24 Ağustos 2008 Pazar

Düşüncelerin sırası


Virgin Suicides'tan bahseden bir entry yazacaktım. Çok hevesliydim. Kitap bittikten sonra içim öyle bir oldu ki, yazmaya mecalim kalmadığını anladım.
Bir kitapla ilgili çok oluyor bu durum. Hakkında uzun uzun açıklamalar getirmek istiyorum, yorumlamak istiyorum. Sonra düşünceler eskiyor içimde. Tutup yazsam, bu sefer kendime haksızlık oluyor, yapmacık geliyor.
Çok hevesliydim, Cecilia'nın her şeyi tetikleyen nedensiz/nedeni belli olmayan intiharının sonrasında evlerinin ve içindeki ailenin dekompoze oluşu, okuyucu için bilinmezliğini koruyan kızların endişeleri, dile getirilmemiş üzüntüleri. Bu kızların hepsi, her biri bakire. Ve o evin dolaplarında tükenmeyen tek stok absurd ama gerçek: Tampon. Konuşmasalar bile, kusursuz güzellikleri olmasa bile, gizemleriyle mahallenin en güzel kızları bunlar. Hasta derecede içe kapanık yaşıyorlar, kimse haklarında önemli sayılabilecek bir bilgiye sahip değil. Okuldan alınıp eve hapsedildiklerinde, bir süre sonra kiliseye bile gitmeyi bıraktıklarında odalarında ne düşünüyorlar, belli değil. Bu kadar saydam nası oluyorlar, o baba nasıl o kadar kopuk, o bir yıl öncesinin partisinden kalan pasta tabakları üstlerindeki kurtlar/sineklerle bodrumda çürümeye devam ederken kimse, o evde hiçkimse nasıl olup da bundan rahatsız olmuyor? Bir süre sonra yıkanmayı da bırakıyorlar, konuşmayı da, geceleri ışıkları yakmayı da.. Peki ne yapıyorlar? Romanı ağzından dinlediğimiz karşı komşu çocukları, öykünün içinde geçen yüzlerce karakter hakkında bunca şey öğrendikçe, bu kızlar nasıl bu kadar resmin ortasında ve odağın dışında durabiliyorlar, hayrettir. Neyin rahatsız ettiğini bilsen de, uzanıp onu tutamamak, arkasını görememek insanı deli ediyor. Uzanamayacağın yerin kaşınması gibi. Son sayfasına kadar sabırla beklersem, hızlı okursam onlara tamamen sahip olacağımı düşünmek beni rahatlatmıştı. Sonunu gördüğümde huzursuzlandım. Görkemli dekompoze. Bu kitabın ismi budur. Nazarımda.
Geliyoruz "sparrow" hikayesine. Kendime dövme arıyordum. Yine. Google images ve deviantart browse seçenekleri kolkola vermiş, bana yardımcı oluyorlardı. Aradığım kuşu buldum sonunda, dövmeme karar verdim. Heyhey.
Bird başlığında düşünürken kafam Blue Bird şiirine takıldı. Üşenmeden gidip Youtube'dan videosunu izledim, Bukowski'nin sesinden. Sonra "Genius of the crowds". Başlamışken "Dinosauria, we". Sonra da Emel Sayın misali "ışıkları kapatın, ağlamak istiyorum" diyebileceğim duygusal anlar.. Bukowski'nin sesini yorgan gibi üzerime çekip, huysuzlanıyorum.
Böyle görselleri ayrı ayrı açıklamak için paragraf enflasyonu yaratınca kendimi Hürriyet veya Günaydın yazarı gibi hissettim. Banalleşmeye doyamadım bu gece.
Sonrasonra.. Sonra değil en önce. Prenses Mononoke. Aklıma ilk o geldi. Gördüğüm en güzel prenses. Ben de ona benzesem keşke. En kısa sürede sulu/kuru karıştırıp bir portresini yapacağım, yeminliyim.
Mononoke'yi düşünürken Totoro'nun yumuşak göbeğine takılıyor kafam. Yumuşacık tüylü göbeğinin üstünde uyusam. O huzurla nefes alıp verdikçe, yükselip alçalsam. Rüyamda.
Bir de Totoro'dan aklıma gelen gamlı baykuş serim için bir örnek aradım. Ekstrimli beyzik bir baykuş. Beyziğiz ezelden.
Gecegece Pearl Jam Smile vak'ası:
Yıl 1996. Bir okulgünü. Gece Pınar'larda kalmışım. Sabah yedi buçukta annesi uyandırıyor. Yüksek yatağının altında bir çekmece gibi duran yer yatağımda gözlerimi ovuşturuyorum. Kiraz ağacı desenli çarşafına uykudan yapışmış gibiyim, çizgifilmlerdeki gibi kalkmaya çalıştıkça tutkal beni geri çekecek adeta. Hava az aydınlık. Sonbaharın tüm kasvetine inat, sıcak bir oda. Annesi ikimizi de öperek açık bıraktığı hol ışığının kör kaldığı noktada kayboluyor. Yatakta doğruluyor Pınar, üzerime eğilip "okula gitmesek bugün, sana dinletmek istediğim bir şey var." diyor. Pearl Jam'in polaroid fotoğraf konseptli albüm kapağından kaseti sıyırıyor. Ufak müzik setinde dinlemeye başlıyoruz. Uzanıp bir sigara yakıyoruz. Albüm bitene kadar hiç konuşmak yok. Turuncu hol ışığında sis olup yükseliyor sigara dumanları. Arkada ikinci kornasına basan servisin gidişini, bizi terk edişini dinliyoruz. O karmaşadan, çamurlu botlarımızdan uzakta, uzanmışız. O an bana sevgilin kim deseler, Pınar derim. O derece. Anlıyorum ki, tüm bu şımarık grup paylaşımlarının hiç erişemediği bir yer var. Benim kontrol edemediğim bir yer. O yerde her kitabını okumadığım çok iyi şairlerinin çok güzel şiirleri, her albümünü dinlemediğim müzisyenlerin çok güzel şarkıları, adını bile bilmediğim çok yetenekli ressamların çok güzel resimleri duracak. İçimi titretecek. Fazlasını öğrenip büyüsünü bozmak istemediğim zamanlar olacak. O şiiri, o şarkıyı, o resmi kendime özgülemek için kullandığım bir yol olacak bu. İçten içe seviniyorum. Her şeyin bir sırası yok, her şey karışık. Her şey, her yerde. Kimsenin değil. Rahatlıyorum. 14 yaş ergen telaşlarım yastığın diğer yanında kalıyor.
Yoruldum, şurada soluklanayım. Bu bloğu okuyan herkese iyi geceler, hoççakalın.

Hiç yorum yok: