13 Haziran 2011 Pazartesi

Açelya 44

Ananemin evi satıldı bir süre önce. O yüzden balkon demirlerine ayaklarımı uzatıp, paşa çayı içerek bir yandan taze kesilmiş çimen kokusunu içime çekeceğim bir ev yok. Ananemin yokluğunu söylemiyorum bile. O şöyle bir şey;

Bir keresinde kuzenimle hızla bir yerlere yürüyorduk. Orta ikinci sınıftaydım. Ayağımda annemin aldığı, şimdi moda olan iskarpin tarzı, az ama kalın topukları olan ayakkabılar. Bakkala mı gidiyoruz, artık nereyeyse, normalde okul formamın altına giyeyim diye alınmış bu ayakkabıları aceleyle ayağıma geçiriverdim. Fakat topuğa pek alışkın olmadığımdan bileğim burkulacak şekillere giriyordu yol boyu. Sonunda olan oldu ve yüzüstü yere kapaklandım. Tam dizimin altındaki minik bir çakılın, dizime bıçak gibi girdiğini o an hissettim. Ayağa kaldırıldığımda, taşın dizimin içine yerleştiğini gördüm. İnanılacak gibi değildi, ama sanki yıllardır oradaymışcasına, en ufak bir bombe yapmadan içine girmişti dizimin. Kan akmıyordu, yara-bereymiş gibi de durmuyordu. Sadece dizimin içinden bir parça çıkarılmış, yerine idareten çakıl yerleştirilmiş gibi duruyordu. Eğer çakıla yer açılmışsa, sökülen parça neredeydi? Yoktu. İçeri göçmüştü belki, onu bilemiyorduk o an.

Epey yakındaki bir eczaneye götürüldüm. Eczacı iri bir cımbızla taşı çıkardı. Bir anda oluk oluk kan inmeye başladı yaradan. Çok korkmuştum. Canımın yanmasından ziyade korktuğum için, gözlerimden yaşlar süzülüyordu ardarda. Birbirine saygısızca, yanağımda yarışıyorlardı hem de. Biri çenemden kucağıma düşüp, kot eteğimde iri bir koyuluk bırakmadan, diğeri ona yetişiyordu kısa yoldan. Kirpiklerim telaşlıydı, hangi birini başından savacağını şaşırmıştı.

Fazlasıyla korunaklı büyüdüğümden, yara tarihim oldukça kısadır benim. Bir keresinde salıncaktan düşünce dizimi boydan boya kaplayan kabuğu, aylarca hiç dokunmadan seyretmiştim. Bu, belki ilkiydi ve en büyüğüydü. Sonrakiler çok ufaktı. Şimdi orta ikinci sınıfta giydiğim az topuklu bir pabuç, tarih yazmıştı. Sargı bezinin altında, etinin nereye gittiğini hiç bilmediğim bir boşluk belirmişti. İçi dolacak gibi de görünmüyordu. Nitekim dolmadı da. Gençliğin hızla yenilenen dokuları oraya geçici bir dikiş attılar, ama yeri hiç gitmedi. Hala görünür.

Ananemin aslında istikrarlı bir hızda aramızdan silinip gidişini ben bu yaraya çok benzetiyorum. Bir anda, var olan yok oldu. Bir anda ona atfettiğimiz önemli manevi şeyler de duygu dağarcığımızdan eksildiler. Bir anda bizi dünyada öyle hissettiren tek ev, haritadan silindi. Onca et kopup nereye gitti, yine bilmiyoruz. Sadece artık yerinde çakıl olduğunu görüyoruz.

Açelya 44 diye başladım, Gökdelen 11'e döndü iş. Açelya 44'ün ne kadar başka bir huzur verdiğinden bahsedecektim. Hele akşamları, annem saat 12 olmadan yattığında, o durağanlık var ya... O bir bardak suyun yüzeyi gibi pürüzsüzce durgunluk. Üniversitede finallere, bütünlemelere çalışırken olurdu böyle sessizlik. Sessizliğin riski de, çevrede ses çıkaran ve sürekli zihni uyaran her şeyin bastırdığı düşüncelerin, duyguların ortaya çıkıvermesi. Sınava çalışırken aniden bambaşka kaygıların açık büfesinde, tabağımı tıka basa doldurmuş olurdum. Şimdi kaygı yok, beklentiler var. Beklentiler yoksa, geceyarısı tekrar kuşağı var. Televizyonda. Dolapta gofret var. Camdan bakınca siyaha gömülmüş bir park var. Biraz uzaklarda, ada ışıkları var. Annemin yanında kıvrılıp uyuyan başka bir kedi var. Bunlar hep enteresan şeyler. Aklımı farklı düşüncelerle dolduran, içten içe beni sevindiren şeyler.

Boston'dan o kadar tiksinmişim ki, İstanbul'u öpmeye doyamıyorum.

2 yorum:

gulaye dedi ki...

İnsanların kentlerle barış imzalaması bazen zaman alıyor;bazen ayrıldıktan sonra da uzlaşabiliyorsun. Ne kadar zaman sonra olsun bunu yakalamak benimm içimde her zaman bir ferahlık açıyor. Umarım en kısa zamanda sen de Boston'la barışı sağlarsın. Bu arada özlemiştim yazılarını. Umarım daha sık yazarsın. Sevgiler

Elmoş dedi ki...

Çok teşekkür ederim. Boston Barışı için biraz ümitsizim, ama belli olmaz.