24 Aralık 2012 Pazartesi

Yeni yıla girerayak 4 - Yerli catfish operasyonu: Fulden Uras'ın gizemli aşk hayatı

Geçenlerde MTV'yi artık müzik televizyonu gibi davranmadığı için yermiş, kurulmasının baş sebebi 24 saat müzik videosu gösterilecek bir kanal yaratılması olduğu halde, müzik adına hiçbir şey yayınlamadıklarını söylemiştim. Lüzumsuz ayrıcalıklara sahip, şımarık, pornocu misali kalın frenç manikürlü, uzun takma tırnaklı ergen kızların "Son model jip isterim!" diye histerik şekilde ağladığı şovlarla, karavanın arka tarafındaki tuvalette çocuğunu doğuran fakir yavrucakların, hem durmadan ağlayan, mutsuz bebeklerine, hem eti gevşemiş göbekleriyle kendilerine babalık ve kocalık yapacak babayiğit aradıkları şovlar kol kola girmiş, MTV dejenere gençlik arası reklamla kesesini dolduruyor diyecek gibi de olmuştum hatta, ama üşendiğimden uzatmamıştım.

Dün sinemaya gitmişiz, Avrupa filmimizi seyretmişiz, uygarlığa, bisikletlere ve güzel ormanlara, turuncu boyalı evlere, güneşli bahçelere doymuşuz. Eve geldikten sonra da kumandaya bir heves saldırmışız, bağımlı gibi aynı diyara bizi götürecek bir şey arıyoruz. Netflix, Amazon, Hulu, bakıyorum, bir şey bulamıyorum, kumanda ihalesi de bende kalmış, öyle kanalları tuşa sert basarak beşer onar attırıyorum, sonra geri dönüyorum. Salıncak gibi, hop yüzüncü kanallara fırlıyor, sonra iki basamaklılara geri dönüyorum. O sırada MTV'nin civarından geçtim, kazara birkaç saniye takılı kaldım, sonra bir daha değiştiremedim zaten. Catfish isminde bir program "oynuyor", konulu. Ve dramlı. Sunucu çocuk ve birkaç arkadaşından oluşan dinamik yapım ekibi (o kadar dinamikler ki, kendi aralarındaki enseye tokat sohbetlerini, yastık savaşlarını, böyle programın kendisiyle alakasız detayları da kısa kısa ve ara ara izliyoruz) internetten tanışıp, karşılıklı hoşlaşıp, beğenişip, uyuyana kadar telefonda konuşup da hala görüşmemiş çiftlerin gizemini çözüyor/balonunu patlatıyorlar.

Malum, internetten başlayan romantik ilişkilerin kimisi, bir tarafın yanlış bilgilerle, başkalarının fotoğraflarını kullanarak, bir dizi yalan sonucu genleşirken, kendi gerçekliğini yaratıyor. Sonra, sunucu/yapımcı Nev'in de yaşadığı üzere (bu kısma az sonra geleceğiz), alternatif gerçeğin gerçek hayatla hiç kesişmediğinin öğrenildiği an geliyor, ve balon patlıyor. Her iki taraf da zarar görüyor bu yüzleşmeden: Kandıran, kandırıyor olsa da bir süre sonra hikayesinin gerçekliğine kendi de inanmaya başladığı için ve bu hikayenin üstü çizildiğinde karşısındakini artık sonsuza kadar kaybettiği için; kandırılan, küçük düşürüldüğü, salak yerine konduğu, aslında hiç varolmayan bir insana aşk duyduğu, uzaktan uzağa evlenme teklifleri ettiği, aşk itiraflarında bulunduğu, cinsel fantaziler duyduğu ve hayalleri suya düştüğü için.

Serinin birinci sezonunu ve Nev'in başına gelen olayı belgesel olarak kaydeden aynı adlı filmi izledikten sonra genellemeyi rahatça yapacağım: Neredeyse her vakada fazla kiloları, sivilceleri, medeni durumu, cinsiyeti veya medyanın dayattığının aksine Barbie bebeğe benzemediği gerekçesiyle bu erkekler/kadınlar bazen fotomodellerin, amatör fotoğrafçıların, sanatçıların fotoğraflarını kullanarak (hatta üç vakada izlediğim kadarıyla kadınlar erkek profilleri oluşturarak) aylarca, yıllarca tutkulu yazışmalar yapıyorlar. Kandırılan taraf ufacık da olsa bir şüphe duymaya başladığından Nev'e email atıp yardım istedikten sonra birkaç günlük bir sürece giriliyor, sonunda yalanlar ortaya çıkıyor, karşılıklı tanışılıyor ve gözyaşları şoklara karışıyor. (MTV'nin websitesinden bulduğum bir bölümde başkasından çaldığı fotoğrafla erkek profili oluşturan transgender bir birey, aylarca yazıştığı kızla karşılaştıktan sonra seride ilk kez mutlu son gerçekleşti, izleyiciler - ben! ben! - gözyaşlarına boğulurken, gençler bulduklarından memnun, sevgili oldular.)

Nev'in macerasını anlatan, şu anda kendi sunduğu bu televizyon yapımının türemesine yol açan ve abisiyle bir arkadaşı tarafından çekilen belgesel film "Catfish" de üç aşağı beş yukarı aynı yoldan gidiyor, pek çok tartışmalı farkla elbette: New York'ta fotoğrafçılık yapan Nev, gazetede yayınlanmış bir fotoğrafından esinlenerek yapılmış yağlıboya bir tablo işyerine gönderildiğinde çok şaşırıyor. Resmi yapanın sekiz yaşındaki dâhi çocuk Abby olduğunu öğrenince Abby'yi motive etmek için ona tablosu yapılabilecek yeni fotoğraflarını emaille yollamaya başlıyor. Yeni tablolar ofis duvarında birikedursun, Nev, Abby'ye abilik etmeye Facebook'ta da devam ediyor. Bu esnada tabloların kargo işleri dolayısıyla annesi Angela ile de Nev zaman zaman telefonda konuştuğundan, onunla da Facebook'ta ekleşiyor. Sonra sahneye 19 yaşındaki bakire ve güzel abla Megan giriyor; Facebook'tan ikisi ekleşiyor, Nev'in antenleri işte bu sefer başka bir sebeple havaya dikiliyor. Fotoğraflardan gördüğü kadarıyla beğenip, mesajlaşmaları sonucu aşık olduğu bu genç kızın uğruna ve bir dans festivalinin fotoğraflarını çekmek bahanesiyle Abby'nin memleketi Michigan yakınlarına gidecek Nev, fırsat bu fırsat sanal damadı olduğu aileyi ziyaret etmek istiyor. Adrese gittiğinde onu büyük bir dram bekliyor: Şizofren evkadını Angela, iki spastik üvey oğlu, ekrandan bile anlaşılacak kadar zeka eksikliği olan kocası ve tabloları yaptığını iddia ettiği Abby isminde sekiz yaşında kızıyla zorluk dolu bir hayat sürerken bir yandan yağlıboya tablolar yapmaktadır. Çeşitli profillerden çaldığı fotoğraflarla Facebook'ta Megan dâhil bir düzine karakter oluşturur ve bunları Nev'e duyduğu platonik aşkı sürdürebilmek için, onun gözünde Megan'ı daha gerçekçi kılabilmek için yapar. İki cep telefonunun birinden kendisi, diğerinden kızı Megan olarak konuşarak aylarca Nev'i idare eder. Megan karakterine bürünmüş Angela'nın kendi ses kaydı olarak gönderdiği kayıtların ünlü sanatçıların kayıtlarından çalma çırpma olduğunu anlayan Nev, işi inada bindirir ve Megan maskaralığı bu genç adam bir gün arkadaşlarıyla eşikte bitene dek sürer.

Televizyon serisiyle sorunumuz yok; zira Nev'den yardım isteyenler kimi zaman gettonun göbeğinde oturan, teknolojiden pek çakmayan ve Google Images hizmetinden, Google'da doğru kelimelerle ararsan bir insana dair çoğu detayın önüne düştüğünden bihaber garibanlar: Küçük şehir insanları, çocuk-anneler, striptizciler, son umudunu internetten birini bulmaya adamış asosyaller vs. Bu yüzden onlara ne anlatıldıysa inanmışlar, kontrol etmeyi akıllarından zaten geçirmemişler ve Nev'in onlara beş dakikalık bir araştırmayla söyleyemeyeceği şey yok. Fakat belgesel bir film olduğu iddia edilen Catfish ile ilgili eleştiri çok. Şöyle ki; böyle okumuş, yazmış, donanımlı, internet üzerinde ters takla atacak, New Yorklu, dünyanın poposuna parmağını sokmuş bir insanın Michigan'nı köyünden şizofren bir evkadınının anlattıklarına inanıyor olması ve ne tesadüf ki bu işin henüz şüphe uyandırmadığı sıralardan itibaren gelişmelerin filme çekiliyor olması inandırıcılığı çoğusu için yitirmiş. Her durumda sonradan yaptıklarını gözyaşları içinde itiraf edecek Angela, bu çokbilmiş şehir oğlanları tarafından kurban seçilmiş gibi görünüyor. Sonuçta hayatını bu küçük kasabadan hiç ayrılmadan geçiren orta yaşlı bir kadının, eğitimi, oturuş kalkışıyla sınıfını çok güzel belli eden bu adama sunacağı hayatlar ne kadar çeşitliydi? Nev, kokusunu aldığı başarısız bir oyunu bilerek sürdürüp, yalancıktan inanıyormuş gibi yapıp ondan bir dram mı yarattı?

Aman, neyse ne. Şimdi bunları bir kenara bırakalım da, bizim yakaya gelelim.

Beş sene kadar önce Fulden Uras'ın en acı şekilde deneyimlediği bir catfish vakası gerçekleşmişti, bilen bilir. Videosuna sponsor ararken (hikayenin şurası da bir o kadar acıklı ya, kendine klip çekemeyecek kadar çulsuz, yapımcısız, kısaca ünsüz ünlü olma hali) internetten tanıştığı, telefonda konuşarak aşık olduğu, şu an bulamadığım bir röportajda anlattığı üzere uyurken bile karşılıklı telefonu kapatmadıkları bir duygu seli yaşadığı bu adam, her gün Uras'a yüzlerce gül gönderiyor, her fırsatta evlenme teklif ediyordu. Doğuda bir aşiretten olduğunu ve ailesinin sanatçı gelin istemediğini, bu yüzden kendisiyle tanışmaya, görüşmeye gelemediğini söyleyen adama inanan Uras, körü körüne bu işe daha da tutunup etrafta "Evleniyorum!" demeçleri veriyordu. Bu uğurda tek başına bir kına gecesi bile organize edip düğün tarihi (her nasılsa) aldı, fakat kına gecesinde arkadaşlarıyla dans ederken aldığı bir telefonla ertesi gün damadın düğüne gelemeyeceğini öğrenip yıkıldı. Sonradan kimi internet sitesi damadın kadın olduğunu, asıl bu yüzden ortaya çıkamadığını açıkladıysa da işin aslını ne ben, ne siz, hatta FUras bile asla öğrenemeyecek sanırım.

Bu arada sanal kandırıkçılığın adı neden "catfish" oluyormuş diyenlere, belgeselin sonunda Angela'nın kocası yarım aklıyla şu hikayeyi anlatıyor, oradan geliyor:

"They used to tank cod from Alaska all the way to China. They’d keep them in vats in the ship. By the time the codfish reached China the flesh was mush and tasteless. So this guy came up with this idea that if you put these cods in these big vats, put some catfish in with them. And the catfish would keep the cod agile. And there are those people who are catfish in life. And they keep you on your toes, they keep you guessin’ they keep you thinkin’ they keep you fresh. And I thank god for the catfish, because we would be dull and boring if we didn’t have somebody nipping at our fin."

Yarım akılla da olsa, ağızdan çıkınca tam tartan bir söz. Tabii bu adam olan biteni hiç bilmediği için ne bağlamda söylediğini ayrıca ve hep merak edeceğim.

18 Aralık 2012 Salı

Yeni yıla girerayak 3 - Kazıkçı Amca

Anı anlatmayı çok seviyorum, blogda da sürekli yaptığımı gördüğünüz üzere. İşin en büyüleyici kısmı, anlattıkça hafızanın giderek berraklaşması, hatırladığını bilmediğin detayları bile önüne çıkarıp koyması. Kendinden haklı olarak etkileneceğin, aklının kapasitesinden hayretlere düşeceğin bir durum. Üstelik kendi sesinin üstüne binip şimdiki zamandan soyutlanmak da cabası. O yüzden arkadaşlarıma bir şey anlatmadan önce, hele de anlatacağım şey uzun, güzel bir anıysa ve karşımdakinin bana dikkat kesildiğini görebiliyorsam heyecanımı bastırarak zevki geciktirmeye çalışır, lafı başka yerlerden dolandırır, anının etrafında gezinirim. Artık ne kadar dayanabilirsem. Şimdi bu kadar dayanabildim mesela. (Bir paragraf.)

Geçenlerde karşılıklı talk show pozisyonumuzu almış, L şeklinde yerleştirdiğimiz iki koltuğun birinin ucunda ben, diğerinin ucunda Serhan oturuyorken, hiç hatırlamıyorum nereden, ama konu bir şekilde bir yerden ilkokul döneminden bir hatıram olan Kazıkçı Amca'ya geldi. Ne zamandır Tuncel Kurtiz'inkine epey benzeyen yüzü aklıma takılıyordu, uygun bir sohbet olana kadar hazırlanayım diye çeşitli detayları ayaküstü gözden geçiriyordum onunla ilgili. O yüzden pimi çekilmiş el bombası gibi, başladım anlatmaya. Şimdi de size anlatayım, haydi (iki paragraf):

İlkokulum Nurettin Teksan, daha önce bahsetmişimdir belki, çok güzel bir devlet okuluydu. Velilerin çocuklarını sokmak için kendilerini paraladığını bizzat annemden biliyorum. Bir tanıdığın Kalamış'taki evi ikamet gösterilerek kaydımın yapılmasından sonra, uzunca süre bavulumun ansızın toplanıp, o uzaktan tanıdık kadının evine gönderilme ihtimalim olduğunu sanmıştım, bu mesele aklımı çok kurcalamıştı. Bir de ne biçim sorgu-sual devletiysek, el kadar halimle beni sorguya çekeceklermiş gibi annemin kapı arkalarında "Ev adresini sorarlarsa bak şu adresi diyeceksin, tamam mı Elmoşçuğum" diye örgütlediğini çok net hatırlarım.

Okul, kalburüstü denecek muhitin göbeğindeydi; Marina'ya, dolayısıyla yatlara, katlara, hatta seneler sonra açılacak ve camdan bir piramit şeklinde tasarlanmış binasıyla, üst katı atari salonu, alt katı şimdiki anlamıyla olmasa da alışveriş merkezi gibi çeşitli mağazaların yanyana kondurulması ile düzenlenmiş, food court'u falan olan Piramit eğlence merkezine oldukça yakındı. Birinci sınıfa başladığım sene henüz Piramit açılmamıştı gerçi, ama okula gideni sokağa dönmeden, köşedeki Can Kırtasiye sapasağlam yerindeydi ve bu kırtasiyede aşırı fahiş fiyatlarla Avrupa'dan, Amerika'dan gelme kırtasiye ürünleri, hayatımda hiç görmediğim oyuncaklar filan satılırdı. Fakat okulda geçirdiğim beş sene boyunca Can Kırtasiye'ye belki toplam 10 kere gitmiş, gittiğimde de çıkartma defterim için çıkartmalar, belki bir silgi, o tür ufak şeyler almışımdır. Bunun sebebi sadece orta sınıfa mensup bir ailenin kucağında büyümüş olmam değil, bir de annemin bu konuda biraz katı bir tutum izlemesidir. Daha önce detaylı şekilde bundan bahsettiğim için, şimdi  esas mevzuya geliyorum.

Beslenme saatinde ve teneffüslerde herkes, o zaman bile aklımın almadığı bir coşkuyla bahçeye fırlar, kızlar ve erkekler kurulmuş oyuncak gibi ayrı köşelere ilerler ve bambaşka oyunlara dalarak toplama, çıkarmadan yorgun düşmüş taze beyinlerini dinlendirirlerdi. Birinci sınıfın ilk haftası, boy pos olarak yaşıma göre hiç de küçük bir çocuk olmamama rağmen, böyle bir kargaşada merdivenlerde takılıp düştüğümü ve birileri fark edene kadar düştüğüm yerde içi miflonlu yüzlerce çocuk çizmesi tarafından çiğnendiğimi ve bu esnada merdivenin öbür ucundan bahçe kapısına oluk oluk akan çocuk nehrini kartal gibi izleyen müdür muavinine uzanarak cılız, kesinlikle duyulmayacak bir sesle "Amca... mca... ne olur yardım edin" dediğimi ve kendimi sonsuz çaresiz hissettiğimi hatırlarım (henüz "örtmenim" dönemim bile başlamamış, ay yazık bana be).

Her neyse, teneffüs ve bahçeden diyorduk, şimdi merdivenlerden bahsetmenin alemi yok.

Bahçede, bir köşede konusu nazlı nazlı merdivenleri atlamak olan bir takım kız işi oyunlar oynanır, diğer köşede ezilmiş içecek kutularının top farz edildiği maçlar edilirken bir anda hepimizin "Mama vakti!" diye seslenilmiş köpek yavruları gibi dikkat kesildikleri bir an gelirdi, ve Kazıkçı Amca köşeden görünürdü. Bir çubuğun etrafına doladığı, üst üste yerleştirdiği çeşitli oyuncak ve şekerler renkleriyle sokağa can gelirdi bir anda: Pamuk şeker, emzik şeker, ağızda patlayan, bileğe takılan bir lastiğe dizilmiş ortası delik renkli şekerler, parçası çekilince pervanesi dönen oyuncaklar, çatapatlı ve yuvarlak toplar fırlatan silahlar, ucunda plastik bir süs bulunan kolyeler, çıkartmalar, sol tarafı çizgili, sağı kareli kağıttan ödev defterleri, parmağın ilk boğumu kadar bir küçük poşete koyulmuş renkli kolonyalar, daha neler neler. Bir anda toplaşan yığınla çocuk, içeri girmesinin ve hatta sokakta yürümesinin okul müdürü tarafından yasaklandığı Kazıkçı Amca'ya parmaklıklardan uzanır, göz koydukları bu şeylerden birini almak için, avuçlarındaki terden ılınmış haliyle buruş kırış kağıt paraları uzatırlardı. Kazıkçı Amca hata yapmamaya özen göstererek küçük avuçlardan nasırlı, koca ellerine bırakılan parayı önce cebine atar, sonra çubuğunu omzundan hafifçe indirerek istenen oyuncağı/şekeri takılı olduğu çengelden kurtarıp yüzünü unutmadan çocuğa geri verirdi. Böyle böyle, çocukların gönlü oldukça kalabalık dağılır, herkes bir yanda yeni oyuncaklarını havaya fırlatır, küçük kolonyalarıyla avuçlarına bayağı ve ağır bir koku akıtır, şekerini emer, sürpriz yumurtaları ikiye kırarken, zille beraber hepsi ceplere sokulur ve sınıflara çıkıldığının aksine ağır ağır, yaslı yaslı girilirdi.

Fakat işler hep bu kadar pürüzsüz ilerlemiyordu elbette.

Bazı günler müdür, Kazıkçı Amca'nın (düşününce bu ad ona, ertesi günü bile görmeyen kalitesizlikte şeyler sattığından çocuksu bir güdüyle yakıştırılmıştı galiba. Aslında Can Kırtasiye'nin sokak girişini süslediği bir okulda okuyan çocuklar olarak bu adamın sattığı hiçbir şeyin fiyatının fahiş olmadığını biliyorduk) geleceğini öğrenen, sokağa girdiğini gören müdür, işinden gücünden vakit ayırıp yüksek parmaklıklı okul kapısını hademeye emredip açtırarak sokağa çıkar, Kazıkçı Amca'yı ılık paraları elinde tıpa gibi kalmış onlarca çocuğun önünde bir temiz paylardı; sattığı yiyeceklerin sağlığa zararlı, hatta zehirli olduğunu söylerdi, adamın bunları satmaktan, bu çocukların parasını almaktan utanıp utanmadığını sorardı. Adam kepini yüzüne doğru utanmışçasına iyice indirir, karşısında tane tane, güzel bir Türkçe'yle süslü laflar konuşan, gösterişli takım elbisesinin ve omzundaki görünmeyen rütbelerinin hakkını veren bu kudretli adamın yanında küçüldükçe küçülürdü (halbuki aslında müdürün en az iki katıydı). Bu sırada az evvel ondan bir şeyler satın almak için birbirini ezen çocuklar hain hain gülmeye, parmaklarıyla adamı göstererek "Kazıkçı amca! Kaçmasın, tutun! Kazıkçısın sen!" diye bağırmaya, neşeyle müdürü destekleyen tezahürat yapmaya başlarlardı. Bu ani değişim, bu kaypaklık her seferinde beni tekrar tekrar şaşırtır ve üzerdi. Kazıkçı Amca'nın da ağırına gitmiş olmalıydı ki, bu azarlardan sonra birkaç gün okulun sokağına hiç uğramazdı. Yan gözle onun şeker pembe, kırmızı çubuğunu bekleyen gözler, beklediğiyle kalırlardı. Sonra geldiğinde, yine itiş kakış, yine aynı şey.

 İşte, ben insanoğlunun uçsuz bucaksız hainliğini genç yaşımda bu sebeple çözmüşümdür.

17 Aralık 2012 Pazartesi

Yeni yıla girerayak 2 - Yediğim içtiğim bir yana

...asıl dinlediğimden haber vereyim.

Bakalım 2012'de Last fm'de kaydolacak şekilde neler dinledim (kayıtdışı ekonomi de çok canlıydı da, tren yerin altına girince telefonun interneti kesildiğinden ve bu yüzden onlar haneme yazılmadığından maalesef yalnız buradan yiyeceğiz):


Şimdi, listeye bakınca hipsterlıktan sınıfta kaldığım açık net. Öğretmenler kurul kararıyla geçeceğiz, başka yolu yok.  

MAZERETLER:

1) Hocam, hocam, Urban Outfitters'ta kıyafet denerken arkada çalanlar sayılıyor mu hocam? 

2) Çok saygıdeğer hocam, organik gıda cenneti, kazığın bile organiğini yediğimiz, uzun sakallı, trendy şekilde kaytan bıyıklı, dar pantolonlu tıfıl oğlan ve kısa kâküllü kız cenneti Whole Foods ve Trader Joes'tayken arkada çalanlar sayılıyor mu hocam? 

3) Hocam, Real Estate konserinde iki ön gruptan sonra uykumuz geldi diye asıl numarayı göremeden eve gittik, çünkü narkoleptiğiz biz hocam. Bu hayat bizi narkoleptik etti. Uykumuzda hayallere daha yakınız diye hocam, hep uyumak ister olduk. 

4) Kanaat yükseltmek için dinlediğim güzel şeyler ektedir. Ben bu üçlünün hatrına bir playlist yapmaya başladım. Adı da "Günler tepelerden aşağı koşan vahşi atlar misali".



Haydi, şimdi doğru yatağa.

16 Aralık 2012 Pazar

Yeni yıla girerayak 1 - Göz var, izan var

Yeni yıla girmemize iki hafta kala görüyorum ki 2010 yılundaki performansıma erişmeme sadece beş yazı kalmış. İşte, İsveç'teki yılların üretim hızına yetişmenin buruk sevinciyle azim ettim, şu iki haftada canım ne çekerse yazacağım. Her gün mü, her gün. Olmazsa da olmaz, ne yapalım.

Uzun uzun düşünüp, düşünce balonları kafamı terk eder etmez kendi elimle patlatmaya alışmışım, biraz tuhaf gelecek bu türlüsü. Kendime yabancılaşmışım, zehirlenmişim buradaki havayı solumaktan.

Neyse, madem geri gidilmiyor zamanda, o zaman daha, daha ileri giderek tam tur atıp sonunda geri dönebilmeyi bekleyeceğiz. Başka çaresi yok.

2013'e geri sayarken ilk şipşak post geliyor: Jarvis Cocker'ın görülmedik çocukluk fotoğrafları! Yine "Teyzem" filminin arşivinden!


Jarvis'in şimdiki hali de bir tuhafmış anacığım. İngiltere'nin soylu bir ailesine kazara akraba, en iyi ihtimalle fizik profesörü, Nutty Professor tadında. "Olsun, ben fındık fıstığı her türlü severim" diyenlere:  



Bir de zaten ne işe yaradığı ve nasıl yapıldığı belli alet-edevatı söküp baştan takarken yanındaki toruna/yeğene "Efeciğim, kondansatör işte buradan elektriği geçirip şeye şey yapar" diye anlatan, icad edilmişi icat etmeye, Amerika'yı baştan keşfetmeye çok meraklı, evdeki tüm vidaları çıkarıp baştan yuvasına oturtan adamın deli bakışları çökmüş gözlerine.

Yalnız şu son halinde inceden Feridun Düzağaç esintisi de yakaladım, ama kanıt teşkil edecek fotoğrafı bulamıyorum. Bu yüzden Feridun'dan düz devam edelim.

Türkiye'de biz ona işaret değil de "akıllı ol parmağı" deriz.  

12 Aralık 2012 Çarşamba

Wicked ki ne biçim

İki önceki yazımda Amerika'da tanıştığımız Türklere hazır giydirmişken ve tam konu oraya gelmişken, biraz da madalyonun öbür yüzünden bahsedelim ve güzel insanlar tanımış olmanın mutluluğuyla rahatlayalım:

Önceden istisnai hoşsohbetliklerini, candanlıklarını, hatta Washington'da evlerinde kaldığımızı ballandıra ballandıra anlattığım Senem-Erhan çiftini hatırlar(mı)sınız(?). İşte, geçtiğimiz ay Şükran Günü vesilesiyle toplanıp iki günlüğüne Albany'deki yeni evlerinde onları ziyarete gittik ve takip eden günlerde bizi gül gibi ağırlayan Senem sayesinde şöminenin önünde kısık ateşte pişerken bir yandan semirdik. Gecenin körüne kadar abur cubur, taze demlenmiş çay ve 90'lar playlistim eşliğinde kağıt da oynadık, buralarda ilanını çokça gördüğüm müzikal Wicked'i de (Proctor's'ta) seyrettik. Hem kendi kültürümüzü yaşadık, hem muasır medeniyet seviyesini yani. Ama konuyu çok dağıtmayacağım, Proctor's'ta, Wicked'in fuayesinde kalalım müsaadenizle.

Bir sebeple tiyatronun içindeki hediyelik eşya standların arasında dolandığımız sırada yakası açık bluzlarından esnemiş, renkli sütyen askıları görünen, ağzı burnu terden ıpıslak, derisi gergin ve parlak, saç dipleri yağlı iki ergen kızın, standın üstüne çıkmış, tüm fırlamalığıyla oyuncuların imzaladığı posteri falanca dernek hayrına yüz küsür dolara satmaya çalışan çocuğa doyurulamaz iştahla bakışını gördüm. Sadece "gördüm" deyip geçmek küçümsemek olur, o an o iştaha kalınca bir kancayla asıldım kaldım. Zaman tüneli beni içine çekip yuttu sanki; tükürüp yere fırlattığında 14 yaşında, Ören'de teyzemin yazlığına çok yakın bir otelin barında, Limon Bar'da, iki birayla sarhoş olmuş genç başımı Tuğçe'nin omuzuna yaslamıştım. Otel binasının taşlık yola bakan, manzarasız tarafında, üstü camla kapatılmış sera benzeri dar bölmeye kurulmuş barda, güneşte kalmaktan morarmış geçkin Alman çift haricinde sadece ikimiz vardık. Bu yüzden bizden birkaç adım uzakta durup kim fotoğrafımızı çekti hatırlamıyorum, ama o fotoğraf hala evde, eski bir ayakkabı kutusunun içinde, sararmış yapraklı, orta yerine adımın yerleştirildiği kalplerle süslenmiş çocukluk aşkı mektuplarının yanında durur. Gözlerim kapalı, erkek traşı kesilmiş ve jöleyle saçları dikilmiş başımı arkaya atmışım. Tuğçe de ayrı sarhoş. Benim gibi kendinden geçmemiş de, gözlerini sarhoş olmadığını kanıtlamak istercesine koca koca açarak zar zor, adeta okul kapısının arkasına kırmızı örtü asıp önünde öğretmen not defterleri için fotoğraf çektikleri zamanki gibi yapmacık bir temiz çocuk ifadesiyle gülümsemiş. Bu serinin devamı, balkonda konken oynayan annemler görmesin diye kıyıya çekilmiş eski bir sandalın arkasına uzanıp sigara içtikten sonra ahşap şezlonglara uzanıp gözlerimi kapatarak, güneşte fazla kalmaktan kararmış parmaklarımla yaptığım barış işaretinin flaşla yıkandığı ve merdivenlerde sokak köpeğine sarıldığımız fotoğraflarla devam ediyor. O tatil hep öyle. Yağmurlu akşamüstlerinde bile sevgiliye kavuşur gibi hevesle denize koşuyoruz, her gün turşumuz kurulana kadar suda kalıyoruz, derimiz gerginlikten yırtılana kadar güneşleniyoruz, hayalini kurduğumuz erkeklerden uzun uzun bahsediyoruz, birbirimize sırtımızı dönüp defterlere hızlı hızlı yazılar yazıyoruz, müzik gruplarını aramızda bölüştürüyoruz, vücudumuzun bir parçasıymış gibi kulaklıklarımızı hep üstümüzde taşıyoruz, dünyanın en yaz(l)ık şarkılarını her gece tekrar tekrar çalan grupları izlemeye yaz(l)ık barlara gidiyoruz, yanımıza oturan, sigaramızı yakan insanlarla tanışıyoruz, istifimizi ve façamızı bozmadan aşık olmaya çabalıyoruz, daha neler neler. İşte bu Limon bar, yazlık günleri boyunca gittiğimiz barlardan en kompaktı Limon bar, gündüzleri Rose çay bahçesinde (sonradan club oldu) tavla oynayan, havuza kıçüstü bombalama atlayan, plajda mısır yiyip dişlerinin arasında kalanları kumlu tırnaklarla çıkarmaya çabalayan, bir yandan kitaplardan öğrendiği acılara kendi deneyimiymişçesine içlenen iki yarı-çocuk-yarı-ergeni iştahlandırıyor. Çünkü barda her akşam akustik gitarıyla genç bir çocuk çalıyor. Biz de o çocuğa yanığız. Diyelim. Ucundan. Her gün gidiyorsak boşuna değil. Gündüz havuzda yüzer veya bilardo oynarken tedirginliğimiz ondan. Ya çıkıverirse şuradaki kapıdan? O ihtimal, o çocuğun bizi görme ihtimali, hatta aslında o da değil, o çocuğun bizi, bizim onu gördüğümüz gibi görmesi ihtimali var ya... İşte o yakıyor, güneş filan değil. Çok değil, bir yaz sonra kimi taş yerine oturmuş, hayallerin büyük kısmı yarım yamalak da olsa yaşanmış olacak, ama o an sabır yok. O an sadece o an var, hep o an var. Bir saniye sonrası bile çok, çok geç.

Fuayedeki kızların gözünden fışkıran şeyi, bir sebzenin hücrelerine yerleştirsen tazelikten çıtırdar. Ortadan kırmaya yeltenince tazelikten, tazeliğini utanmazca yaşamaktan çatırt diye parçalanırcasına kükreyerek ikiye ayrılan sebzeler vardır ya, yeşil fasulye mesela. İşte, tazelik o boyuttaydı. Ben o kızların gözünde kükreyen yeşil fasulyeyi gördüm.

İnsan belli yaşa kadar gözlemliyor var ya, sonrası hep otomatik pilot. Sonrası hep teyit. Dedemin dediği gibi: Yaşlılık bir bok değil.

3 Aralık 2012 Pazartesi

Beyoncé gibi adamsın, çalışıp kazansana

Senelerdir MTV'ye hiç bakmadım değil, arada eski alışkanlıkla genç işi müzikte moda neymiş görmek için geçeken yokluyorum, ama her seferinde Küçük Hamilenin Büyük Dramı veya Dejenere Gençlik Sınıfta Kaldı isimli reality showlar çıkıyor karşıma. Bir türlü müzik videosu, hit şarkıların sondan başa sayıldığı herhangi liste programı yakalayamadım. Belki kanal format değiştirdi, artık sadece böyle rezaletle yürütüyor işleri, o kadarını da onlar bilir. Dolayısıyla popüler müzik kaynağım sadece spor salonunda çalanlar. Orası da pek yakın takipte şükür, hiçbir şeyden geri kalmıyorum. Mesela bu Gangnam Style utancı çıktığında da, spin hocası şarkıdan bayana kadar bir-iki defa eşlik ettik spin halinde. Ben de öyle dünya çapında ünlü olduğunu bilmiyorum (aylar önceydi bu dediğim. Belki o zaman değildi?), sınıftaki Koreli kıza hoşluk olsun diye çalıyor herhalde diye düşünüyorum saf saf. Benim kurduğum hikayeye göre hoca tesadüfen böyle şaka şarkısında denk gelmiş, o kızı düşünüp hemen ismini almış ve derste çalarak bize gülmece yaratıyormuş. Meğer öyle değilmiş; şarkı Youtube'a yüklenmiş amatör bir şaka şarkısı değilmiş, gerçekmiş, ünlüymüş, insanlar gülmek için değil basbaya dinliyormuş filan. Bir de dansı varmış herhalde, onu neyse ki görmedim. 30 yaşındayım, o gözler daha bana lazım.

Yine spor salonu, yine spin dersi esnası, dün oluyor bu dediğim, hoca bir şarkı çalıyor. Sesinden tanıdım, Beyoncé. Şarkının ortalarında, nakarat gibi dönen yerinde "...killing me softly..." diyor. Eve gelince arattım, şarkı bir senelikmiş. Daha önce derste duymamışım bunu, hoca ilk kez çalıyor (yalnız buraya kaydolalı dokuz ay oldu, belki önceki üç ayda çaldıysa, kaçırmış olabilirim). Sonuçta, şarkının videosunu o vesileyle izlemiş oldum, çok da beğendim. Bunca alter grup avuçlayadursun, Beyoncé kapıp götürmüş işi. Yani şu an piyasadaki en alter videoyu popolarenin popolaresi Beyoncé çekiyor, bizim indie camia da anca film yıldızlarıyla evleniyor, Hollywood'la dünür oluyor. Gel de sinirlenme.

Küçüklüğünden beri yaşlandığında yapılacak belgeseli kapsamlı olsun diye her hareketini videoya kaydettiriyor, çocuğunu doğurmadı, taşıyıcı anne bulup doğurttu, göründüğü gibi sevecen değil tam bir şirretmiş dedikoduları bir yana, Destiny's Child zamanından beri uzaktan uzağa severim Beyoncé yi. Bu yüzden üşenmedim, videodaki muazzam hallerinden size bir demet yaptım.


Bir de Technicolor filmler gibi grenli görüntüleri, Audrey Hepburn'ün Funny Face'teki kılığı ve fon olarak özenle seçilen o retroaktif renklerdeki übertasarım sandalyeleri kaçırmamakta fayda var: 


Grenli görüntü dediysem, bir başka videodan cayır cayır görüntüler:


Hele bu üstteki pozda Anita Ekberg gibi bir fettan güzellik yok mu?


Var, var.

28 Kasım 2012 Çarşamba

Gavurnır

Boston'da tanıştığım, burada tanıştığıma şaşılacak denli düzgün bir kızcağızın son dakika davetiyle kalktık bir akşam, Türk organizasyonuna gittik, onu anlatmış mıydım? Kesinlikle anlatmadım. Anlatmadım; çünkü Boston'daki ilk senem kişisel sebepler yüzünden blogda kayıp. Bakıyorum, pürheves gittiğimiz New York'taki günden fotoğraflarımızı bile koymamışım. Hiçbir şey yazmamışım. Bir demir perde inmiş ben ile blog arasına. Genel şeylerden bahsetmişim, geçiştirmişim.

Bu arada, olmaz ya, bloga yolu yanlışlıkla düşen Amerika sevdalılarından özür diliyorum peşinen. Peşinen de olmuyor gerçi, iki senedir anasına avradına sövdük buraların. Sorun burayı sevenlerde değil, bende de değil. Sorun da yok aslında, bir tercih meselesi daha ziyade. Bir de, arkadaş, hep mi aynı model insana denk geliriz burada! Birkaç on defa gözlemledim, emin olacak kadar gözlemlediğime kanaat getirdikten sonra Serhan'a açtım meseleyi: Sokakta yürürken yanımızdan ne zaman Türkçe konuşan bir insanevladı geçse, muhakkak ki paranın lafını ediyor. "Sen ondan 3500 doları al, en güzel arabayı altına çekersin" diyor mesela, veya "Laan, parayı basıp bana market açsana (aynen böyle, kocasına dönüp)" diyor, "Taksidi ödedikten sonra elinde kalanı da bir temiz yersin" diyor", "borç" diyor, "harç" diyor, "kira" diyor, başka bir laf yok. Başta Serhan abarttığımı düşünür gibi gözlerini devirerek güldü. Güldü ama, takip eden günlerde bizzat kendisi aynı şeyi birkaç insanda yakalayınca o gözleri devirdiği yerden toplayıp koca koca açarak (ki yorgun ve uykusuzken iki leblebiden de küçük olurlar) bana yüzde yüz katıldı. İkiyüzde ikiyüz doğru bu yüzden dediğim, Amerika'da yaşayanınız denesin, bakın, göreceksiniz. Haklıysam, sonuçları bana da bildirin. Hatalıysam da hiç ses etmeyin, aman diyeyim o muhitten taşınmayın, aynı kaldırımları paylaştığınız ve paradan bahsetmeyen Türk/Türkiyeli komşularınıza sımsıkı sıkı sıkı sarılın.

Neyse.

Bu bahsettiğim gece, Bir Şey Bakanlığı, Bir Şey'i tanıtmak amacıyla mı, yok, hah, dur tamam hatırladım, Türk milletinin İkinci Dünya Savaşı sırasında Yahudilere nasıl kucak açtığı ve onlara birer naylon pasaport mu düzenlediği ve böylece ülkemize sokup onları bağrına bastığıyla ilgili bir belgesel gösteriliyor Harvard'ın görkemli bir salonunda. Hazırlandık gittik, maksat muhabbet. Serhan işten gelecekti, ben o sırada işsizim diye doğrudan gittim. Kapının önünde gergin sigara içenleri atlatıp gülle gibi kapıyı iterek girdim. İçeride, Güllüoğlu'ydu yanılmıyorsam, öyle bir firma stand kurmuş, birtakım promosyonlu mallar (baklava??) dağıtıyor. Ben o baklavalardan yiyemedim. Kalmamıştı, veyahut insanlar başına üşüşmüştü ve bu kadar insanın bir dilim kuru baklavanın ısrarla peşine düşmesi asabımı bozmuştu, hatırlamıyorum. Kocaman yapının girişinde, Amerika'da tutunduğu için kendini diğer Türklerden üstün gören, fakat ortamdaki herkes aynı statüyü paylaştığı için bu üstünlüğü yeterince tadamayan ve dolayısıyla huzursuzlanıp çevresindekilere düşmancıl bakışlar atan yüzlerce kalifiye mi kalifiye, krem dö la krem gurbetçi Türk vatandaşlarıyla beraber dikildiğimi ve salona alınmayı beklediğimi, bu esnada Serhan'ı aynı dakikanın farklı saniyelerinde arayıp "Neredesin? Gel beni kurtar!" diye yalvarmak için avucumu küçük bir kuşun üstünü örter gibi telefonun üstüne büktüğümü ve telefonuma fısıltıyla bağırdığımı hatırlıyorum.

Serhan geç kaldı tabii.

Derken bizim evin yakınındaki pizzacıda, kasada çalışan çocuğu gördüm. Çekingen adımlarla, tereddütte kalmış gibi duraksayarak ağır ağır yanıma geldi. Saygılı, mahçup gülümseyişini yerleştirmiş yine ağzına. Başka bir sosyal ortamda görmenin yabancılaşmasıyla önce tanımadım, sonra adını hatırlayamadığımdan yarım yamalak bir samimiyetle "Aa, n'aber?" diye lafa girerken salonun kapısı açıldı, koltuklara yönlendirildik. Etkinliğin başlamasına yakın siyah paltosu, beresiyle kapıda şaşkın şaşkın etrafa bakınan Serhan'ı görünce rahatladım. Gülmeye, hem de olur olmaz ve yüksek sesle ve uygunsuz bir neşeyle gülmeye başladım. Oturduktan hemen sonra ışıklar kapandı, sahneye belli ki Harvard'da önemli başarılara imza atmış bir kardeşimiz çıktı ve etkinliği İngilizce sunmaya başladı. Etrafıma bakınıyorum, bir tepki bekliyorum, ama yok; alan razı satan razı. Silme Türk kaynayan, bir elin parmağını geçmeyecek sayıda Türk dostunun (bu Türk dostu lafı da "Çoğusu sevmiyor, işte bu da böyle istisna bir insandır, sever bizi" gibisinden, hakaret gibi) saçmasapan bir merakla geldiği bu toplantı, böylece İngilizce üzerine kuruldu. Durumun bize çok yakıştığını düşünüyordum bir yandan; konuştuğu lafa şişine şişine İngilizce serpiştiren, kıra döke kurduğu cümlelerin iki kelimesinden birini İngilizce söyleyen, ilk fırsatta anadilinden utanan bir milletin evlatları, her fırsatta Facebook'ta bayrak açanlar filan, cumhuriyet, özgürlük kutlayan, taklar kuranlar, böyle İngiliz mandası olmuşuzcasına kendi kendilerine İngilizce organizasyon edecek tabii. Yakışırrr!

Derken belgesele geçmeden önce sebebi belirsiz bir ödül töreni başladı. Ay, bunlar Bu Büyük Organizasyonu Düzenlemeleri Münasebeti ile birbirlerine kırmızı kurdela takmak için yarışmaz mı? Gören de bulunduğumuz nefis akustikli salonu eliyle inşa etti, gösterilen filmi kendi kamerasıyla çekti filan sanacak. Mekanı ayarlayıp içeri birbirine sonsuz haset duyan yüzlerce insan doldurup, üstüne bir de Güllüoğlu'ndan şekerlenmiş şerbetiyle baklava dağıttığın için bravo canım kardeşim! Aaa, bana bravo dediğiniz için asıl size bravo! Filan. Ortamlar böyle bir saçmalıkla kavruluyor. Yalnız, teşekkür faslı Türkçe. Belki de onu Türk dostlarının anlaması icap etmiyor, ondan. "Fenkyu", "Aaa, itz asıl may plejır" falan denmedi aslında orada, büyük ayıp oldu. Milletimizi yanlış tanıttık, ülkemize turist gelmeyecek bak yine. "Türkler İngilizce plaket vermeyi bilmiyor" diyecekler. "Dı plekıt" diyecekler. Tüh. Bir çuval baklava şey oldu.

Sonra sahneye bu ödül safsatası esnasında bir adam daha çıktı. O adama ben "C adam" diye bir isim taktım ve sonradan defalarca taklidini yaptım. İsimden de anlayacağınız gibi, ödül almanın mahçubiyetiyle aynen bir C şekline bürünmüş, kolları ve bacakları bedeninin önünde, eğile büğüle gelip plaketlerden birini alan, bu esnada da "Yeau, yeau, ne zahmet ettiniz yeau" diye teşekkür üstüne teşekkür eden, ama aslında zaten plaket filan hak edecek bir iş yapmamış, ve hak etmediğini bilmekle "Ya yaptıysam?? Vay be, aferin bana!" sevinci karışımı yüz ifadesi ile bir sağa, bir sola bakınan bir adamcağız.

Bunlar nereden aklıma geldi, şimdi onu açıklayayım:

Geçen Saturday Night Live'ı izliyorken bir de baktık New Jersey valisi Chris Christie bir skeçte canla başla oynuyor. Heyecandan hayli tutuk tabii, gözlerini prompterdan bir saniyecik olsun ayırmadan nefes nefese rol kesiyor. Belli ki feci hevesi de var, o heves ve heyecan ağzını sulandırıyor, sık sık şapırtılı laflar ediyor. Ama sonuçta niyet güzel. Bununla Karagöz Hacivat misali atışan diğer roldeki çocuk da hiç öyle el pençe divan değil, rolü ne gerektirirse o şekilde davranıyor. Program biter bitmez hakiki Türkişi bir refleksle hemmen Bizde olsa . . . (bu noktaların arasını bilhassa açıyorum, anlayana!!! ısrarındaki köşe yazarı misali) temalı anlamsız fikir jimnastiğine giriştik. İşte karşılarınızda "Bizde olsa":

"Başganım, başganım, çog güzel oynadınız başganım. İnanılmazsınız. Adeta oyuncu olmalıymışsınız. En çok ben güldüm başganım."

"Eee, bir şeyler yabdık, değil mi? Eh eh eh"

"Yok başganım, valim, inanır mısınız bir an kendim oynadığımı unuttum, sizi seyre daldım."

"Genşken tabii, bizim de bu yönde bir tagım çalışmalarımız, tiyatro ekiblerimiz olmuşdur."

"Valla keşke, başganım, siz vali olmasaydınız da..."

"Ne diyorsun yahu sen?" (hınzır gülüş, etraftaki basın mensuplarına hınzır gülüşler atış, "Bakın şimdi nasıl tutuşacak it" dercesine)

"Yok valim, yani.. " (cayır cayır tutuşmuş vaziyette çevresine bakınıyor, parmaklarını büzmüş, bir şey izah eder gibi öne uzanmış) "Siz oyuncu doğmuşsunuz, bu sizin içinizdeki gizli yetenek..." (ilkokul seviyesinde anlatırsam popişi kurtarır mıyım, diye çabalar)

"Yok, ben anladım seni, eh eh eh." (korkma ulan, anladık şakanı, demek istiyor) "Sen beni yerimden etmeye çalışıyorsun. Değil mi arkadaşlar?" (basına dönerek)

"Vöeayyehehehe" (Basından yükselen ses)

"Valim, futboldu hani gizli yeteneğiniz?" (Böyle gerzek ve zevzek muhabir çıkacak illa ki)

"Şimdi o... şimdi o..." (gülüşmeler, vali şu an siyaset harici bir konuda övülmeye, ilgi odağında olmaya rahat bir koltuğa yayılır gibi yayılıyor) "Sen orayı hiç karıştırma, eh eh eh. Geçen maçta sakatlandık, biliyor musun, hanım çok kızdı."

"Valim, o zaman sizi de programın kadrosuna dahil ettik, her zaman bekleriz." (hala lafı çevirecek, gönül aldığını pot kırmadığını teyit edecek ya)

"Şimdi çocuklar..." (aniden yüz ifadesini ciddileştiriyor, "Çoluk çocukla enseye tokat olmayayım" kaygısıyla) "Vaktiyle biz bunları hobi olarak yaptık, çeşitli ödüllerimiz, sertifikalarımız bu konuda mevcut. Artık bizim tek görevimiz, vatanımıza, milletimize, hemşehrilerimize en güzel şekilde, layığıyla hizmet etmek, hizmette kusur etmemek. Bu oyuncu lafı, biliyorsunuz, siyasette sıkça telaffuz edilir ve hep de maalesef kötü manada telaffuz edilir. Biz oyuncu değiliz, çok şükür, ama oyun nasıl oynanır, iyi biliriz. Daha doğrusu, oyunu, yalnız sahneye yakıştırırız. Oyunun yeri meclis değildir, halkın önünde öyle kıvırtılmaz." (Basın mensupları, bilhassa politikadan çakmayanlar, magazin muhabirleri falan bu noktada cep telefonlarıyla oynuyor. Valinin yanındaki oyuncu da önüne bakarak sözlerin her birine katılır gibi ve büyük ciddiyet içinde başını sallıyor. Akşam "Lavuğa bak, gelmiş beş dakika rol kesti diye Şekspir döktürdü sanıyor" diyecek arkadaşlarına rakı sofrasında. Yine de cep telefonunda kendi kolunu büküp karşıdan çektiği fotoğrafları duracak, eşe dosta bayramda göstermelik).

Ya... Nereden nereye...

Oyun hamurundan olmayan omurga görelim diyenler de "başganım"sız Saturday Night Live videosuna buyursun (HTML sapıtınca böyle kocakafa haliyle koydum, kusuruma bakmayın):


19 Kasım 2012 Pazartesi

Burayı geç sen, sadede gel

Sabahlar çok tehlikeli.

Sabahları, kahvaltıdan hemen sonra ve paltomu giyip boynumda atkım, başımda beremle kapıdan koşarak çıktığım o andan itibaren bir sürü şeyi katman katman, aynı anda düşünmeye başlıyorum. Bir saat öncenin uykusu silinmiş oluyor gözümden, yüzümden, aklım pırıl pırıl. İhtimaller, kış sabahı gökyüzü gibi bulutsuz, net ve sonsuz. Başımı iki yana sallayarak, kendi kendime konuşur gibi kulaklıklarımı örten şarkıya eşlik ediyorum, etmediğimde ayaklarım tempo tutma görevini devralıyor. Tıpkı ekranın sağa doğru aktığı bir video oyunu gibi, trene binip ekranın sağına doğru akmaya başlıyoruz.

Böyle güzel kış günlerinde, gerçi henüz Kasım'ı bitirmediğimizden hava eksili derecelere düşmüş olsa bile kış demek ne kadar doğru bilemiyorum, romatizma gibi tutuyor, eklemlerim ağrıyor sanki, iliklerime kadar İsveç'i özlüyorum. Trenin penceresinden apartmanların insafına kalmış güneş ışığı kesik kesik sırtımızı yıkadıkça hep aynı şeyi hatırlayıp hüzünle hayal etmeye başlıyorum; o günü, o geceyi, o anların tümünü:

Birkaç sene önce öğleyin aynı güneş pijamamla halının üstünde oturmuş bir şeyler yazan o zamanki "ben"in sırtına vuruyorken, telefon geliyor. Bir saat sonra evden çıkmadan hemen önce kedinin mama kabını fazla fazla dolduruyorum, çanta hazırlıyorum elime, ilk trenle Uppsala'ya varıyorum. Üstümde ince, gri ceketim, sırtımda çantam. Serhan beni peronda karşılıyor. Sadece başka bir ülkeye, başka bir kıtaya gelmişim gibi değil, sanki camdan bir kente gelmişim, burada yüksek sesle konuşmak, sert adımlarla yürümek yasakmış gibi hissediyorum, kibar hareketlerle, etrafıma dikkatle bakınıyorum. Ben yoldayken nedense gökyüzü birden karışmış, Camdan Kent'e yağmur indirmek üzere. Bizi üzmeden, sadece şaka olsun diye çiselemeye başladığı sırada tren istasyonuna yakın bir Çin lokantasına giriyoruz. Açık büfesine yanaştığımızda arka tarafta ince belliden çay içip Türkçe sohbet eden birkaç adam görüyoruz. Dünyanın tüm dönercilerinin Türk çıkmasına alışmışız da, garson ve kasiyer dahil herkesin Çinli olduğu bir Çin lokantasının Türklere ait olduğunu bilmek komik geliyor. Nefes alamayacak kadar doymamıza rağmen sırf pisboğazlık olsun diye kızarmış muzla ucuz dondurma yiyoruz yemeğin sonunda. O kadar kötü ki dondurma, sütlü renkler kasenin içinde mükemmel bir cümbüş yaratmışken yarıda bırakıp çıkıyoruz.

Kaldırımlar yağmurdan koyulaşmış, Camdan Kent buğulanmış. Durağında sadece ikimizin beklediği bir otobüs gelip alıyor, sonra ormanların, ovaların, düzlüklerin, hafif yokuşların, çayların, minyatür köprülerin ilerisinde, uzakta bir yerde indiriyor. Geldiğimizi sanarken ben, Serhan birkaç kilometre ötedeki gösterişli malikaneyi işaret ediyor. Endişeyle ayaklarıma bakıyorum; incecik babetlerimin içinde ıslanmış, büzüşmüş ayaklarıma. O babetler ertesi gün kuruduğunda öyle kötü kokacak ki, bir daha giyilemeyecek. O an ama, sonraki anın çürümesi kirletmemiş bizi daha. Yolu yürümeye başlıyoruz; incecik bir patika bu, sağı solu geniş çimenler, ağaçlarla kaplı. Çakıl taşlarının sivri uçlarını ince tabanımda hissedebiliyorum. Hava kalacağımız yere yaklaştığımızı görmenin şımarıklığıyla sanki, hızla kararıyor. Ama kısa görünen patika bir türlü bitmiyor. Malikanenin yanına vardığımızda artık gece. İyiden iyiye üşümüşüz. Malikaneye hamle ediyorum, merdivenlerini çıkmaya yelteniyorum. Serhan gülüyor. Bizim kalacağımız yer başka, diyor. Malikanenin arkasından dolanıyoruz. Karanlıkta, üşümüş olmasam çeşitli korkunç şekillere benzetmekte hiç sıkıntı çekmeyeceğim traşlanmış, biçimli çalıların yanından geçiyoruz ve arka taraftaki küçük bungalovların önüne geliyoruz. Bungalovların içinde karşılıklı belki 20-30 oda var, şimdiye kadar bungalov diye adlandırıldığını bildiğim hiçbir şeye benzemiyor. O odalardan birine, kapıyı açıp odamıza giriyoruz. Beyaza boyanmış ahşap zemin, bembeyaz, yüksek bir yatak, dev bir televizyon, İskandinav tarzı sade güzellikle bir araya gelmiş türlü dekoratif şeyler. Islak giysilerimi çıkarıyorum, gözlerimiz kapanana dek sadece kocaman ve sadece o gece için bize ait diye izlemek huyumuz olmadığı halde ekrana bakıyoruz.

Ertesi sabah erkenden, kuş, böcek ve canlanan doğa sesleriyle, insanda yaşama isteğini köpürten bir güne uyanıyoruz. Serhan beni içinde yüzyıllar önceden kalma eski şöminesi bile yerli yerinde ve kullanılır vaziyette duran malikanenin yemek salonlarından birine götürüyor. Dev pencereleri açılmış ve baharın içeriyi doldurduğu bu odada kocaman bir masaya ikimiz oturup dağ çileğinden yapılmış gerçek reçel yiyoruz, gerçek tereyağ, taze ekmek, peynir. Porselen, güzelim çay bardakları inci gibi yan yana dizilmiş uzun bir masanın üstünde. Onlarla fincanlarca çay içiyoruz. Serhan konferansa gelen arkadaşlarına, profesörlere yakalanmayacağı bir yerlerden beni gölün kenarına götürüyor. Dizlerimize varan çalıların, yeşilliklerin arasında, arı alerjim yüzünden güle-bağıra koşarak suyun yanına gidiyorum. Fotoğraf makinamı getirseydim keşke, deyip deyip üzülüyorum. Sonradan da tortusu kalacak bir üzüntü bu. Kayaların üstüne çıkıp, ağaçların arasından, sazlıkların köşesinden, her yandan göle bakıyoruz. Sonsuza kadar orada yaşayacakmış gibi davranıyoruz. Bir banka oturuyoruz, saatlerce konuşuyoruz. Dalından koparmaya kıyabildiğim çiçeklerden bir tanesini alıp önce kulağımın arkasına, sonra cebime yerleştiriyorum. Çantamızı kucaklayıp gitme vakti geldiğinde o patikayı gerisingeri yürüyoruz. Gündüz gözüyle yol o kadar uzun gelmiyor, fakat bu sefer de otobüs durağı derme çatma, küçücük bir oyuk gibi görünüyor. Sıcaktan korunmak için altına sıkışıyoruz. Dakikalarca, on dakikalarca, kim bilir bir saat orada otobüs bekliyoruz. Otobüs bizi yine aynı yollardan, düzlüklerden ve küçük tepelerden, bir alışveriş torbasından yanlışlıkla düşüvermiş gibi parkların ortasında devrik duran güzel ve modern heykellerin yanından geçiriyor, tek tük insanlar belirince şehre yaklaştığımızı anlıyoruz. İnince veda üzüntüsü içinde, istemeye istemeye istasyona yürüyoruz. Önceki akşam Çin lokantasında yemek yerken kepenkleri kapalı duran gitar dükkanı açılmış, simli elektro gitarlar vitrinde göz alıyor. Ama gösterişi bize değil artık. Biz sadece trene binip başka yere gideniz. 20-30 dakika sonra Stockholm'e varanız.

Burada bunu yazdım, ki unutmayayım. Unutmak için aklıma izni vereyim, ama burada durduğundan bir türlü de unutamayayım. Varlığı huzursuz etsin; dizin arkasında, olmadık bir yerde kaşınan nokta gibi zihmini kurcalasın.

12 Kasım 2012 Pazartesi

Ayın elemanı


Madem derli toplu yazılarımı Radikal Blog'a gönderdiğim için buralar öksüz, yetim kaldı, o halde bu ay olan güzel şeylerin fotoğraflarıyla ağzımızı tatlandıralım, hafızamızı tazeleyelim.

Güzel bir kafede film öncesi mini bir cupcake yedim.
Birkaç hafta önce Fifi Lapin'den ağzımın suyu akarak sipariş ettiğim iğne, ofis posta kutuma düşüverdi.
Aerosmith hemen karşımızda, gençken yaşadıkları apartmanın önünde bir konser verdi...
...ve Serhan beni çok güldürdü.
Obama ikinci kez başka seçilerek dünyayı kötülerin elinden kurtardı.

30 Ekim 2012 Salı

Az önce

konserine biletimi almanın şerefine, buraya şöyle bir uğrayıp videosunu yerleştirmek istedim.

Çok az şeye büyük tutku duyuyorum, çok az. Bir tanesi de bu.

Valla, yine iyiyim.

29 Ekim 2012 Pazartesi

Sandy kasırgası ve cici Bobi


Kasırganın ilk saatleri sırasında alışveriş derdine düşen sahipleri tarafından marketin dışına bağlanmış, gelip geçenin bacağına ağlayarak sarılan güzel köpecik.

25 Ekim 2012 Perşembe

Fonksiyonsuz foto sanayii


Vizcaya Müzesi ve Bitmek Bilmez Nefis Bahçesi'nin halat gibi dallı, enteresan ağaçları 
Hayatımda hiç bu kadar palmiye görmemiş olmam ve asıl enteresanı, palmiyenin Miami'ye sonradan getirilmiş olduğunu öğrenmem
Miami'deki havalı köpüşlerin de hepimiz gibi kakiş yapması
Bir yeri tutturamayanların ilk, dünyanın geri kalanının son tercihi apartman üniversiteleri ve yetiştirdikleri taşkafa nesil tasviri 
Fakir fukara bölgeler
Kendini dolaysızca ve özgürce reklam etmek
Şu açıklamaları yazarken Poppy omzumun arkasında horluyor ve habire ilgimi dağıtıyor.
Holokost anısına yapılmış "The sculpture of Love and Anguish"
Yine palmiyeli yollar. Denizli manzaralar bu aşamada hiç yok, çünkü çalınır korkusuyla plaja fotoğraf makinasını götüremedik.
Miami ve Miami Beach turlarını aldığımız otobüslerden bir tanesi
Akşamcı rehberin kafasının köprüye sıkışması
Lichtenstein'ın "Mermaid" heykeli
Varlık, mal, mülk
Garibanı da burada yürüyor.
Ondan sonracığıma
Derisi soyulmuş bir bina
American Airlines Arena
Adeta Legokent
Birtakım sokak

Bir de kuzenim Tutu Hanım'a balkondan çektiğim üç fotoğrafı gönderip "Panaromik olsun, sen bunları bir araya getiriver" diye rica ettim de (amatör işi duranı daha hoşuma gitti, o haliyle koyuyorum):


Üstüne basarsanız akılalmaz şekilde büyüyecek ve siz de bizim balkonda oturacaksınız. 

Bir işi daha başımdan savmanın sevinciyle ve elbette müsaadenizle ben kaçayım. "Bina fotoğraflarına bakmaya doyamadık" diyen tatlı kaçıklarınızı BenceNefis'e bekliyorum. 

21 Ekim 2012 Pazar

Güzel şeyler

Miami fotoşları sözünü vermiştim, sözüm söz. Yalnız öyle yüzlerce fotoğraf ekranda küçük kutular şeklinde üst üste dururken biraz eziyet gibi geliyor seçip buraya yerleştirmek. Hem kaçını, nasıl bir sırayla, hangi temaya göre (önce bina fotoğrafları mı, deniz-güneş mi, sokak mı) yerleştirmeli, onu da kestiremiyorum. Ben kestiresiye dün çektiğim fotoğrafları taze taze koyayım, ayağım alışır.


Sonbaharda Boston güzel görünüyor sahiden. Ama hep böyle gitmeyecek tabii.