İlaydalar, Su Adalar, Sude Nazlar, bu isimlerin şakası hep yapıldı. Bu dışı küften yeşermiş Kadıköy binalarına aynalı cam giydirerek modernlik, şıklık yakalama sevdasının uzantısı olarak çocuklara isim diye verilen saçmalıklar hep tartışıldı, ben de bu blogda tartıştım geçtim bile belki. O yüzden "yapılmışı var" deyip, ilerleyelim ve bu çocukların isimleri değil, kendileri üzerine biraz konuşalım istiyorum. Sude Naz olmak nasıl bir şeye işaret ediyor, bir ailenin Sude Nazlanması neye dalalettir, ona bakalım.
Sude Naz'ın annesi ucundan Starbucks'ın Türkiye'ye gelişine yetişti, ayrık tuttuğu bacaklarına geçirdiği dizine varan şortu içinde "Ulan, ben ne hata yaptım da buraya düştüm" şaşkın bakışıyla ve kendine müthiş bir yabancılaşmayla etrafı süzen "kociş"ini de o Starbuckslarda bağladı. Diyelim. Cevahir'de, İstinye Park'ta bu evlilik öncesinde alışveriş yaptı (Mango'dan - Çok uzağa gitmeye lüzum yok), şehirli keyiflerini türlü festivallerde yarım yamalak, başkalarından gördüğünce yaşadı. Kolunu bir askı gibi dışa bükük tutarak çantasını dolmuştan inip gittiği Cadde kafelerine doğru taşıdı, belki gelinliğine siyah bir kuşak bağlamayı arkadaşlarından önce akıl edip trendyliğin doruklarına çıktı. Tabii Cahide'de gey şarkıcı izlemeye gidilen bekarlığa veda gecelerini, kafalara takılan o kırmızı tüllü taçları filan söylemiyorum bile. Sonra düğünler, hemen arkasından ver elini Maldivler. Son taksidini 2019'da ödeyeceği bir balayı. Borç harç gidildi ama, fotoğraflar derhal Facebook'a yüklendi. Maldivler'de kocasının kirli çorabını henüz yıkamamışken ve Sude Naz henüz ana rahmine düşmemişken ve fakat düşmeye çok yaklaşmışken, sanki ertesi gün özel jetle California'daki malikanelerine döneceklermiş gibi bir rahatlık, yüzler bronz, ellerde yedi renk kokteyller, ne pozlar kesildi. Değil mi? Şimdi fosforlu pembe bikinisinin içinde dönerek koşan ve bir metre kadar yaklaştığı her şezlong- insanının tiz sesiyle anında beynini oyan Sude Naz'ın doğacağı şartlar, koşullar bunlardı. Ucundan azıcık yaşanmış, ucundan azıcık taksitle gezilmiş, lüks gibi görünse de aslında değil, Amerikan dizilerindeki alışkanlıklar benimsenmiş ve içselleştirilmiş gibi görünse de değil bir hayata, Malatyalı dedenin torunu, İstanbullu Aylin'in tek yavrusu olmaya ve Starbucks Türkiyesi'nin en aynalı camlı ve fakat varoş muhitlere on metre mesafedeki lüks bir sitenin, yuvarlak ve kendinden gideceği katı bilen akıllı asansörlü, jakuzi ve jaluzili apartman dairelerinde yaşamaya doğdu Sude Naz. Ailesinin son lüks aksesuvarı olarak. Çünkü bu çocuk meselesi öyle bir şeye dönüşmüş; vazgeçilmez bir aksesuvara. Ailenin heveslerinin temize geçilmesi ve Maldivlere bir kerelik değil, hep gidilen bir hayat ihtimaline yakılan bir dilek mumu, bir Japon feneri. "Sude Naz Robert'te okusun, Saraylarda büyüsün" niyetleriyle. "Biz İngilizce'yi upper-intermediate seviyesinde biliyoruz (ki öyle bir seviye, Türk insanının sandığı anlamda, yok), kızım upper advanced hatta mother tongue şeklinde bilsin. İki yaşının tatilinde deniz içinde "ayağını bana doğru çırpma" demek için dünyanın en boktan İngilizcesiyle ona laf anlatayım ki, kulağı yatkın olsun (neye?)." Sude Naz, Naimoğlu ailesinin 2019'da taksidi bitecek Maldivler balayısının ardından yeni büyük projesi. Kendilerinden daha iyi hayat yaşayan bir aile ferdi olmasının tek ümidi. Babasının "Niye bana bağırıyorsun kızım? Ben sana bağırıyor muyum?" demesi, Sude Naz'ın çocuksu ve anlamsız kaprislerini ve şımarıklıklarını aklı yettiğince mantık ve felsefe çerçevesinde karşılaması ve yeşertmeye çalışması bundan. güneş kremi sürmek istemeyen, şişeyi fırlatan el kadar bebeklere "Güneş, bizi ısıtır ve enerjisiyle.." diye ilk fen bilgisi dersini veren yeni nesil anne-babalar. Anlayışın, iletişimin, her şeyde olduğu gibi suyunu çıkarmış ve hizmetkârlığa soyunmuş.
Eskiden çocuğunu itip kakan, kolundan sertçe çeken, yüzüne bir tane patlatacakmış gibi elini çocuğunun yanağına paralel tutup dişlerini sıkarak konuşan ebeveynler görürdüm ve o çocuklara acırdım. Bir insan çocuğuna vurmamalı, nasıl kıyabilir, derdim. Bu tatilde ben, bu sefer yüzüne huysuzluk, hadsizlik, şımarıklık şamarı vurulan annelere, babalara acıdım. Fakat o babalar kendi durumlarından nasıl bihaberlerdi ki, onuncu sınıf pavyon ağızlarıyla çocuklarına "AŞKIMMMM, AŞKIMMM" diye sesleniyorlardı. Cüce platonik aşklarının peşinde heba olmuş, modern evliliğe, minimal dayama-döşemeye, Starbucks'taki hardal rengi koltuklarda pazar keyfi yapmaya vurgun babalar. Vay ki vay.
(Tüm bu dediklerimin üstüne şak diye manzarayı koyacaktım... da bulamıyorum... Neydi peki, şuydu: Türkiye'de gördüğüm bir özel ilkokulun reklam afişi/panosu. Gülümseyerek dedeciğine sarılan kız fotoğrafı ve köşesinde "İlayda'nın dedesi Abdurrahman" yazısı. Görenlerin, fotoğraflayanların yardımlarını bekliyorum.)
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
5 yorum:
Ohh, nası iyi geldi bu yazı. Nası iyi geldi annatamam. Özlemişiz.
Uuu gerçek hayattan alınmış bir korku hikayesi... Ürperdim.
Hoşgördük! Ben de sizin son yazıya coşkuyla yorum atacaktım, sululuk etmek istemedim.
Sayın Dial, bende daha ne Türkiye öyküleri var, sizden çok olmasın. Blogda size kavuşmak çok güzel ama şaka maka.
tam da abim ile eşinin kızlarına Arya adını koymayı düşündükleri şu günlerde bu yazı imdadıma yetişti kendilerine attım linki hemen, fikirleri değişir umuduyla..Ayşe Fatma'nın suyu mu çıktı canım :)
Sade, ne güzel isimler var halbuse. Deniz mesela. Öyle Fatma'ya filan kalmalarına bile gerek yok. :)
Yorum Gönder