27 Şubat 2012 Pazartesi

Tribal dövme

Hiç bir şey istemiyorum. Hiçbir şey bana cazip görünmüyor. Günden güne miskinleştiğimi hissediyorum ve bundan memnunum. Belki bir müddet sonra can sıkıntısı bile hissetmeyecek kadar büyük bir gevşekliğe düşeceğim. İnsan bir şey yapmalı, öyle bir şey ki... Yoksa hiçbir şey yapmamalı. Düşünüyorum; elimizden ne yapmak gelir? Hiç!.. Milyonlarca senelik dünyada en eski şey yirmi bin yaşında... Bu bile biraz palavralı bir rakam. (...) Ne yaratacaksın? (...) Bize ziyasını beş bin senede gönderen yıldızlar varken, en kabadayısı elli sene sonra kütüphanelerde çürüyecek ve nihayet beş yüz sene sonra adı unutulacak eserler yazarak ebedi olmaya çalışmak, yahut üç bin sene sonra, kolsuz bacaksız, bir müzede teşhir edilsin diye, ömrünü çamur yoğurmak ve mermere kalem savurmakla geçirmek bana pek akıllı işi gibi gelmiyor.

Sabahattin Ali, İçimizdeki Şeytan  (Varlık Yayınları, 1966)

Yukarıdaki metinde geçen bir takım kelimeleri daktilo ederken çağdaş imlâ kurallarınca değiştirip orijinal halini bozan da benim. Kızacaksanız bana kızın.
Elmoş Özcici, Eşekbaşı (Yokluk Mayınları, 2012)

20 Şubat 2012 Pazartesi

Şipşak

Her tür kuşla cinsel deneyimimin ardından, bir süre önce leyleği arzulamaya, "küçük Polaroid makinalardan isterim" diye tutturmaya başladım. 5 yaşa kadarki küçük çocukların oynayacağı bir oyuncakmışçasına köşeleri iyice yuvarlanmış beyaz bir kare, üstünde de kafam kadar bir yuvarlak tuş. Diğer Polaroid makinalardan bildiğimiz üzere, çeker çekmez hemen kapı gibi (üst üste konmuş iki kibrit kutusu boyunda) fotoğrafı diğer ucundan çıkarıp eline veriyor. Fakat Taksim Meydanı'ndaki şipşakçı amcaların yaptığı gibi, fotoğrafı alıp güneş ışığıyla temas ettirmemeye özen göstererek bir defterin arasına sıkıştırmaya gerek kalmıyor. Ve şu mekanizma benim için otuz yıldır bir gün olsun büyüleyiciliğini yitirmedi, yitirecek gibi de görünmüyor.
Bedside table on the kitchen table (2012)
All rights reserved, all wrongs reversed.

Çekilen fotoğrafları önüne koyunca, insanı az zamanda büyük işler başarmış ve hayatta bir an belirip derhal yok olan nice güzellikleri derhal yakalamışlık illüzyonuna doyuran Polaroid maceramla, yeri geldikçe bu blogu renklendireceğimi ümit ediyorum.

19 Şubat 2012 Pazar

İnsan sevgilisi

İsveç'teyken üç yan dairemizde birkaç Rus işçi oturuyordu.
Koridordan az önce geçtiklerini koca botlarından süzülüp muşamba zeminde iz bırakan şantiye çamurundan, bir de tüm gün havada asılı kalan ağır tütün kokusundan anlardım. Apartmanda sigara içmek yasaktı gerçi, bu yüzden yangın söndürücüye naylon poşet sarıp içtiklerini rivayet ederdik. Gür bıyıkları nikotinden dalgalı şekilde sararmış, lacivert işçi tulumlarında binbir lekeyle dolaşan bu adamların yanında, mini eteği, file çorabı, fosforlu renkte kabarık montu ve taklit deriden diz boyunda çizmesiyle insanda seksenli yılların estetiğine karşı acıma hissi uyandıran bir kadın da olurdu bazı bazı. Hepsi bir göz dairede nasıl yaşayabiliyor, aklımız ermiyordu. Sığabildilerse bile, Pazar günleri öğleden sonra içlerinden birinin başına oturup hep aynı içli şarkıyı çaldığı, üç yüzden fazla daireden oluşan dev gibi apartmanımızı baştan aşağı titreten piyanoyu nereye koymuşlardı? O dönem evden pek çıkmadan tezini yazan bir öğrenci olarak adeta aynı günün girdabında dönüp duruyordum, günleri birbirinden ayırmama yarayacak en ufak fark yoktu. Bu yüzden tembel öğlen güneşi perdenin arasından soluk pembe duvar kağıdımıza meylederken başlayan şarkıyı duyar duymaz, haftayı kapattığımızı fark ederdim hevesle. Nadiren karşılaştığım, yanında durmanın bile ikinci el dumandan insanı akciğer kanseri edeceğinden korktuğum bu adamlardan birinin, asansörün kapısını ittiğinde bile hışırdayarak derisi büzüşen elleriyle ve ağzının kenarından düşmeyen ucuz sigarasıyla kim bilir neler neler düşünerek, şu tuhaf ülkede yaşadığı nelere sayıp söverek, memleketine veya sevdiklerine ciğer deşen bir özlem duyarak ezbere bildiği tek şarkıyı çaldığını hayal ederdim. H&M indirimlerinin, içine çırpılmış krema konan tatlı çöreklerin, şehrin göbeğinde kurulan Noel panayırlarının, saçları kusursuz bir çizgiyle yana ayrılmış, teni süt beyazı yakışıklı oğlanların, ve onların zarifçe kollarına girmiş, cümlelerinin arasına olur olmaz İngilizce cümleler yerleştiren uzun bacaklı güzel kızların diyarında yaşamıyordu belli ki. Şantiyelerin, vinçlerin, kesik kesik konuşulan tuhaf nağmeli bir dilin, pahalı ve üstelik tuzsuz ekmeğin ülkesindeydi, ve bu durum her Pazar biraz daha canına tak ediyordu.