dinletildiği ve ellerini titreterek gözlerini yaşartan söz konusu ses kaydı şu anda bir banka kasasında kilitli duruyor. İnternette bulunan herhangi bir kayıt düzmece, kanmamak gerek.)