18 Ağustos 2008 Pazartesi

Fareler ve İnsanlar

Acayip şeyler aklıma gelip duruyor. Yazmazsam sistemimden atamam diye yazıp kurtulmak istiyorum. Eninde sonunda bu kelimeler içimden çıkmalı ki yenileri içime doğsun.
Neden bilmiyorum, İsveç'te hakikaten çok fazla deli var. Deli derken, gerçekten deli demek istiyorum. Herhangi bir yerdeler, her yerdeler. Değişik görüneni de var, normal davrananı da. Bugün trendeki adam gibi, vagon boyu kulaklarını tıkayarak bir o yana bir diğer yana yürüyeni de, istasyonda sakin sakin küçük kutudan yalayarak mayonez yiyeni de. Tren camından dışarı bakarken kapalı tren bekleme salonunda yere çökmüş çiş yapan bir kız bile gördüm bugün. Göz göze geldik. Ona "neyi gördüğümün ayırdında bile olamayacak kadar kafam meşgul" bakışı attım. O da "hadi ordan, pekala belli ki gördüğünün mantıksızlığının farkındasındır" bakışı geri attı. Peki.
Christinalarla yaşarken bindiğim otobüs(53) durağının arkasında kocaman, gedikli delikli bir kaya-duvar vardı. Bir akşam kedisiz sokaklarda cirit atan kocaman fareler duraktakilerin yanından telaşsız geçtiler, duraktaki tüm insanlarla beraber bakakaldık. Bizimle bekleyen deli-evsiz karışımı bir kadın da oradaydı. Dikkatini çekti fareler. Yanlarına doğru seğirtti, onlara gezdiği tekerlekli alışveriş arabasından çıkarıp cömert ikramlarda bulundu. Fareler kaçıp gittiler. Her gün eve dönerken, özellikle akşam saatlerinde, kadının fareleri gözlediğini fark ettim. Ayakta, farelerin çıktığı delikte umutsuzca onları bekliyordu. Bir süre yuvalarının önüne sonra yanında getirdiği plastik tabaklara süt ve ıslatılmış ekmek koymaya başladı. Sıcak havada da soğuk havada da başından çıkarmadığı beresini bir gün, onları takip ederken çıkarıp eline aldı. O zaman başında bir kaç telden başka saç olmadığını gördüm. Çok korkunç, biraz da acınası gelmişti. Onun gözünden dünya, bizim için göründüğüyle alakasız, tamamen bambaşka bir alem. Başka bir insanın, dünyayı bambaşka yaşadığını görürken, o insanla yanyana durmana rağmen ne düşündüğünü anlayamıyor olman da benim için süper fantastik bir deneyim/deneyimsizlik.
Burada bu kadar çeşit delilikleri gördükten sonra, İstanbul'dakiler çok farklı geliyor. İstanbul'da sakatların/delilerin ve dışlanmışların sokakta çok az dolaştığını, aslında orada da en az buradaki kadar yoğun olduğunu düşünüyorum. Ama en bariz fark, İstanbul'da otobüse bile binemezler. İsveç'te hepsine sosyal hayat bahşedilmiş. Hepsinin siparişleri restoranlarda dikkate alınıyor, hepsi toplu taşıma araçlarına binebiliyor, alışveriş yapabiliyor, sosyalleşiyor. Bugün kayıp eşyalar ofisinde bile bir şeyini kaybetmediğine emin olduğum evsiz bir adamın, muhtemelen hayali çantası için görevli on beş dakika kutuları araştırdı.
Bu durumlar beni çok etkiliyor. Daha önce düşünmediğim şeyleri düşünmeye başlıyorum. Daha önce "ya hep ya hiç", "ya şöyledir ya böyle" gibi iki uçlu baktığım şeylerin arasında çok fazla seçenek olduğunu görüyorum. Ülkenin gelişmişliğine göre seçenek sayısı artıyor. En büyük örnek de benim durumumu göz önüne alırsak mesela şu iş bulma durumu. Son bir yıldır, hatta iki yıl diyelim, okul bittiğinden beridir en büyük sıkıntım iş dünyasına girip plazalarda çalışan, içi bomboş kadınlardan olmak. Bu ihtimalin tersi benim için tüm bu saçmalıkları reddedip nisbeten marjinal bir hayat yaşamak, hukuku bir tarafa bırakıp gidip reklam ajansına girmek, dergiye başvurmak, beni ruhen ve entellektüel olarak doyurabileceğini düşündüğüm bir alanda çalışmak. Bu iki ihtimalin arasında kalmak beni bunaltıyordu. Öyle bir şey ki İstanbul'da, eliyüzü düzgün, saygın bir meslek grubundan olan insanlar sanki çok para kazanmak, daha çok para kazanmak ve en çok para kazanmak için yaşıyorlar. Mecburlar, bu öğretilmiş çünkü. Ekonomik olarak sürekli gelgitler yaşayan bir ülkede, gelişmemiş bir ülkede para en büyük kaygı elbette. Bu hayhuyda kendini bulman, geliştirmen plaj kenarında okuduğun 5 YTLlik "nasıl CEO olurum?" kitaplarından ileri gidemez. Evet, parodileştiriyorum, müsamereleştiriyorum. Çünkü bu ortam bana bunu hissettiriyor, fazlasını değil. Bankada çalışmalar, plazada çalışmalar, bir örnek kıyafetler, taklit inci küpeler, yalandan sarı saçlar, herkesten daha aç, sekse ve dedikoduya aç, 30'una yaklaştığı andan, günden itibaren evlenmenin derdine düşen, üç kuruşluk insanların, onların üç kuruşluk kaygılarının, Mango ve Zara indirimlerinin, kıtkanaat illa ki araba almaların, o arabalara sevimli olsun diye ayna oyuncakları asmaların, hiçbirinin, hiçbirinin arasında kendime en ufak bir yer göremiyorum. Bu insanlarla ortak paydada buluşabileceğimi sanmıyorum.
Doğuştan parayla oynamış, Amerika'da okumuş, Avrupa'da master yapmış, daha Robert'e girdiği sene başına geçeceği şirket bile neredeyse belli olan, o her şeyi yapabileceği için yapabilmiş, o her imkana sahip olduğu için başarılı olabilmiş, o yüzden o filmi izleyebilmiş, o yüzden o kitaptan haberi olmuş insanlardan da haz etmiyorum. Vokabülerlerini sevebilirim, ortak zevklerimizi kabullenebilirim, ama bu tip insanların da tam anlamıyla hayatı tam kapasite yaşadığına inanamıyorum. Samimi ve içten olacaklarına inanamıyorum. Bu insanların özellikle Türkiye'de kalanlarının her gün başka insanların sahip olmadıkları şeylerin lüksüyle egolarını tatmin edip durduklarını, kendilerini bir adım öteye götürmediklerini düşünüyorum.
Türkiye'deki hiçbir şey bana samimi gelmiyor şu anda. Başvurmak isteyebileceğim reklam ajansları veya medya kuruluşları, dergiler vesairelerde de kopya hayatlar yaşanıyor. Fotoğraflarda gördükleri güzel ve verimli hayatları taklit etmeye çalışıyorlar bana kalırsa. Aynı şeyleri de giyseler, Türkiye'de kimsenin gözünde o ışığı göremiyorum. Hep fake geliyor. Hep zorlama geliyor. Kimse oluruna bırakmıyor, hep hırs var. O kötü hırsı sevmiyorum. Kendimi öyle ortamlarda yarış halinde de hayal edemiyorum.
İnsanların, mesela Osmanlı'nın son dönemlerinde ne ad altında olursa olsun aydınların/sözde aydınların veya Her Kimlerin yurtdışına gidip de orada etkilenip dönmesine ben hiç şaşırmıyorum. Bunu söylemem ayıp mı, bilmiyorum. Çünkü o zaman da aynı şey vardı. Yine fettandık. Yine leb demeden leblebiyi anlamaya çalışırken, zamanın ötesini görmeye çalışırken, çakallık, kurnazlık yapmaya çalışırken ilk tümsekte tökezleyen bir millettik. Avrupa'da ise mesela, leb deyince leblebiyi anlamak değil, leb'in kendisini sorgulamak anlamlıydı. Leb'i, her yönüyle, sindire sindire anlayabilmek ve tartışabilmek mühimdi kimbilir. "Tur bindiriyoruz, yeehaaaw" zihniyeti sayesinde önünü göremeyen, iyice vizyonunu bulandıran bir topluluğuz, acı durumdayız.
Buraya gelmişim, tabii ki dönmek istemem. Neden isteyeyim? Tren istasyonu güzel, metrosu lüks diye mi? Böyle karikatürize düşünmek Türk insanının içini rahatlatıyor. Böyle küçümsemek, ölçeğini daraltmak, alaya alabileceği basitlikte yorumlamak daha zahmetsiz geliyor. Hayır, ondan değil. Dönmek istemem, çünkü kendini yaşamana fırsat verildiği kadar insanca davranıyorsun. Kendini yaşamana da anca diğerlerinin de kendini yaşadığı, o yüzden rahatladığı ve huzurlu olduğu bir ortamda mümkün. Türkiye'de değil. Eğitimli insanların bile kendini yaşayabildiğini söyleyemem, imkansız söyleyebilmem. Okuma oranı yüzde yüz de olsa, yüzde bine bile yükselse bir anda gerçekleşmeyecek, bence hiç bir zaman gerçekleşmeyecek bir toplumsal patlama olması lazım ki 500 yıl geriden de olsa, muassır medeniyet seviyesine ulaşabilelim. İnce ince havasını alarak rahatlamaz bu ülke, tümden patlaması lazım ki fonksiyonsuz hale gelmiş her elementi baştan yaratılabilsin, onarılmasın.
Nerden nereye geldim yine. Kendi kendime memlekete reçete bile yazdım. Çok da şeyinde ya Türkiye'nin. Ama, Türkiyeciğim, senin için yazmadım, sakın tepki verme. Kendi kafamdan atabilmek için yazdım. Benim kaygım kendim için, bir insan öyle ufak ki büyük şeyler karşısında. Anca kendini düşünebiliyor. Ötesini düşünemiyor.
Sen kendini kurtar.