28 Kasım 2012 Çarşamba

Gavurnır

Boston'da tanıştığım, burada tanıştığıma şaşılacak denli düzgün bir kızcağızın son dakika davetiyle kalktık bir akşam, Türk organizasyonuna gittik, onu anlatmış mıydım? Kesinlikle anlatmadım. Anlatmadım; çünkü Boston'daki ilk senem kişisel sebepler yüzünden blogda kayıp. Bakıyorum, pürheves gittiğimiz New York'taki günden fotoğraflarımızı bile koymamışım. Hiçbir şey yazmamışım. Bir demir perde inmiş ben ile blog arasına. Genel şeylerden bahsetmişim, geçiştirmişim.

Bu arada, olmaz ya, bloga yolu yanlışlıkla düşen Amerika sevdalılarından özür diliyorum peşinen. Peşinen de olmuyor gerçi, iki senedir anasına avradına sövdük buraların. Sorun burayı sevenlerde değil, bende de değil. Sorun da yok aslında, bir tercih meselesi daha ziyade. Bir de, arkadaş, hep mi aynı model insana denk geliriz burada! Birkaç on defa gözlemledim, emin olacak kadar gözlemlediğime kanaat getirdikten sonra Serhan'a açtım meseleyi: Sokakta yürürken yanımızdan ne zaman Türkçe konuşan bir insanevladı geçse, muhakkak ki paranın lafını ediyor. "Sen ondan 3500 doları al, en güzel arabayı altına çekersin" diyor mesela, veya "Laan, parayı basıp bana market açsana (aynen böyle, kocasına dönüp)" diyor, "Taksidi ödedikten sonra elinde kalanı da bir temiz yersin" diyor", "borç" diyor, "harç" diyor, "kira" diyor, başka bir laf yok. Başta Serhan abarttığımı düşünür gibi gözlerini devirerek güldü. Güldü ama, takip eden günlerde bizzat kendisi aynı şeyi birkaç insanda yakalayınca o gözleri devirdiği yerden toplayıp koca koca açarak (ki yorgun ve uykusuzken iki leblebiden de küçük olurlar) bana yüzde yüz katıldı. İkiyüzde ikiyüz doğru bu yüzden dediğim, Amerika'da yaşayanınız denesin, bakın, göreceksiniz. Haklıysam, sonuçları bana da bildirin. Hatalıysam da hiç ses etmeyin, aman diyeyim o muhitten taşınmayın, aynı kaldırımları paylaştığınız ve paradan bahsetmeyen Türk/Türkiyeli komşularınıza sımsıkı sıkı sıkı sarılın.

Neyse.

Bu bahsettiğim gece, Bir Şey Bakanlığı, Bir Şey'i tanıtmak amacıyla mı, yok, hah, dur tamam hatırladım, Türk milletinin İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere nasıl kucak açtığı ve onlara birer naylon pasaport mu düzenlediği ve böylece ülkemize sokup onları bağrına bastığıyla ilgili bir belgesel gösteriliyor Harvard'ın görkemli bir salonunda. Hazırlandık gittik, maksat muhabbet. Serhan işten gelecekti, ben o sırada işsizim diye doğrudan gittim. Kapının önünde gergin sigara içenleri atlatıp gülle gibi kapıyı iterek girdim. İçeride, Güllüoğlu'ydu yanılmıyorsam, öyle bir firma stand kurmuş, birtakım promosyonlu mallar (baklava??) dağıtıyor. Ben o baklavalardan yiyemedim. Kalmamıştı, veyahut insanlar başına üşüşmüştü ve bu kadar insanın bir dilim kuru baklavanın ısrarla peşine düşmesi asabımı bozmuştu, hatırlamıyorum. Kocaman yapının girişinde, Amerika'da tutunduğu için kendini diğer Türklerden üstün gören, fakat ortamdaki herkes aynı statüyü paylaştığı için bu üstünlüğü yeterince tadamayan ve dolayısıyla huzursuzlanıp çevresindekilere düşmancıl bakışlar atan yüzlerce kalifiye mi kalifiye, krem dö la krem gurbetçi Türk vatandaşlarıyla beraber dikildiğimi ve salona alınmayı beklediğimi, bu esnada Serhan'ı aynı dakikanın farklı saniyelerinde arayıp "Neredesin? Gel beni kurtar!" diye yalvarmak için avucumu küçük bir kuşun üstünü örter gibi telefonun üstüne büktüğümü ve telefonuma fısıltıyla bağırdığımı hatırlıyorum.

Serhan geç kaldı tabii.

Derken bizim evin yakınındaki pizzacıda, kasada çalışan çocuğu gördüm. Çekingen adımlarla, tereddütte kalmış gibi duraksayarak ağır ağır yanıma geldi. Saygılı, mahçup gülümseyişini yerleştirmiş yine ağzına. Başka bir sosyal ortamda görmenin yabancılaşmasıyla önce tanımadım, sonra adını hatırlayamadığımdan yarım yamalak bir samimiyetle "Aa, n'aber?" diye lafa girerken salonun kapısı açıldı, koltuklara yönlendirildik. Etkinliğin başlamasına yakın siyah paltosu, beresiyle kapıda şaşkın şaşkın etrafa bakınan Serhan'ı görünce rahatladım. Gülmeye, hem de olur olmaz ve yüksek sesle ve uygunsuz bir neşeyle gülmeye başladım. Oturduktan hemen sonra ışıklar kapandı, sahneye belli ki Harvard'da önemli başarılara imza atmış bir kardeşimiz çıktı ve etkinliği İngilizce sunmaya başladı. Etrafıma bakınıyorum, bir tepki bekliyorum, ama yok; alan razı satan razı. Silme Türk kaynayan, bir elin parmağını geçmeyecek sayıda Türk dostunun (bu Türk dostu lafı da "Çoğusu sevmiyor, işte bu da böyle istisna bir insandır, sever bizi" gibisinden, hakaret gibi) saçmasapan bir merakla geldiği bu toplantı, böylece İngilizce üzerine kuruldu. Durumun bize çok yakıştığını düşünüyordum bir yandan; konuştuğu lafa şişine şişine İngilizce serpiştiren, kıra döke kurduğu cümlelerin iki kelimesinden birini İngilizce söyleyen, ilk fırsatta anadilinden utanan bir milletin evlatları, her fırsatta Facebook'ta bayrak açanlar filan, cumhuriyet, özgürlük kutlayan, taklar kuranlar, böyle İngiliz mandası olmuşuzcasına kendi kendilerine İngilizce organizasyon edecek tabii. Yakışırrr!

Derken belgesele geçmeden önce sebebi belirsiz bir ödül töreni başladı. Ay, bunlar Bu Büyük Organizasyonu Düzenlemeleri Münasebeti ile birbirlerine kırmızı kurdela takmak için yarışmaz mı? Gören de bulunduğumuz nefis akustikli salonu eliyle inşa etti, gösterilen filmi kendi kamerasıyla çekti filan sanacak. Mekanı ayarlayıp içeri birbirine sonsuz haset duyan yüzlerce insan doldurup, üstüne bir de Güllüoğlu'ndan şekerlenmiş şerbetiyle baklava dağıttığın için bravo canım kardeşim! Aaa, bana bravo dediğiniz için asıl size bravo! Filan. Ortamlar böyle bir saçmalıkla kavruluyor. Yalnız, teşekkür faslı Türkçe. Belki de onu Türk dostlarının anlaması icap etmiyor, ondan. "Fenkyu", "Aaa, itz asıl may plejır" falan denmedi aslında orada, büyük ayıp oldu. Milletimizi yanlış tanıttık, ülkemize turist gelmeyecek bak yine. "Türkler İngilizce plaket vermeyi bilmiyor" diyecekler. "Dı plekıt" diyecekler. Tüh. Bir çuval baklava şey oldu.

Sonra sahneye bu ödül safsatası esnasında bir adam daha çıktı. O adama ben "C adam" diye bir isim taktım ve sonradan defalarca taklidini yaptım. İsimden de anlayacağınız gibi, ödül almanın mahçubiyetiyle aynen bir C şekline bürünmüş, kolları ve bacakları bedeninin önünde, eğile büğüle gelip plaketlerden birini alan, bu esnada da "Yeau, yeau, ne zahmet ettiniz yeau" diye teşekkür üstüne teşekkür eden, ama aslında zaten plaket filan hak edecek bir iş yapmamış, ve hak etmediğini bilmekle "Ya yaptıysam?? Vay be, aferin bana!" sevinci karışımı yüz ifadesi ile bir sağa, bir sola bakınan bir adamcağız.

Bunlar nereden aklıma geldi, şimdi onu açıklayayım:

Geçen Saturday Night Live'ı izliyorken bir de baktık New Jersey valisi Chris Christie bir skeçte canla başla oynuyor. Heyecandan hayli tutuk tabii, gözlerini prompterdan bir saniyecik olsun ayırmadan nefes nefese rol kesiyor. Belli ki feci hevesi de var, o heves ve heyecan ağzını sulandırıyor, sık sık şapırtılı laflar ediyor. Ama sonuçta niyet güzel. Bununla Karagöz Hacivat misali atışan diğer roldeki çocuk da hiç öyle el pençe divan değil, rolü ne gerektirirse o şekilde davranıyor. Program biter bitmez hakiki Türkişi bir refleksle hemmen Bizde olsa . . . (bu noktaların arasını bilhassa açıyorum, anlayana!!! ısrarındaki köşe yazarı misali) temalı anlamsız fikir jimnastiğine giriştik. İşte karşılarınızda "Bizde olsa":

"Başganım, başganım, çog güzel oynadınız başganım. İnanılmazsınız. Adeta oyuncu olmalıymışsınız. En çok ben güldüm başganım."

"Eee, bir şeyler yabdık, değil mi? Eh eh eh"

"Yok başganım, valim, inanır mısınız bir an kendim oynadığımı unuttum, sizi seyre daldım."

"Genşken tabii, bizim de bu yönde bir tagım çalışmalarımız, tiyatro ekiblerimiz olmuşdur."

"Valla keşke, başganım, siz vali olmasaydınız da..."

"Ne diyorsun yahu sen?" (hınzır gülüş, etraftaki basın mensuplarına hınzır gülüşler atış, "Bakın şimdi nasıl tutuşacak it" dercesine)

"Yok valim, yani.. " (cayır cayır tutuşmuş vaziyette çevresine bakınıyor, parmaklarını büzmüş, bir şey izah eder gibi öne uzanmış) "Siz oyuncu doğmuşsunuz, bu sizin içinizdeki gizli yetenek..." (ilkokul seviyesinde anlatırsam popişi kurtarır mıyım, diye çabalar)

"Yok, ben anladım seni, eh eh eh." (korkma ulan, anladık şakanı, demek istiyor) "Sen beni yerimden etmeye çalışıyorsun. Değil mi arkadaşlar?" (basına dönerek)

"Vöeayyehehehe" (Basından yükselen ses)

"Valim, futboldu hani gizli yeteneğiniz?" (Böyle gerzek ve zevzek muhabir çıkacak illa ki)

"Şimdi o... şimdi o..." (gülüşmeler, vali şu an siyaset harici bir konuda övülmeye, ilgi odağında olmaya rahat bir koltuğa yayılır gibi yayılıyor) "Sen orayı hiç karıştırma, eh eh eh. Geçen maçta sakatlandık, biliyor musun, hanım çok kızdı."

"Valim, o zaman sizi de programın kadrosuna dahil ettik, her zaman bekleriz." (hala lafı çevirecek, gönül aldığını pot kırmadığını teyit edecek ya)

"Şimdi çocuklar..." (aniden yüz ifadesini ciddileştiriyor, "Çoluk çocukla enseye tokat olmayayım" kaygısıyla) "Vaktiyle biz bunları hobi olarak yaptık, çeşitli ödüllerimiz, sertifikalarımız bu konuda mevcut. Artık bizim tek görevimiz, vatanımıza, milletimize, hemşehrilerimize en güzel şekilde, layığıyla hizmet etmek, hizmette kusur etmemek. Bu oyuncu lafı, biliyorsunuz, siyasette sıkça telaffuz edilir ve hep de maalesef kötü manada telaffuz edilir. Biz oyuncu değiliz, çok şükür, ama oyun nasıl oynanır, iyi biliriz. Daha doğrusu, oyunu, yalnız sahneye yakıştırırız. Oyunun yeri meclis değildir, halkın önünde öyle kıvırtılmaz." (Basın mensupları, bilhassa politikadan çakmayanlar, magazin muhabirleri falan bu noktada cep telefonlarıyla oynuyor. Valinin yanındaki oyuncu da önüne bakarak sözlerin her birine katılır gibi ve büyük ciddiyet içinde başını sallıyor. Akşam "Lavuğa bak, gelmiş beş dakika rol kesti diye Şekspir döktürdü sanıyor" diyecek arkadaşlarına rakı sofrasında. Yine de cep telefonunda kendi kolunu büküp karşıdan çektiği fotoğrafları duracak, eşe dosta bayramda göstermelik).

Ya... Nereden nereye...

Oyun hamurundan olmayan omurga görelim diyenler de "başganım"sız Saturday Night Live videosuna buyursun (HTML sapıtınca böyle kocakafa haliyle koydum, kusuruma bakmayın):


19 Kasım 2012 Pazartesi

Burayı geç sen, sadede gel

Sabahlar çok tehlikeli.

Sabahları, kahvaltıdan hemen sonra ve paltomu giyip boynumda atkım, başımda beremle kapıdan koşarak çıktığım o andan itibaren bir sürü şeyi katman katman, aynı anda düşünmeye başlıyorum. Bir saat öncenin uykusu silinmiş oluyor gözümden, yüzümden, aklım pırıl pırıl. İhtimaller, kış sabahı gökyüzü gibi bulutsuz, net ve sonsuz. Başımı iki yana sallayarak, kendi kendime konuşur gibi kulaklıklarımı örten şarkıya eşlik ediyorum, etmediğimde ayaklarım tempo tutma görevini devralıyor. Tıpkı ekranın sağa doğru aktığı bir video oyunu gibi, trene binip ekranın sağına doğru akmaya başlıyoruz.

Böyle güzel kış günlerinde, gerçi henüz Kasım'ı bitirmediğimizden hava eksili derecelere düşmüş olsa bile kış demek ne kadar doğru bilemiyorum, romatizma gibi tutuyor, eklemlerim ağrıyor sanki, iliklerime kadar İsveç'i özlüyorum. Trenin penceresinden apartmanların insafına kalmış güneş ışığı kesik kesik sırtımızı yıkadıkça hep aynı şeyi hatırlayıp hüzünle hayal etmeye başlıyorum; o günü, o geceyi, o anların tümünü:

Birkaç sene önce öğleyin aynı güneş pijamamla halının üstünde oturmuş bir şeyler yazan o zamanki "ben"in sırtına vuruyorken, telefon geliyor. Bir saat sonra evden çıkmadan hemen önce kedinin mama kabını fazla fazla dolduruyorum, çanta hazırlıyorum elime, ilk trenle Uppsala'ya varıyorum. Üstümde ince, gri ceketim, sırtımda çantam. Serhan beni peronda karşılıyor. Sadece başka bir ülkeye, başka bir kıtaya gelmişim gibi değil, sanki camdan bir kente gelmişim, burada yüksek sesle konuşmak, sert adımlarla yürümek yasakmış gibi hissediyorum, kibar hareketlerle, etrafıma dikkatle bakınıyorum. Ben yoldayken nedense gökyüzü birden karışmış, Camdan Kent'e yağmur indirmek üzere. Bizi üzmeden, sadece şaka olsun diye çiselemeye başladığı sırada tren istasyonuna yakın bir Çin lokantasına giriyoruz. Açık büfesine yanaştığımızda arka tarafta ince belliden çay içip Türkçe sohbet eden birkaç adam görüyoruz. Dünyanın tüm dönercilerinin Türk çıkmasına alışmışız da, garson ve kasiyer dahil herkesin Çinli olduğu bir Çin lokantasının Türklere ait olduğunu bilmek komik geliyor. Nefes alamayacak kadar doymamıza rağmen sırf pisboğazlık olsun diye kızarmış muzla ucuz dondurma yiyoruz yemeğin sonunda. O kadar kötü ki dondurma, sütlü renkler kasenin içinde mükemmel bir cümbüş yaratmışken yarıda bırakıp çıkıyoruz.

Kaldırımlar yağmurdan koyulaşmış, Camdan Kent buğulanmış. Durağında sadece ikimizin beklediği bir otobüs gelip alıyor, sonra ormanların, ovaların, düzlüklerin, hafif yokuşların, çayların, minyatür köprülerin ilerisinde, uzakta bir yerde indiriyor. Geldiğimizi sanarken ben, Serhan birkaç kilometre ötedeki gösterişli malikaneyi işaret ediyor. Endişeyle ayaklarıma bakıyorum; incecik babetlerimin içinde ıslanmış, büzüşmüş ayaklarıma. O babetler ertesi gün kuruduğunda öyle kötü kokacak ki, bir daha giyilemeyecek. O an ama, sonraki anın çürümesi kirletmemiş bizi daha. Yolu yürümeye başlıyoruz; incecik bir patika bu, sağı solu geniş çimenler, ağaçlarla kaplı. Çakıl taşlarının sivri uçlarını ince tabanımda hissedebiliyorum. Hava kalacağımız yere yaklaştığımızı görmenin şımarıklığıyla sanki, hızla kararıyor. Ama kısa görünen patika bir türlü bitmiyor. Malikanenin yanına vardığımızda artık gece. İyiden iyiye üşümüşüz. Malikaneye hamle ediyorum, merdivenlerini çıkmaya yelteniyorum. Serhan gülüyor. Bizim kalacağımız yer başka, diyor. Malikanenin arkasından dolanıyoruz. Karanlıkta, üşümüş olmasam çeşitli korkunç şekillere benzetmekte hiç sıkıntı çekmeyeceğim traşlanmış, biçimli çalıların yanından geçiyoruz ve arka taraftaki küçük bungalovların önüne geliyoruz. Bungalovların içinde karşılıklı belki 20-30 oda var, şimdiye kadar bungalov diye adlandırıldığını bildiğim hiçbir şeye benzemiyor. O odalardan birine, kapıyı açıp odamıza giriyoruz. Beyaza boyanmış ahşap zemin, bembeyaz, yüksek bir yatak, dev bir televizyon, İskandinav tarzı sade güzellikle bir araya gelmiş türlü dekoratif şeyler. Islak giysilerimi çıkarıyorum, gözlerimiz kapanana dek sadece kocaman ve sadece o gece için bize ait diye izlemek huyumuz olmadığı halde ekrana bakıyoruz.

Ertesi sabah erkenden, kuş, böcek ve canlanan doğa sesleriyle, insanda yaşama isteğini köpürten bir güne uyanıyoruz. Serhan beni içinde yüzyıllar önceden kalma eski şöminesi bile yerli yerinde ve kullanılır vaziyette duran malikanenin yemek salonlarından birine götürüyor. Dev pencereleri açılmış ve baharın içeriyi doldurduğu bu odada kocaman bir masaya ikimiz oturup dağ çileğinden yapılmış gerçek reçel yiyoruz, gerçek tereyağ, taze ekmek, peynir. Porselen, güzelim çay bardakları inci gibi yan yana dizilmiş uzun bir masanın üstünde. Onlarla fincanlarca çay içiyoruz. Serhan konferansa gelen arkadaşlarına, profesörlere yakalanmayacağı bir yerlerden beni gölün kenarına götürüyor. Dizlerimize varan çalıların, yeşilliklerin arasında, arı alerjim yüzünden güle-bağıra koşarak suyun yanına gidiyorum. Fotoğraf makinamı getirseydim keşke, deyip deyip üzülüyorum. Sonradan da tortusu kalacak bir üzüntü bu. Kayaların üstüne çıkıp, ağaçların arasından, sazlıkların köşesinden, her yandan göle bakıyoruz. Sonsuza kadar orada yaşayacakmış gibi davranıyoruz. Bir banka oturuyoruz, saatlerce konuşuyoruz. Dalından koparmaya kıyabildiğim çiçeklerden bir tanesini alıp önce kulağımın arkasına, sonra cebime yerleştiriyorum. Çantamızı kucaklayıp gitme vakti geldiğinde o patikayı gerisingeri yürüyoruz. Gündüz gözüyle yol o kadar uzun gelmiyor, fakat bu sefer de otobüs durağı derme çatma, küçücük bir oyuk gibi görünüyor. Sıcaktan korunmak için altına sıkışıyoruz. Dakikalarca, on dakikalarca, kim bilir bir saat orada otobüs bekliyoruz. Otobüs bizi yine aynı yollardan, düzlüklerden ve küçük tepelerden, bir alışveriş torbasından yanlışlıkla düşüvermiş gibi parkların ortasında devrik duran güzel ve modern heykellerin yanından geçiriyor, tek tük insanlar belirince şehre yaklaştığımızı anlıyoruz. İnince veda üzüntüsü içinde, istemeye istemeye istasyona yürüyoruz. Önceki akşam Çin lokantasında yemek yerken kepenkleri kapalı duran gitar dükkanı açılmış, simli elektro gitarlar vitrinde göz alıyor. Ama gösterişi bize değil artık. Biz sadece trene binip başka yere gideniz. 20-30 dakika sonra Stockholm'e varanız.

Burada bunu yazdım, ki unutmayayım. Unutmak için aklıma izni vereyim, ama burada durduğundan bir türlü de unutamayayım. Varlığı huzursuz etsin; dizin arkasında, olmadık bir yerde kaşınan nokta gibi zihmini kurcalasın.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Ayın elemanı


Madem derli toplu yazılarımı Radikal Blog'a gönderdiğim için buralar öksüz, yetim kaldı, o halde bu ay olan güzel şeylerin fotoğraflarıyla ağzımızı tatlandıralım, hafızamızı tazeleyelim.

Güzel bir kafede film öncesi mini bir cupcake yedim.
Birkaç hafta önce Fifi Lapin'den ağzımın suyu akarak sipariş ettiğim iğne, ofis posta kutuma düşüverdi.
Aerosmith hemen karşımızda, gençken yaşadıkları apartmanın önünde bir konser verdi...
...ve Serhan beni çok güldürdü.
Obama ikinci kez başka seçilerek dünyayı kötülerin elinden kurtardı.