14 Ağustos 2008 Perşembe

Stockholm : The Capital of Scandinavia























İlk foto: Kuzeyli plaj müziği yapan bir grup olarak KoC.

İkinci ve üçüncü foto: Konserde Eirik ve Erlend. Bizim konser değil. Şaşırma.

Kings of Convenience konser zabtımı yazmaya başlamadan hemen şurdan lafa gireyim; "biz de bize kurban, el de bize kurban" diye bir laf vardır. Bak bizim Türklerle hiç canımciğerim değilim, biliyorsun; Türk alışkanlıkları, kalıplaşmış davranışları beni illet ediyor, doğruya doğru. Ama dün konserde Erlend Øye ve Eirik Glambek Bøe, Arlanda Havaalanı'nda yürürken sağa sola konuşlandırılmış "Stockholm:The Capital of Scandinavia" tabelalarına epeyce bozulduklarını anlatırken bir Teoman'ın, bir Mor(on) ve Ötesi'nin canını yiyeyim dedim. En azından politically correct duruş sergilemek adına, içlerinden geçse bile böyle bir laf etmezlerdi.
Bilindiği üzere bu iki arkadaş Norveç, Bergen'den yarışmaya katılıyorlardı. Müzik dünyasında hem tanınan hem bu denli sevilen Norveçli iki entellektüel adamın "niye sizin şehriniz skendinevyın huvudstad(başkent) da bizimki değil?" diye bıdıbıdılaması hiç hoşuma gitmedi. Görüyorsun değil mi adamlardaki milliyetçiliği? Sana ne ULAN? İskandinavya'nın başkenti neyse ne, Bergen mi olsundu? Sen söyle.

Şimdi gelelim konsere;
Øye ve Bøe'nun uyumlu sesleri, sahnedeki koca perdelerin kadifeliğine halel getirebilecek cinstendi. Akustik gitarla sade sade sahneye çıkan ikili, Stockholm'ün indie gençlerine yaklaşık bir saat kırk beş dakikalık enfes bir müzik ziyafeti verdi. Øye, beyaz pantolonu ve yavruağzı/şeftali tonlarında t-shirtüyle hart diye ısırılacak denli yaz temasındaydı. Bøe, aynen üstteki fotodaki kılıktaydı; demek adamın konser kıyafeti bu imiş.
O değil de; ben Bøe'nun tipinin ne kadar Can/Cem ismine yakıştığını düşündüm konser boyu. Böyle eli yüzü düzgün, Can diye, Cem diye çocuklar vardır. Hep güzel kızlarla çıkarlar. Sorunsuz, kaygısız, başarılı insanlardır. En az bir sporda iyilerdir falan. İnsana yorgunluk hissi vermez böylesi, hep taze hissettirir. İletişimi kolaydır, arkadaşcanlısıdır, neyi ne zaman nasıl yapacağını bilir. O yüzden telaşsızdır. Yazları plajda akşama kadar kah yüzer, kah kızlarla okey oynar, kah erkek arkadaşlarıyla tekneyle balığa gider. Ferah ferah. Şeftali tonu giymese de insanda yazlık keten pantolon efilliği hissettiriyor, görüyorsun.
Erlend ise küçük çocuk gibiydi. Şarkı söylerkenki teatral yönü, çıkıntılığı, baskın karakteri ve cingöz dikkati Bøe ile taban tabana zıt, Bøe'nun fiziksel avantajlarından yoksun, fakat turuncu/kırmızı saçları, gözlüklerinin arkasında nokta kadar duran gözleri, bembeyaz teni ve sırık boyuyla karizmatik, marjinal, sanatçı bir kuzeyliyi çağrıştırıyordu. Ki zaten öyleydi. Bu nasıl bir -di'li geçmiş zaman takıntısıydı. Bilmiyordum.
Youtube'da görünce bana çok eğlenceli gelmişti, şöyle bir Ipanema beach serisi var bu adamların, arkada güneşten araplaşmış hanzolar seyreylerken müziklerini TRT çocuk korosu gibi icra ediyorlar. Plajda konuşan konuşana, millet cep telefonlarıyla hakkında en ufak fikri olmadığı bu müziği kaydediyor, Erlend'le ekürisi karizmatik elbise donanımlarından yoksun, Erlend'in Ferrari alamıyor diye Ferrari çakması Mazda spor araba alanlara yaraşır, dikdörtgen camlı güneş gözlükleri var, Eirik ise yarısı soyunulmuş bir sörf kıyafeti içinde (niyeyse şaşırmadım, böylesi sörf de yapar). Blogger'ın iğrenç sisteminde videoyu nasıl embed edeceğimi bilemediğimden buraya koyuyorum linki, bakan baksın.

Erlend'i önce Röyksopp'un Poor Leno'suna ve Remind Me'sine donuk, dümdüz ve tertemiz vokalleriyle eşlik ettiğinden takdir etmiş, sonra solo çalışması vesilesiyle bu takdiri derinleştirmiştim. Kings of Convenience ve Whitest Boy Alive atılımlarıyla da bu takdirin hakkını defalarca vermişti kendisi. Müzik yapmayı bilmekle, seyirciyi ayartabilmek apayrı şeyler. Örneğin kötüsünü Sebadoh konserinde yaşamıştık. Ama KoC, dün akşam gerçekten de seyircileri ayartıp, avucunun içine aldı. İsveççe bilmeyenlerin azınlık olduğunu öğrendikten sonra, şarkı aralarında Norveç aksanlı İsveççe konuşarak konseri tamamladılar. Biz de anamıza küfür mü ediyorlar, anlamadık. Yine de parmak şıklatarak, mırıldanarak ve şarkı söylerek bu sakin orkestraya eşlik ettik. El çırpıp dansetmeye başladığımız noktada bis için geri gelmek üzere kulise girdiler. Sonra da üç şarkı daha okuyup, gittiler. Giderken ümit de verdiler. Kapının önünde bekleyin, çıkınca konuşalım dediler. Ben beklemedim. İsveççem de yok zaten.

Siz fotoğrafları yazıdan önce görüyorsunuz, ama ben sonra koyuyorum. Şimdi fotoğrafları koyup işime gücüme döneceğim. Hoççakalıııııın!

Hiç yorum yok: