Anı anlatmayı çok seviyorum, blogda da sürekli yaptığımı gördüğünüz üzere. İşin en büyüleyici kısmı, anlattıkça hafızanın giderek berraklaşması, hatırladığını bilmediğin detayları bile önüne çıkarıp koyması. Kendinden haklı olarak etkileneceğin, aklının kapasitesinden hayretlere düşeceğin bir durum. Üstelik kendi sesinin üstüne binip şimdiki zamandan soyutlanmak da cabası. O yüzden arkadaşlarıma bir şey anlatmadan önce, hele de anlatacağım şey uzun, güzel bir anıysa ve karşımdakinin bana dikkat kesildiğini görebiliyorsam heyecanımı bastırarak zevki geciktirmeye çalışır, lafı başka yerlerden dolandırır, anının etrafında gezinirim. Artık ne kadar dayanabilirsem. Şimdi bu kadar dayanabildim mesela. (Bir paragraf.)
Geçenlerde karşılıklı talk show pozisyonumuzu almış, L şeklinde yerleştirdiğimiz iki koltuğun birinin ucunda ben, diğerinin ucunda Serhan oturuyorken, hiç hatırlamıyorum nereden, ama konu bir şekilde bir yerden ilkokul döneminden bir hatıram olan Kazıkçı Amca'ya geldi. Ne zamandır Tuncel Kurtiz'inkine epey benzeyen yüzü aklıma takılıyordu, uygun bir sohbet olana kadar hazırlanayım diye çeşitli detayları ayaküstü gözden geçiriyordum onunla ilgili. O yüzden pimi çekilmiş el bombası gibi, başladım anlatmaya. Şimdi de size anlatayım, haydi (iki paragraf):
İlkokulum Nurettin Teksan, daha önce bahsetmişimdir belki, çok güzel bir devlet okuluydu. Velilerin çocuklarını sokmak için kendilerini paraladığını bizzat annemden biliyorum. Bir tanıdığın Kalamış'taki evi ikamet gösterilerek kaydımın yapılmasından sonra, uzunca süre bavulumun ansızın toplanıp, o uzaktan tanıdık kadının evine gönderilme ihtimalim olduğunu sanmıştım, bu mesele aklımı çok kurcalamıştı. Bir de ne biçim sorgu-sual devletiysek, el kadar halimle beni sorguya çekeceklermiş gibi annemin kapı arkalarında "Ev adresini sorarlarsa bak şu adresi diyeceksin, tamam mı Elmoşçuğum" diye örgütlediğini çok net hatırlarım.
Okul, kalburüstü denecek muhitin göbeğindeydi; Marina'ya, dolayısıyla yatlara, katlara, hatta seneler sonra açılacak ve camdan bir piramit şeklinde tasarlanmış binasıyla, üst katı atari salonu, alt katı şimdiki anlamıyla olmasa da alışveriş merkezi gibi çeşitli mağazaların yanyana kondurulması ile düzenlenmiş, food court'u falan olan Piramit eğlence merkezine oldukça yakındı. Birinci sınıfa başladığım sene henüz Piramit açılmamıştı gerçi, ama okula gideni sokağa dönmeden, köşedeki Can Kırtasiye sapasağlam yerindeydi ve bu kırtasiyede aşırı fahiş fiyatlarla Avrupa'dan, Amerika'dan gelme kırtasiye ürünleri, hayatımda hiç görmediğim oyuncaklar filan satılırdı. Fakat okulda geçirdiğim beş sene boyunca Can Kırtasiye'ye belki toplam 10 kere gitmiş, gittiğimde de çıkartma defterim için çıkartmalar, belki bir silgi, o tür ufak şeyler almışımdır. Bunun sebebi sadece orta sınıfa mensup bir ailenin kucağında büyümüş olmam değil, bir de annemin bu konuda biraz katı bir tutum izlemesidir. Daha önce detaylı şekilde bundan bahsettiğim için, şimdi esas mevzuya geliyorum.
Beslenme saatinde ve teneffüslerde herkes, o zaman bile aklımın almadığı bir coşkuyla bahçeye fırlar, kızlar ve erkekler kurulmuş oyuncak gibi ayrı köşelere ilerler ve bambaşka oyunlara dalarak toplama, çıkarmadan yorgun düşmüş taze beyinlerini dinlendirirlerdi. Birinci sınıfın ilk haftası, boy pos olarak yaşıma göre hiç de küçük bir çocuk olmamama rağmen, böyle bir kargaşada merdivenlerde takılıp düştüğümü ve birileri fark edene kadar düştüğüm yerde içi miflonlu yüzlerce çocuk çizmesi tarafından çiğnendiğimi ve bu esnada merdivenin öbür ucundan bahçe kapısına oluk oluk akan çocuk nehrini kartal gibi izleyen müdür muavinine uzanarak cılız, kesinlikle duyulmayacak bir sesle "Amca... mca... ne olur yardım edin" dediğimi ve kendimi sonsuz çaresiz hissettiğimi hatırlarım (henüz "örtmenim" dönemim bile başlamamış, ay yazık bana be).
Her neyse, teneffüs ve bahçeden diyorduk, şimdi merdivenlerden bahsetmenin alemi yok.
Bahçede, bir köşede konusu nazlı nazlı merdivenleri atlamak olan bir takım kız işi oyunlar oynanır, diğer köşede ezilmiş içecek kutularının top farz edildiği maçlar edilirken bir anda hepimizin "Mama vakti!" diye seslenilmiş köpek yavruları gibi dikkat kesildikleri bir an gelirdi, ve Kazıkçı Amca köşeden görünürdü. Bir çubuğun etrafına doladığı, üst üste yerleştirdiği çeşitli oyuncak ve şekerler renkleriyle sokağa can gelirdi bir anda: Pamuk şeker, emzik şeker, ağızda patlayan, bileğe takılan bir lastiğe dizilmiş ortası delik renkli şekerler, parçası çekilince pervanesi dönen oyuncaklar, çatapatlı ve yuvarlak toplar fırlatan silahlar, ucunda plastik bir süs bulunan kolyeler, çıkartmalar, sol tarafı çizgili, sağı kareli kağıttan ödev defterleri, parmağın ilk boğumu kadar bir küçük poşete koyulmuş renkli kolonyalar, daha neler neler. Bir anda toplaşan yığınla çocuk, içeri girmesinin ve hatta sokakta yürümesinin okul müdürü tarafından yasaklandığı Kazıkçı Amca'ya parmaklıklardan uzanır, göz koydukları bu şeylerden birini almak için, avuçlarındaki terden ılınmış haliyle buruş kırış kağıt paraları uzatırlardı. Kazıkçı Amca hata yapmamaya özen göstererek küçük avuçlardan nasırlı, koca ellerine bırakılan parayı önce cebine atar, sonra çubuğunu omzundan hafifçe indirerek istenen oyuncağı/şekeri takılı olduğu çengelden kurtarıp yüzünü unutmadan çocuğa geri verirdi. Böyle böyle, çocukların gönlü oldukça kalabalık dağılır, herkes bir yanda yeni oyuncaklarını havaya fırlatır, küçük kolonyalarıyla avuçlarına bayağı ve ağır bir koku akıtır, şekerini emer, sürpriz yumurtaları ikiye kırarken, zille beraber hepsi ceplere sokulur ve sınıflara çıkıldığının aksine ağır ağır, yaslı yaslı girilirdi.
Fakat işler hep bu kadar pürüzsüz ilerlemiyordu elbette.
Bazı günler müdür, Kazıkçı Amca'nın (düşününce bu ad ona, ertesi günü bile görmeyen kalitesizlikte şeyler sattığından çocuksu bir güdüyle yakıştırılmıştı galiba. Aslında Can Kırtasiye'nin sokak girişini süslediği bir okulda okuyan çocuklar olarak bu adamın sattığı hiçbir şeyin fiyatının fahiş olmadığını biliyorduk) geleceğini öğrenen, sokağa girdiğini gören müdür, işinden gücünden vakit ayırıp yüksek parmaklıklı okul kapısını hademeye emredip açtırarak sokağa çıkar, Kazıkçı Amca'yı ılık paraları elinde tıpa gibi kalmış onlarca çocuğun önünde bir temiz paylardı; sattığı yiyeceklerin sağlığa zararlı, hatta zehirli olduğunu söylerdi, adamın bunları satmaktan, bu çocukların parasını almaktan utanıp utanmadığını sorardı. Adam kepini yüzüne doğru utanmışçasına iyice indirir, karşısında tane tane, güzel bir Türkçe'yle süslü laflar konuşan, gösterişli takım elbisesinin ve omzundaki görünmeyen rütbelerinin hakkını veren bu kudretli adamın yanında küçüldükçe küçülürdü (halbuki aslında müdürün en az iki katıydı). Bu sırada az evvel ondan bir şeyler satın almak için birbirini ezen çocuklar hain hain gülmeye, parmaklarıyla adamı göstererek "Kazıkçı amca! Kaçmasın, tutun! Kazıkçısın sen!" diye bağırmaya, neşeyle müdürü destekleyen tezahürat yapmaya başlarlardı. Bu ani değişim, bu kaypaklık her seferinde beni tekrar tekrar şaşırtır ve üzerdi. Kazıkçı Amca'nın da ağırına gitmiş olmalıydı ki, bu azarlardan sonra birkaç gün okulun sokağına hiç uğramazdı. Yan gözle onun şeker pembe, kırmızı çubuğunu bekleyen gözler, beklediğiyle kalırlardı. Sonra geldiğinde, yine itiş kakış, yine aynı şey.
İşte, ben insanoğlunun uçsuz bucaksız hainliğini genç yaşımda bu sebeple çözmüşümdür.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder