İsveç'teyken üç yan dairemizde birkaç Rus işçi oturuyordu.
Koridordan az önce geçtiklerini koca botlarından süzülüp muşamba zeminde iz bırakan şantiye çamurundan, bir de tüm gün havada asılı kalan ağır tütün kokusundan anlardım. Apartmanda sigara içmek yasaktı gerçi, bu yüzden yangın söndürücüye naylon poşet sarıp içtiklerini rivayet ederdik. Gür bıyıkları nikotinden dalgalı şekilde sararmış, lacivert işçi tulumlarında binbir lekeyle dolaşan bu adamların yanında, mini eteği, file çorabı, fosforlu renkte kabarık montu ve taklit deriden diz boyunda çizmesiyle insanda seksenli yılların estetiğine karşı acıma hissi uyandıran bir kadın da olurdu bazı bazı. Hepsi bir göz dairede nasıl yaşayabiliyor, aklımız ermiyordu. Sığabildilerse bile, Pazar günleri öğleden sonra içlerinden birinin başına oturup hep aynı içli şarkıyı çaldığı, üç yüzden fazla daireden oluşan dev gibi apartmanımızı baştan aşağı titreten piyanoyu nereye koymuşlardı? O dönem evden pek çıkmadan tezini yazan bir öğrenci olarak adeta aynı günün girdabında dönüp duruyordum, günleri birbirinden ayırmama yarayacak en ufak fark yoktu. Bu yüzden tembel öğlen güneşi perdenin arasından soluk pembe duvar kağıdımıza meylederken başlayan şarkıyı duyar duymaz, haftayı kapattığımızı fark ederdim hevesle. Nadiren karşılaştığım, yanında durmanın bile ikinci el dumandan insanı akciğer kanseri edeceğinden korktuğum bu adamlardan birinin, asansörün kapısını ittiğinde bile hışırdayarak derisi büzüşen elleriyle ve ağzının kenarından düşmeyen ucuz sigarasıyla kim bilir neler neler düşünerek, şu tuhaf ülkede yaşadığı nelere sayıp söverek, memleketine veya sevdiklerine ciğer deşen bir özlem duyarak ezbere bildiği tek şarkıyı çaldığını hayal ederdim. H&M indirimlerinin, içine çırpılmış krema konan tatlı çöreklerin, şehrin göbeğinde kurulan Noel panayırlarının, saçları kusursuz bir çizgiyle yana ayrılmış, teni süt beyazı yakışıklı oğlanların, ve onların zarifçe kollarına girmiş, cümlelerinin arasına olur olmaz İngilizce cümleler yerleştiren uzun bacaklı güzel kızların diyarında yaşamıyordu belli ki. Şantiyelerin, vinçlerin, kesik kesik konuşulan tuhaf nağmeli bir dilin, pahalı ve üstelik tuzsuz ekmeğin ülkesindeydi, ve bu durum her Pazar biraz daha canına tak ediyordu.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder