25 Aralık 2008 Perşembe

Güneş hadisesi

Bir süredir İsveç'ten haberler vermediğimin farkındayım.

Hemen blogumu takip eden arkadaşlarım için söyleyeyim; geçen gün bi iş ettim sonra açıklamadım öylece kaldı. Başlık koymuştum thelocal.se'den. Traffic agency bans reverse oral sex diye bir haber görmüştüm siteyi gezerken de, beğenip kendime başlık etmiştim. İçerik tabi bambaşkaydı benim yazımda. Sonra bi ara da başlığın sebebini açıklayacaktım. Haber şöyle;
İsveç'te plakayı istediğin gibi veriyorlarmış da, çoğu piç kurusu oral sex olsun, yalarım, yutarım temalı plaka isimleri istiyor, tabi polis vermiyor. Ondan sonracıma bunlar da polise ters tur bindirmek için dikiz aynasından okunduğunda düz olarak oral sex yazacak biçimde X32IARO diye plaka numerosu istiyorlar. Tersten bakınca oral seksimsi bir şey okunuyor ve aynı ortaokulda aniden cinselliğini keşfetmiş, pipisi kalkmış, bıyığı terleyen çocuklar gibi bu İsveçli arkadaşlar da OHOHOHOHO diye gülüyorlar. Ama trafik müşavirliği bunları ne mutlu ki teşhis etmiş ve bu tip plakaları vermiyormuş. Olay buymuş.
Haberin sadece başlığını okuduğumda İsveç'in ne kadar da insancıl ve cinsel haklara saygılı bir ülke olduğunu, trafikte sadece ters oral seksin yasak olduğunu, düzünün ise serbest olduğunu düşünmüştüm. Tersinin nasıl gerçekleşebileceğinin takdirini ise Türk halkına bırakmıştım.
Her neyse. Bunu burada açıklamış olalım. İlerleyelim. Güneş hadisesini de daha sonraya bırakalım.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Taze taze proje

Zehlemin gittiği aktör/tristlerden bahsederken şunu düşündüm;
Türkiye'de sadece reality showlarda ve çakma yönetmenlerin çakma filmlerine dair gündeme gelen bir yapıcı eleştiri konsepti vardır. Bebege evlerinde, aşk yarışmalarında acımasızca eleştirilen insanlar durmadan yapıcı eleştiri beklediklerini tekrar ederler. Falanca film gösterime girer örneğin, medya bombalamaya başlar. Savaş Ay çıkar, "ben yazmıştım bu filmi" der. Eğitimsiz köşe yazarları (adamın profesyonu kumandatör olarak evinde oturmak ve kanal değiştirmek. Adam televizyon yazarlığından bunu anlıyor.) mesela, "ben gittim, izledim, beş para etmez" çeker. Yönetmen çaresiz "beni anlamadılar" haykırışlarından vakit buldukça (seni anlamadılar değil de, sen anlatamadın belki? hiç düşündün mü bunu?) yapıcı eleştiri diye yırtınır. Eleştiri olmalıdır elbette, ama her eleştiri de böyle sanatı küçük düşürmemelidir yahu! En azından filme harcanan saygıdan ötürü film hakkında yapıcı eleştiriler şeyedilmelidir.
Türkiye'de yapıcı eleştiri filmin/kitabın/eserin yönetmeninin komplekslerini görmezden gelmemizi beklemesidir. Ben söyliyim. Şimdi şu boktan yönetmenlerin, sanatçıların, mankenden devşirme oyuncuların yapıcı eleştiriyle kendini ne kadar yapacağını tartıştırtmayın bana kendi blogumda. Adam "eleştiriyormuş gibi görünüp yıka-yağla" diyor. Türkiye'de yapıcı eleştirmek diye bir gelenek yok. Eleştirmek diye bir gelenek yok hatta. Türkiye'de her şey durağanlığın ve değişmezliğin ne kadar güvenli olduğu varsayımı üzerine kurulmuş. Eleştirmeyi bilmeyen adama bunun yapıcısını öğretemezsin yani. Bu konuda anlaşalım.
Şimdi;
Yapıcı-yıkıcı eleştiriyi gerçekleştirebilen bir ülke düşünelim. Bu ülkede yapıcı eleştirinin çoğu da zarar getirmiyor mu? Getiriyor. Örneğin bir Will Smith, bir Denzel Washington denen insanlar (ikisinin de siyah olması tamamen tesadüf) benim gıcığıma gıcık katıyorlar, tebrik üstüne de tebrik alıyorlar, kendilerini iyice yerlerine zamklıyorlar. Halbuki en azından bana tartışmasız yapmacık ve itici gelen mimikleri var. Denzel'in gülerken aniden "ha, gotcha, ben gülmüyorum koçum" çekmesi. Will'in her filminde illaha ve vallaha "hiçkimseyi sallamazken bile nasıl da coolum, dünya yıkılırken bile tipik Amerikan espirimi yaparım, yüzümde o salak ifadeyle hem bir şey anlamayan hem de bir şey anlamayan haliyle bile dünyayı kurtaran Amerikalıyı hakkıyla oynarım" duruşu beni cinlendiriyor. Biri Oscar aldı, diğeri de alır, artık Obama da başta, dünya zenci olsun. Olsun anam. Zaten Obama da Türkmüş. ŞAKA. Gerçeklik payı vardır. Sabah gazetesi, arka kapakta (dötünden) açıklasın da rahatlayalım.
Bu oyuncu arkadaşlara bir hizmet götüreyim diyorum. Sloganımız da "hizmeti ayağınıza, ünlüleri dize getiriyoruz!" Bu işe para yatıran ünlülere nasıl bir servis sunuyoruz, şöyle:
Gelen ünlüyü onu sevmeyen bir grup insanla beraber oturtuyoruz. Kronolojik olarak oynadığı tüm filmleri izletiyoruz. Arada bu insanlar filmi istediklerinde durdurup parmakla illet oldukları mimikleri ve tavırları gösteriyorlar. Bu amatör kısmı. Sonra daha profesyonel şekilde film eleştirmenleri odaya giriyor ve oyuncunun şu ana kadar kariyerini mahveden veya ucuzlaştıran filmlerini ve oyunculuk hatalarını teknik olarak ona açıklıyor. "Beğenmiyorsan izleme kardeşim, bana ne" demekten peşinen imzaladıkları sözleşmeyle feragat eden oyuncular, bu yıkıcı eleştirilerle tüm gün muhatap oluyorlar. Sonra, kötü yönleri hakkında tamamen ikna olduktan sonra yani, eve yollanıyorlar. Egoları da törpüleniyor. Oyuncuyu sevmeyen sıradan vatandaşlar, onunla filmlerini izlerken odada uyuz bakışlar atabiliyor, uflamak puflamak da serbest. Yani vatandaş da ayağına gelen ünlüyü tekmeleye tekmeleye deşarj oluyor.
Bu işte çok para var. Daha ötesi bu sayede bir çok oyuncu zayıf yönlerinden veya daha kötüsü artık "o" olduğu, etkisi altında kaldığı rollerinden arınabilir diye düşünüyorum.
Blogu takip eden bu ünlü arkadaşlar için numaram:
555-U-SUCK

22 Aralık 2008 Pazartesi

Enkaz devraldık!

Obama seçildi ya. Televizyona çıkıp "enkaz devraldık" desin, İcraatin İçinden programında. ŞAKA. Programımıza bu güzel şakayla başlamış olduk.
Fevkaladenin fevkinde politik bir insan olmadığımdan, "arkadaşım Mehmet'e para vereyim, bana oturduğum yerden politika/tarih anlatsın" zihniyetinde bir insan olduğumdan (buradaki sarkazmları doğru okuyalım, ikinci kere açıklamak zorunda kalmayayım) bu yarışı kazanmaktaki başarılarını saymaya çalışsam batırırım, hiç o zahmete girmiyorum. Fakat Obama'nın en politikadan anlamayanı bile dile getirir bir duruşu var ki, insan dayanamıyor. Olayların gidişatı too-good-to-be-true görünüyor. 24'te falan Amerikan başkanının siyah olduğunu görmüştük. Veya bazı Hollywood yapımlarında kahraman ne kadar beyaz, ne kadar cesursa başkan rolündeki aktör o kadar siyah veya o kadar kadın olurdu. Burada beyaz erkeğin karşısına siyah adam veya beyaz kadın koyarak toplumdaki infiallerin ince ince havasını alma durumunu gözlemliyoruz. Oscarları aynı sene içinde zehlemin gittiği iki oyuncuya Halle Berry ve Denzel Washington'a verdiklerinde de Oscarlara fesat karıştı diye düşünenlerdendim. Neye güvenecek bu millet, soruyorum!
Siyah olmasını bir tarafa bırakırsak, mütevazi duruşuyla sanki Amerika'nın dünyaya, onu eleştirenlere "o kadar da ölmedik" diye haykırmasına vesile oluyor bu insan. Amerikan başkanı yorumlamak elbette ki benim blog köşelerinde "ağbi var yaee" diye başarabileceğim bir şey değil, elbette akıllı olmak gerekiyordu daha önceden de başkan olmak için. Ama Obama'da akıl-fikirden başka bir zengingönüllülüğü, mütevaziliği, bir "büyükşehir çalışıyor"culuğu, insanlığa saygısı, nasıl diyeyim, başında bulunduğu milletin çoğu/her üyesinin açığını kapatacak denli çalışkan, saygılı, içi dışı bir tavrı görüyorum. Öyle ki; Amerikan halkı, Obama'yı anladığı için değil, aslında anlayamadığı için seçti gibi geliyor. Bizdeki gibi "bıçak kemiğe dayandı, halk isyanda" durumlar orada yok tabii. Bu konuda dert ve problem kelimelerinin ifade ettikleri üzerinde durmak bile yeterli olur. Bizdeki dert-derman ikilemesinin karşılığı yanılmıyorsam İngilizce'deki problem-solution şeklinde. Şu anki farzım bu yönde. Bizde "derdim var, hiç dermanım yok" edebiyatı gırla giderken, saraylara girip çıkarken, İngiliz dilinde bir "sorun değil, çözüm üretiyoruz" görüyoruz. Tabi İngiliz dilini burada Amerikan halkına maledecek değilim de, sadece bir anda aklıma geldi. Bu saptamayı da böylece yapalım. Halk in-nan-ılmaz vaadler beklemiyor. "Her eve bir ekmek, bir gazete, bir süt bedava dağıtılacak", "Milli Eğitim kitapları bedava verecek", "ÖSS yerine genel ortalamayla üniversiteye yerleştireceğiz" gibi temel hak ve özgürlüklere dair vaadler yok. Onlar karşılanmış çoktan. Kah biz Samsun'a tırmanırken, kah ondan bile önce. İkinci grup, üçüncü grup insan hakları mükemmelleştiriliyor. Talebe uygunlaştırıyor. Bir de Amerika süpergüç diye mi bilmiyorum, Obama'nın vaadleri arasında Irak ve Afganistan da yerini alıyor. Yani bir ülke, mesela başka bir ülkedeki işgali yüzünden, seçim vaadlerinde o ülkeden de bahsetmiş oluyor. Global vaadler yani. Bizdeki gibi "şu köyu bucak, bucağı il, ili ülke yapacağız" gibi vaadler yok yani. O da güzel. Upper advanced bir politika anlayışı. İşte, bak yine laf karıştı, diyeceğim de oydu, oydu ki Amerikan halkı Obama'yı anlayamadı diye seçti bana kalırsa. Amerikan filmlerinde bazen çok öngörülebilen şeyler olur, o zaman kahramanın yeneceğini bilsek bile heyecanlanırız sonuna kadar. Veya tam tersi, kötü adamların kazanacağı kötü dönemler yaşanıyordur filmde, ve biliriz ki sonunda iyi adam kendini feda ederek bile olsa bir milleti kurtaracak ve kötü adamların kökünü kurutacak, AMA mutlaka ve mutlaka kendi de ölecek. Bir nevi İsa göndermesi. İşte bu filmde biraz farklı, biraz daha maceralı bir şekilde kahraman da kendini kurtardı sonunda. Bunu beklemiyorduk. Gerçi şimdi adamı öldürürler falan, bu laflarım boşa gider. Fazla konuşmayayım da. Herhalde ortalama bir Amerikalı, vaadlerinden ziyade bir fantazinin gerçekleşmesi ihtimali için oy verdi. "Ya tutarsa" temalı Nasreddin Hoca fıkrası gibi. Tutmayacak, kazanamayacak, yine de burası Amerika, burada imkansız diye bir şey yok diye yaradana sığınıp.
Fazla politik olmayan bir zeminde şunu düşündüm;
Obama, Amerikan insanının puşt görünümlü ve puşt politikalı başkanlarına bir isyan, bir simge, çok şık bir simge, tam yerine rastgeldi/manzara koyduk duruşu da olabilir. Çok uygunsuz bir biçimde örneklersek;
CHP'nin "AKP olmuycaz işte, yetmez mi" piyesine rağmen CHPsevmez ablalar, abiler bile gidip paşa paşa CHP'ye oy vermediler mi? Üstelik o anda oylarını görüntüleyen kameraya da "aslında Baykal'ı sevmiyorum ama AKP'den iyidir" dediler. Güzel ağbiycim, them and uscılık yaparsak, karşı taraf en azından sevdiğine oy veriyor, seviyor, istiyor da veriyor. Bunun adı irade. Sen sevmiyorsun, istemiyorsun ama ehven-i şer diye diğer tarafa veriyorsun. Bunun adı irade değil. Bunun adı başka bir şey. Adı varsa kesin Türkçe. Çünkü böyle bir politik duruş/suzluk da sadece Türkiye'de gözlemlenir. Veyahut Ural-Altay dil ailesini kullanan bir ülkede gözlemlenir. Yeter ulan, amma konuştum. Diyorum ki, Amerikalı isyanda, ondan veriyorsa bile, oy veren adam hırboysa bile, isyanını dile getirdiği tool bile şahane be kardeşim.
Tebrikler ediyorum. İnşallah bu ağbimiz "nasılsa beni ince ince dilimleyecekler, bol keseden atayım" diye yüksekten uçmamıştır. Uçsa da bize giren çıkan aynı gerçi.
Daha var ya, elli milyar yazacak şeyim var.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Allahına kurban

Doğan Canku'nun elinden de gitarından da öpüyorum. Harun abiyle zaten ahbap olduk artık, sabah akşam oncuyuz.

"HARUN KOLÇAK YAZIK OLUR SARIZ KARAPINAR HARUN KOLÇAK SARIZ KARAPINAR sarız karapınar harun kolçak yazık olur" diye description yazan Sarız Karapınarlı Muhammet Keleş kardeşime de nefis çizimi için teşekkür edelim mi?

Bu parçayı yorumsuz yayınlıyoruz. Aslında yorum manyağı yaparız biz bu şarkıyı. Bu biz var ya, bu şarkıya eridik bittik. Yumuşacık yahu. Doğan Canku istesin, mantık olalım. Safi mantık olalım. Adam iliklerine kadar temizlenmiş, arınmış. Doğan Canku'ya bir update daha gerekmiyor, bu program tamamlanmış, düzeltilecek yönü, yeni versiyonu falan olmamalı artık.

Adam diyor ki; "aşk dediğin laftır, gerçek sevgiyi bırakma sen, sonra yazık olur."

Adam goygoya getirmiyor. Aşşşşşk diye tepinmiyor. Kenara koyuyor eliyle, "dur hele" diyor. "Dur hele, bi bakalım" diyen baba sabrı var.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Gözüm enfeksiyon kapmış. Akıyor. Her an ağlıyormuşum gibi. Sol gözüm hem de. Acımasızca kaşıyorum hırt hırt diye, yaşları bastıra bastıra siliyorum. Bir süre ignore ettim, banabirşeyolmaz desem geçecek sanki. Bazen hasta olacağını anlamamış gibi yapınca kendiliğinden geri gidiyor ya, onu uygulayamadım işte gözüme. Giderek yaşardı, giderek kızardı. Yaşayan ölülerin dönüşü kıvamına gelmeden doktora gittim. İnfekhun dedi. İsveççe anlattı, ben de İngilizce cevap verdim. Ay burdaki gurbetçi tiplerin İsveççeyi kucaklayışına da hastayım ha.
Antibiyotik damla verdi, üç saatte bir damlatılacak. Peki.
Söylemedim tabi, Radikal'de bir yorum yazmışım, biri gelip üstüne bana Oray Eğin demiş. Gizli account açmış güya Oray, böylece kendi fikirlerini okuyucu yorumu gibi yazıyormuş. Paragrafın her yerinde bana Oray diye hitap etmiş. O adamı da bi sevmem bi sevmem ki eyvahlar olsun. Radikal'de Kent Fısıltıları mı ne diye bir köşe yazıyordu. Sonra şarkı yarışmalarına jüri oldu. Antipatik. Çaki vardı ya Çaki, katil oyuncak hani, aynen onun gibi boncuk boncuk, çirkin gözleri, çipil çipil. Ani çıkışlar falan yapıyor, ilgi için bağırıyor adeta. O abartılı, fırfırlı geyliği falan. Adam adeta gey değil de, gey rolü yapıyor. Sonracığıma sağa sola saldırmış bu köşesinden. Can Dündar'a soktuğu bir yazıyı okudum geçende. Which is fine with me. Yahu banane kime sokarsa soksun. Not a big fan of Can Dündar. Mustafa diye film yapmış, insani yönlerini göstermiş, kadın-içki gibi tehlikeli alanlar. Ağbiyciğim sanki kimse bilmiyor ha, bizde tolerans diye bir şey yok. Hani böyle bir şeyin ne kadar normal olduğunu konuşmak bile o kadar anormal ki. Geri olduğunu kabul etmeyecek kadar ultra geri bir toplumuz işte. Mübah ulan. Mustafa filmi de dizi olarak çekilsin, Nurseli İdiz başrolde oynasın. Bıyık mıyık takıp Mustafa yapmışlar, Sisi'nin gösterisinde çıkmış hani, Onuncu Yıl Marşı Okunmuş, Herkes Ayağa Kalkmış (başharfler bile). Süper bir laf koyacaktım, televizyonda Project Runway var, arada ona göz atıyorum ve akabinde ilgim paramparça oluyor.
Bottomline is; Oray Eğin'i sevmiyorum. Sezen Aksu'ya sokuşunu sevmiştim, though. Kraliçe arı olmuş, onbeşinci kalite "yalarım, yutarım, yirim, ohş" şarkıları dağıttığı sesi olmayan abi/ablaları da mitoz bölüyor, kulağımızı yarıyor zaten. Yazdığım yorumda da bir cümlede Sezen Aksu dokunulmazlığı geçiyordu, ondan herhalde işte, beni de Oray sanmışlar. Bu arada Oray Eğin'in Ayşe Arman'la röporajına da illet oldum okudukça. Hırçın hırçın laflar etmiş Oray Eğin. Bir de Ayşe Arman'ın goygoyu var ki, hani bilmezden gelerek, tecahül i arif yapıyor. "Ay hiç mi egon tükenmez senin? Ay ne enteresan bir insansın! Ay hiç korkmuyor musun allasen böyle marjinallikten?" falan, okuyucuyu yönlendirmeler had safhada. Which is, again, fine with me. O kısmı geçelim. Yani beni asıl illet eden şey Türkiye'de belli bir tarzda eleştiri yazmanın ismi hep aynı: Perihan Mağden tarzı. Kelimeleri bitiştirmek mesela, Perihan Mağden'i hiç okumadan yaptığım bir şeydi. Böyle harf-kelime oyunlarını ifadeyi güçlendirmek için kullanıyordum. Kimsenin aklına gelmeyecek, muhteşem yaratıcı bir şey değil tabii ki. Öyle bir iddia da yok. Sonra Perihan Mağden okudum, sevdim. Daha köşe yazılarını okumadan, bir kitabını okuyup sevmiştim, Haberci çocuk cinayetleri miydi ismi, yalan olmasın şimdi. Sonra köşe yazılarını okudum Radikal'de, o zaman bu bitiştirmeleri, harf büyütmeleri gördüm. E iyiymiş dedim. Bu patenti alınacak bir şey değil, o yapmış, ben yaparım, bir diğeri yapar. Aynı şeyi yazmadığımız sürece farketmez. İlmini, hukukunu okumuşum bu işin ben. Bana mı öğretiyorsun?
Arkadaşlarım okuyorlar mesela yazdıklarımı. İster yıllık yazım olsun iki satırlık, ister bir konu hakkında döşediğim bir eleştiri yazısı, veya (o zaman blog yoktu tabi) deftere yazdıklarım. Birden "AAAAA Perihan Mağden gibi yazıyorsun." oluyor. Onların derdi kelime bitiştirmem değil bunu söylerken. Vurgulamak istedikleri o saldırganlık, hazırcevaplık veya konuyu ordan oraya bağlamadaki çabukluk veya lafı uzatmadan hem alaycı dile getirme. Ben onları anlıyorum gerçekten. Gidip Küçük İskender'e benzetselerdi ölürdüm üzüntüden misal. Ama Perihan Mağden, akıllı, entellektüel bir insan. Arada ne yaptığına anlam veremesem de, genel itibariyle benzemem fena bir şey değil benim için. Onu anladık. Bir de üstüne Oray Eğin. Yahu "Herkes gibi mi yazmam gerekiyor anneeee yaaaaaağ, niye beni anlamıyolaeeaaarrrrr" mı çekicem. Banane ulan. Gidip her şeyi kategorize ediyorsun. Kelime, cümle kalitesini, başka örneği yok diye gidip ona iliştiriyorsun, "ulan" yazdım diye Sezyum oluyorum, bitişik yazınca Mağden oluyorum, derin yazdıysam üşenip okumuyorsun zaten de..
Şimdi şu olayı kabul edelim;
Ekşisözlük bir araba, bir tır dolusu alaycı, hırto tipin gelip bir sözde edebiyat ve terminoloji yaratmasına yol açtı. Bunların illa gazetede yazmasına gerek yok da, böylece bir kültür oluştu. Kendinden uzaklaştırarak, sözde objektif bir soyutlamayla elma entrysinde bile "kırmızı bir meyve olup" basitliğinde tanımlamalar, televizyonda gördüklerini naklen "Okan Bayülgen" başlığının altına "şu an itibariyle telefondaki kadına bağıran şahıs" sıradanlığında yazdılar, milyarlarca kelime salatası yaptılar. Böyle bok tiplerin yarattığı "ver yiyim ört yatiyim" zihniyetindeki suya sabuna dokunmaz eleştiri entrylerini, saçmalıklarını okudukça alaycı laf sokuşlarda gençlik birbirine tur bindirmeye başladı. O zaman da ak koyun kara koyun karıştı işte. Kimin konu hakkında gerçekten bir fikri var, kim sadece yazmak için yazıyor belli olmadı. Sonra da gençliğin ortak dili oldu. İletişim böyle kurulur oldu.
Otisabi diye bir tip televizyona çıktı misal, "biz bu siteyi sadece kurduk ağbi, ne yazdıklarından vallahi ben mesul değilim ağbi" dedi, küçüldü, ağzı kurudu. Boxerla bilgisayar karşısında üzüm yerken bir yandan televizyonda izlediği Reha Muhtar'ı acımasızca (ki acımasın, banane) eleştirmek çok güzeldi de, karşısında görünce bir apıştı bir apıştı, izlerken ben bile utandım. O da utanmış olacak ki olayı piçliğe vurup Deniz Akkaya'ya asıldı, ki olay "olllluuummm öyle karının karşısında hepinizin dili tutulurdu lan, taş gibi lan, bi baktı lan" düzeyine gelsin de ne kadar bilgisayarbaşındakont, gerçekhayattamont olduğu ortaya çıkmasın. Şimdi böyle bir ırk var işte karşımızda. Gidip kendi nickinin altında kendi entrysine "13 Kasım itibariyle Silifke'de erbaş olarak askerliğini yapacak olan şahıs." yazan bokkafalar var. Her yerde var üstelik. Bu adamlar da alaycı, bu adamlar da eleştirel. Hele şimdi son kadro alımıyla (ki yakında KPSS açacak herifler yazar almak için bu gidişle) Fethullahçısı bile var. Herkes ölümüne alaycı. Alayına gidiyor. Benim alaycılığım, benim eleştirilerim, benim laf sokuşlarım da bu esnada güme gidiyor. Olması gerekenden az, olması gerekenden çiğ, olması gerekenden az orjinal görünüyor belki. Ben bir şey iddia etmedim ki. Buyur ettim kafamın içine, gel oku. Okumayacaksan da okuma.

12 Aralık 2008 Cuma

Bona notte kamarade

"Ciğerim içerde bir Arap şeyhi var, vallahi psikopatın allahı. Yedi bitirdi beni, FELLAH, öldüm bittim. Bak İtalyanca'yı da bitirdik, 7 dil oldu toplamda. Necmi, nasılsın canım benim."

Önceki günden beri 8:20'de başlayan şu repliği belki bir milyar kere izleyip, o "fellah-öldüm bittim"lerdeki ağız peltekliğine, o abartmacılığa, o gözleri pörtletmeciliğe bayıldım, o her cümlenin bir diğerinden bağımsızlığına kahkaha ata ata, anıra anıra güldüm. Kim izlese "aaa amcam, aaa dayım" diyor. Anlaşılan her ailede bir Samim var.

10 Aralık 2008 Çarşamba

Şeymonmi

Nurhan Damcıoğlu'na benzeyen estetik manyağı bir kadın vardı Buzda Dans yarışmalarının birinde. Bilmeyenler için parantez de açayım; bu yarışmalarda bir türlü ünlü olamamış, ünlü olmak için yola çıkmış, Unkapanı kapıları eskitmiş veyahut Mehmet Ali Erbil'den daha kötü bir Mehmet Ali Erbil imitasyonu olmak üzere "şişe-git duvara işe" sığlığında tekerlemelerle olsun, Televole'lere "Cem'i beğenmiyorum, Şahan beş para etmez" gibi sanki bu bahsettikleri eşi dostuymuşcasına laflar edip bir yerlere gelmeye çalışan tipler var. Ay böyle yazınca da bu adamların varlığından epey rahatsızmışım, epey gocunmuşum, sanki ben onlardan biri olmak istemişim gibi şeyediyor, değil mi? Değil diyen arkadaşlarla yola devam edelim.

Buzda da, hayatta da kaymış bu arkadaşların yanına Olimpiyat dereceli illa ki Bulgar, Ukraynalı, minik ayaklı, ohş efektleri içinde izlenecek ablalar veriyorlar. (Buz pateni esnasında kayan kız patencinin eteğinin dekoratif olması ve altındakinin teknik anlamda külot sayılmadığının ayırdına varmaksızın erekte vaziyette izlemek bir Türk erkeği klasiğidir.) Kız olanlarına da muhakkak ki Doktor Bilal tadında, ne giyse, ne yapsa bize erkekliğini hissettiremeyecek abiler hoca atanıyor. Al sana ucuza reyting. Zaten Sovyetler Birliği dağılınca ilk açılan Benetton'da kilometrelerce kuyruk oldu, çocukken tüm devlet başkanlarının saçı kazınsa altından kuş kakası motifli iz çıkacak sanmama sebep olan Gorbaçov da Pizza Hut reklamlarında oynadı. Bu dağılmış birliğin mağdur ülke sakinlerinden her biri doktor, her nasılsa. Diplomayı gazeteden kesip alıyorlar galiba. Ülkesinde doktor AMMMAAAA Türkiye'de fahişe. Bize ne ulan, olmasaydı. Şeye sürülecek akıl yok böylesinde. Doktormuş ama gelmiş seks işçiliği ediyormuş. Doktormuş ama burada yatalak hasta bakıyormuş. Öyle ki 100 dolara ölü hastan olsa ona bile bakarmış.
Bizim arkadaşın ananesi felçli, feci bir vaziyetteydi demiştim ya, işte onlar sayesinde çok piyasasını öğrendim bu işin. "Temiz de, özenli de, ama bazen eşya çalıyor" diye anlatırlardı. Bir tanesi evin babasını tavlamak için kombinezonla geziyormuş gece evde. Diğerini sabaha karşı pezevengi alıp götürmüş, kapıyı neredeyse kırarak.
Neyseciğime, bunlardan doktor olmayıp fahişeye dönüşmeyenler kayıyor işte bu programda. Ünsüzlerle beraber. Programın ismi de Ünsüzlerle Buzda Dans. HA-HA. Ünsüz. D. Ünlü. E. Bir kelime bir işlemdeki o donuk, neredeyse bilgisayar ses hala kulaklarımda.
Bu Nurhan Damcıoğlu benzeri (ki kendisi çengi geçmişimi ele veriyor, belli yaşa gelene kadar televizyon ünlüleri arasında favorimdi Damcıoğlu, o işvesi, o cilvesi, dans mı ediyor, seks mi ediyor belli olmayışı beni benden alırdı) ismi de Sema Çelebi'ymiş şimdi baktım, bir keresinde azar çekiyor hocalardan birine. Artık reyting için mi, yoksa ıstakoz satıcılığı yapan sosyetik bir bayan olmasından mı, bilmiyorum. Azar Türkçe tabi. Ama Çelebi enternasyonel bir insan elbette. Bunca sosyetik Aspen'de kaymalarından yola çıkarak beter bir kayak/paten bilgisine sahip olduğunu iddia ediyor. Hocaya yapıştırmaz mı şak diye "Shame on you!". Çok ciddiyim ki, televizyon tarihinde ayağa kalkıp alkışlama isteğimi tetikleyen bir andı. Bu bayanın işi çevirmene bırakmayıp azarı naklen ve simultane biçimde çevirmesi, şahaneydi. Yarı yaşındaki pert kraliçesi Ayşarman'ın "koüngrecüleüyşuns"larının ardından.. Ya şimdi Ayşarman deyince, hakikaten ona da ne biçim dolmuşum, anlatamam. Her yanından cahil cesareti fışkıran bu manyakça cahil insana öyle bir nefret duyuyorum, kelimeler kifayetsiz kalıyor. "Entel kaynanam, zengin kocam, Dubai'de evim var. Artık başım dik olmalı. Hep medeni cesaretli gibi durayım, bilmesem de konuşayım, ahkam keseyim. Bu ülkede kim kaçtan satsa o fiyat tutuyor nasılsa." gibi bir tavır seziyorum ve illetleniyorum. Kısa kesiyorum, ana konuya geçiyorum. Hakkaten bir konuyu öyle geniş açıdan anlatmaya başlıyorum ki, yan konu ana konuya dönüşüyor, değil mi?
Ha işte. Çelebi'nin "Shame on you" ünleminden kendime pay çıkararak şeymonmi dediğim anlar yaşandı az önce.
Ya.. Şimdi şurdan başlayalım..
Benden küçük yaşta bir takım kızlar var. Takım derken abartmıyorum. Bunlardan takım takım var hakikaten. Bu kızlar diyelim ki benden kafadan 4-5-6-7 yaş küçük falan.
1) Hep aynı tür şeyler giyiyorlar.
2) Saçları başları hep aynı görünüyor. Koyu kahve/simsiyah saçlar ve fırça kahküller, ZekiMüren güneş gözlükleri falan. Aynı hikaye. Anlatmama gerek yok. Bir dönem ben gençken lisede falan kızların siyah tayt üstü Harley Davidson çizme+Tweety'li tshirt forması vardı mesela. O zaman onlara tiki denirdi, bunlara bişey deniyor mu bilmiyorum.
3) Aynı şeyleri dinliyorlar, Babylon'da konserlere gidiyorlar, ama bir yandan da asortik ve çarpıcı zıtlıkta mesela diyelim "Zeytinli Türkü Festivali"ne gidiyorlar ve sonrasında "AHUAHUAHU ne güldük abi yaaa" başlığı altında mesela sağda solda birbirlerinin Facebook'una, bilmemneyine, umuma açık bir biçimde mesaj atarak şov yapıp, yaptıklarının MANYAKLIĞI ve zıtlığını pekiştirmeye çalışıyorlar.
4) Bu kızların hepsi Boğaziçi Üniversitesi'nin belli bir bölümüne giriyorlar, REKLAM OLMASIN DİYE İSİM VERMİYORUM.
5) Hepsi manyakça sosyallikleri ve 3 dilliliklerinden faydalanarak medyada bir çıkış yakalıyorlar. Kah Elle ayın stajyeri, kah Bant ayın yazısı, kah edebiyat dergilerinde bilmemnecilik, RadyoBoğaziçinde diceylik falan filancasına. Sonra bunlar on yıl sonra kariyer sahibi oluyorlar. "On yıllık gazeteciyim, on yıllık radyocuyum" oluyorlar.
6) Hepsi küçükken bilime meraklı, hepsi küçükken astronot (işte şeymonmi paragrafı) olmak istemişlermiş. Hepsi küçükken Bilimteknik okumuşlarmış. Hepsi biliyor ki tecavüz mahalinden yeni kalkıp gelmiş gibi görünmelerine rağmen içlerinde bir deha olduğuna inanmamız onları daha sofistike hale getirecek. Bu, temel çıkış noktaları. Biz diycez ki böylece, "VAY BEEEE, NASSI ALTER, NASSI ÇILGIN, NASSI HAP GÖTÜRÜYOR, OT TAKILIYOR, HEM TAYT DA GİYİYOR, The Long Blondes'daki ablalar gibi görünüyor AMAAAAA hem de akıllıymış bak, bilimteknik falan diyor." O kadar meraklıydıysan sıksaydın kıçını, gireydin Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliğine, baksaydın ki orda erkek başına düşen abla sayısı 1/16. O erkekler de zaten erkek değil. Patates soğan. Orda söker miydi ulan bu tafralar? Söker miydi altalta yazdığın şiirimtrak, ne kadar sanatsalımtrak saçmalamaların? Söker miydi? Ben cevabı veriyorum burda, ama sen görmüyorsun. (Terbiyesiz Elmira) Ben bu insanlarla, ben bu yavrularla bu son paragrafta yazmış olduğum Bilimteknik, astronotolaydımcılık falan paylaşıyorum diye kendimden tiksinir hale geldim. Bu küçük elli, küçücük yaratık elli kızların hepsini "Yoga yapıyorum, positive mental attitudela ilgileniyorum" diyip kısa saçlarına krem renk saç bantları taktıkları, bizimkinden çok farklı efil efil nane şekeri gibi bir hayat yaşıyormuşcasına göründükleri, soluk renkte bluzlar giyip, hep bronz ve hep inci dişli "kadınlığımın doruğundayım" 35 yaş dönüşümlerini görmeden tedavülden kaldırmak istiyorum. Bak bunların yeterince güzel olmayanları, defolu malları Nur Çintay oluyor. Kes. Kimsenin konuşmaya hakkı yok.
Şeymonmi. Ben bıraktım bu işleri. Küçükken Bilimteknik okudum ama o günler geçti. Küçükken Gırgır da okudum, Fırt da. Memeli kadın, popolu adam karikatürleri de okudum. Pipileri hiç gösterilmiyordu ama, bak söyliyim. Astronot da olmak istedim, matematikçi de. Her çocuk ister ama galiba. Kafan gelişirken böyle şeylere heves edersin galiba. Bu bir vitrin vesilesi olmamalı. Sayılar, öğrenmek için baya efor harcadığımız bir alfabe. İnsan küçükken birden çok dil konuşmak istiyor. Sayıların dilini de merak ediyor. Kendini o dünyada da tanımlamak istiyor. Ama bu demek değil ki hepiniz fizikçi, hepiniz kimyager. Aslan gibi ablalar var bak, matematikçi. Siz olamadınız. O zaman ordan da parsayı toplamaya çalışmamak lazım. Sen milletin ekmeğiyle oynuyorsun. Gerçi oynadığı ekmek de yok, zavallım o bilgisayar mühendisi, kimya mühendisi ablalardan bir tane senin gibi alteri çıkmıyor be anacım. Hepsinin en güzel hali, bir üniversite mezuniyetinde, bir de düğününde fotoğraflara hapsoluyor. Ben bu fenmatatik bölümlerinde bir adet güzel abla göremedim, perto hepsi. Azcık geometri bileni de işletmede okudu, sen kaçırdın o treni. Üniversitenin en güzel kızları işletmede OLUMM, hem tırnakları manikürlü, hem isimleri pamuk pamuk, kah Selina, kah Melisa, hem anaları babaları şımartmış diye ağır ağır konuşuyor, el yazısının karakteri yok, iri iri, yayık yayık yazıyor. O kızları kaçırdın. Hepsi çoktan evlendi. Balayına Kanarya Adaları'na gitti. İşe girdi, arabasını aldı, kendini haftasonları için Şarap Eksperliği kursuna da yazdırdı. Onlara ayrıca kafam girsin.
Amaaan, içimi baydınız ha. Ben bi alt kata ineyim.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Oşt Küpek!

Köpek diye burs veren amcalara girişmişken hemen belirteyim; Serhan'la şahane bir köpek fuarına gittik burada ve dörtyüze yakın fotoğraf çektik. Köpek, insan için bir sıfata dönüştüğü anlar haricinde çok sevdiğim, değerli bir büyüğümdür.
Kuciş kucişe, dudiş dudişe. Sona koyduğum iki fotoğraf da tüm sevenlerime gelsin. Esen'le sefamız olsun anları.

Sakses stori

Şu burs denen kuruma kafam girsin.

Başarılı çocuğa burs verilmez. Ben geçsem şu kurumların başına var ya, iki senede yüzde binbeşyüz kara geçirtirim. Bak, başarılı çocuk zaten başarılı. O, sen burs vermesen de yolunu bulacak. 4 üzerinden 3 ortalama yapıyorsa bir adam, o adamın sırtı yere gelmez ki. Sen burs vermesen başkası koşşa koşşa verecek zaten, bu belli bişey. Gidip en yanlış adama veriyorsun, farkında değilsin.
Ben burs veren bir vakfın başında olsam, başarısız adama burs veririm. İşte sana success story. Vericeksin bursu, adam da sorumluluğunu bilecek, kendine güveni gelecek, "istersem dağlar yerinden oynar" diye çalışacak, hadi diyelim çalışmadı, işe girecek senin bursunu referans gösterip. Sonra sana karşılığını da ödeyecek, paraya da para demiycek. Biri için en azından fark yaratacaksın. Birinin hayat akışını değiştireceksin. Az şey mi?
Ama yok, gidip mal gibi adamlara bursları akıtın. "Final'le kazanacaksınız" formatlı adamlara bursları akıtın. O adama Sabancı'da da bedava laptop verdiler, sen de bedava yurtdışına gönderiyorsun. Bizim gibi Hayta İsmailleri de Türkiye'ye hapsediyorsun. Öyle malı ha yurtdışına göndermişsin, ha yerel düzlemde kariyer yaptırmışsın, ne farkedecek? Kenya'ya da koysan adam yine doktor, yine bayık doktor, yine yine yine mühendis. Adamı nereye koysan kariyeri değişmiyor. Okuyor da okuyor. Okuyor. Uygulayıcı oluyor. O adam yaratamaz, o adam uygular. Kuralı öğrenecek, daha advanced kuralları öğrenecek, sistemleri öğrenecek, onları uygulayacak. O adamda başka kural yaratabilecek yaratıcılık bile yok. Raylı sistem. Gidip gelecek, bunu göremiyor musun, MAL.
Ağbiycim, sen versene o parayı bana. Bana yatırım yapsana. Belki 4 üzerinden 3 alamadım ama inan kalbim çok temiz. Mehmet Öz olmuycam, falanca filanca olmuycam, tıpta Nobel almıycam ama belki çok başka bir olayım olacak, dünya çapında sonuçlar yaratmayacak. İlgim dağınık, dikkatsizim, kolay odaklanamam, ama bunlar beni başarısız mı yapıyor hakikaten? Hapsettiniz ulan beni bir ihtimale, bu ihtimale. Açık portum da var, biliyorsunuz. Zaafım da var. Akıl da uçan balon misali, biliyorsunuz tabi. CV'ye bakınca her şeyi görüyorsunuz. Siz gönderin ulan CVnizi bana, siz başvurun, "bursumuzdan yararlanın hamfendi" deyin, ayaklarıma kapanın KÖPEKLER!
Şu Stockholm'de kalamazsam İstanbul'da hepinizi falakaya yatırıcam, bilesiniz. Pipileriniz düşene kadar elektrik vericem. Hepinizin canına okuycam. Merhamet dileneceksiniz.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Stockholm syndrome


Yo La Tengo'nun Stockholm Syndrome diye bir şarkısı vardı, ordan esinlendim. Ben aslında ne demek bilmiyordum. Geçen gün bir filmde geçince anladım, ikinci kere başka bir filmde veya bir makalede geçince pekiştirdim. Hemen kendimle özdeşlik kurdum. Cin fikirli bir insan olarak acaba bu sendromun ismi Stockholm'ün benim gibi başka insanlara da başta antipatik, sonra muhteşem gelmesinden kaynaklanıyor mu, acaba Stockholm başta bizi esir alıyor, biz de zamanla bu esarete alışıp aşk mı duyuyoruz gibisinden Viktor Hügolaştım.
Kütüphaneye geliyorum ya; ilk yarım saat-kırk beş dakikayı kafadan yok sayacaksın. Afyonum patlamıyor. Gece yatmadan önce aklıma gelen saçma şeylerle ilgili araştırmalar yapmak istiyorum o anlarda. Sanki uzmanı olucakmışımcasına. Ders çalışmayı geciktiren bir durum olsa da, kafamı toplamamı kolaylaştırıyor. Dün sabah da bu anlarımda sendromun isminin nerden geldiğini öğrenmek için wikilerken bir de baktım ki oradaki örnek Stockholm sendromu olaylarını, kurban ve faillerini murderer.com, realkiller.net gibi gore ortamlarda araştırdıkça araştırıyorum. Kütüphanedeyim diye bir yandan da millete rezil olmayayım kaygısı, etrafa tekinsiz bakışlar, monitörü elimle itip itip kakmalar.. Arkamda oturan var, yanımda oturan var, bir baksa monitöre abuk subuk fotoğraflar, katillerin dava eskizleri vesaire. Manyak sanacaklar, alter sanacaklar, satanik sanacaklar. Satanik dedim, aklıma ne geldi, Stockholm'de bu ay 5 siyah kedi öldürülmüş, ya. Yerel gazeteteden kırık İsveççemle okuyup öğrendim. Bu işte sataniklerin parmağı olduğundan neredeyse eminim. Ama İsveç'te her satanik olayda basacak bir Akmar Pasajı yok elbette. Sineye çekiyorlar.
Ne diyordum, sonra bu sabah trende bir çocuğun yanına oturuyorum. Elinde The Economist. Kendisi de 3-piece-suit bir görünümde. Para piyasaları ve oklu çeşitli grafiklerine sol omzu üstünden dikiz atarken bir de baktım 74. sayfada Stockholm Syndrome diye bir başlık. İkinci kere bu sefer kendiliğinden karşıma çıktı. Şimdi anlatınca çok da bomba bir hikaye değil. Ama yazdım bir kere, silmeye üşeniyorum desem. Bir de üstünden zaman geçince belki beğenirim, ay iyi ki yazmışım diyebilirim. O an hakkını veremeyip, sonradan okuyunca çok hoşuma giden minik tespitlerim oluyor çünkü. Harcamıyım. Ben bunları lüpür lüpür yazıyorum, sonra kökü kurusa nerde neyim var unutulacak. Günah.
Asıl benim diğer bloga yazacağım iki adet başlığım vardı. Ama şu anda ders çalışmam icap ediyor. Tekrar gelicem.

27 Kasım 2008 Perşembe

Ben eve gidiyorum bak.


Adam kapakta ÇOÇUKLAR yazmış yahu, inanılır gibi değil.


Merhabalar, ben Hayta İsmail. Şaka, kafam patlayacak derecede sıkıldım şu makaleden. Şimdi diğerine geçiyorum. Çok fifinizde diye söylemek istedim.

Bu arada Hababam Sınıfı'nın 81 yılı versiyonu acaibin çok ötesinde kötüydü, hatırlıyor musunuz? Mehmet Ali Erbil'den zaten zehlem gidiyor, bir de üstüne Yaprak Özdemiroğlu, yan rollerde "yiiaaa aşşşkolsunn hoceaaam" diyen dansçı kız figüranlar, o seksenlerin akar kokar rüküşlüğü, kadrodaki İlyas Salman (ki bu tarih hocamıza benzediği filmiyse eyvahlar olsun). Hof. Şimdi bizim bi tarihçi vardı lisede, lise dediysem yanlış anlaşılmasın, kötü manada lise. Kabus gibi olan lisemde bir tarihçi vardı, ne zaman azıtsak (yahu çocuğuz, İNSANIZ, insan evladı nasıl azıtmaz, onca hormon, onca yağ, enerji nasıl yakılacak? Elin ayağın iki kat olmuş, memelerin çıkmış, saçlarını sabah yıkasan öğlen yağlanıyor, erkeklerde komple imam hatip ekollü incecik terlemiş bıyıklar... Tabi fıttırırcasına sıkılıyorduk, camdan dışarı bakıyorduk, birbirimize defter arkasından koparılmış notlarla kağıtlar yazıyorduk, çenemizi sıraya koyup gülüyorduk, yan yatıp fısıltıyla dedikodu yapıyorduk falan mesela) bu adam ( M. Tatlı diyelim mi, hepberaber) hemen İlyas Salman'ın bu filmdeki hali gibi "siz Anadolu'da zor şartlarda ohuyan çocuhların durumunu bilmiyorsunuz, ben inşaatta çalışırken bir yandan ohudum" çekerdi. Zor koşullarda çocuklar okuyor da, o mu normali be yakışıklı ağbiycim, Tarıkakan ağbiycim? Tinerci çocuk muhabbetleri çektirmeyin ulan bana! Normal mi? Anadolu'da zar zor, karda kışta yürüyerek, 5 sınıf bir göz odada toplanarak ders yapıyorlar, azıtamıyorlar, peki bu mu normali? Bunu mu baz alalım, DELİRTMEYİN ADAMI! Onların da delirmeye, onların da azıtmaya, onların da tuvalette sigara içip sifonun içine saklamaya, yaz geldi mi su savaşı yapmaya, koşup birbirini tutarken gömlek cebi yırtmaya hakkı var. Onlar da bunu yapabilmeli zaten. Ha, yapamıyorsa onun hesabını neden yaşıtı garibanlardan çıkarıyorsun? Onu Anadolu'da kendimi İstanbul'da doğurtan ben miyim ulan? İkimizin kanı da aynı derecede deli akmıyor mu? Gidip kolejlerde, senzozeflerde, robertlerde de bizi mi örnek gösterip acıyorlar? Orada acıma edebiyatı yoktur tabi, varsa bile ingilişcesi, fransışcası. Anadolu'dan değilsek bile Anadolu Lisesi'ndeniz be ağbiycim. AnatolyınHayskul. Sanki High School kavramına yeni açılımlar getiren bir devrimmiş gibi. Anadolu Usulü High School der gibi. Sonradan her lise Anadolu Lisesi'ne bağladı zaten. Onca kurs, onca FKM, onca özel ders, sınav boşa gitti. Hepsi çöpe gitti. Neyse ki FKM'de nasılsa yarı burslu muydu ne diye, hiç ders dinlemiyordum.

Ne diyordum, işte o Hababam Sınıfı çok paçozdu. Ama küçükken Rıfat Ilgaz'ın her kitabı kütüphanemde vardı, çok net hatırlıyorum, ve yukarıda kapağı görülen Hababam Sınıfı da en kalınlarından bir tanesiydi. Hayatımda hiç o kadar kalın kitap okumamıştım.
Aynı dönemde Aziz Nesin'in "Şimdiki Çocuklar Harika" kitabı da aynı kütüphanedeydi. Biz o büyük evden annemle taşınırken kitaplarımın hepsi heba oldu, yanarım yanarım ona yanarım. Pıtırcık serisi de, keza. Pıtırcık olayına girmeden çıkıyorum. Morelim bozuluyor.

Nerden nereye. Ben evime döneyim.

26 Kasım 2008 Çarşamba

Geçmiş zaman olur ki

Vector Lovers workshopında kuzen ateşli pozlar verirken. Endama gel.
İstanbul'a geçende gittiğimde kuzenimin Daire 5 isimli ofisine/ajansına gitmiştim. Murat'ın kardeşi Emin de yanımızdaydı. Emin'in yanında da fotoğraf makinası da var idi. Ben makinadan anlamam, ama güzel bişeydi bana kalırsa. Uzaktan güzeldi en azından. O makinayla şakkidi şakkidi bir takım fotoğraflarımızı çekti. Böylece senelerdir kuzenimle fotoğrafım yok, anca bu sayede oldu. Şimdi de onu hatırladım son günlerde ya hep, o yüzden buraya o fotoğraflardan bir demet koyuyorum. Uzun saçlı ben olmayan abla Tuğçe, kahküllü tatlı abla da iş ortağı Esen.
Şimdi ben kütüphanedeyim, çişe gidiyorum. Laptop size emanet.

25 Kasım 2008 Salı

Little people: Tuğçe bildiriyor.

Kendim sanatçı olamadım, şimdilik sanatımı gevezelik/kendi kendine edebiyat parçalamacılık/boş yere mühim cümleler kurup sonra kendi unutmacılık vasıtasıyla sergiliyorum ya hani.. Kuzen neyse ki bana çekmemiş, sanatçı olarak yarattıklarını merakla takipteyim.

Kuzenin manitası da boş durmayıp tiptak.com diye bir web sitesi açtı, burada sanatçılar ve art admirerlar toplaştı ve klanlaştı. Organizasyon yönü de olan bu oluşumda insanlar işlerini de sergiliyorlar, sohbet de ediyorlar, başkalarıyla şeyler de paylaşıyorlar. Üşengeçlikten ve terbiyesizlikten ben üye olamadım. Belki üşenmeyenlerin ilgisini çekebilir.
Kuzenin son gözdesi Little People diye bir proje/durum varmış, tiptak'ta güzelce anlatmış, gerekli adresleri de vermiş. Ben de okuyup çok beğendim ve kuzenin gözlerinden öpesim geldi. Siz de okuyun diye bu yazıyı yazdım. Sitemi takip eden milyonlar da böylece bilgilenmiş oldu. Hiç komik değil. Biliorum.

20 Kasım 2008 Perşembe

Saat 15.17 dedim mi hava kararıyor. O da adamın içini biraz bayıyor işte. O değil de, acaba içimi bayan şu makale mi, bilemedim.

19 Kasım 2008 Çarşamba

Saygılar ağbiyciym

"That ideas should freely spread from one to another over the globe, for the moral and mutual instruction of man, and improvement of his condition, seems to have been peculiarly and benevolently designed by nature, when she made them, like fire, expansible over all space, without lessening their density in any point, and like the air in which we breathe, move, and have our physical being, incapable of confinement or exclusive appropriation. Inventions then cannot, in nature, be a subject of property. Society may give an exclusive right to the profits arising from them, as an encouragement to men to pursue ideas which may produce utility, but this may or may not be done, according to the will and convenience of the society, without claim or complaint from anybody. "
Thomas Jefferson, 1813
O köprünün altından çok sular geçti be ağbiyciym. Ama fikir güzel, hakkını vermek gerek. Bak biz imporotorlukken YuEs nelerle iştigal ediyormuş. Sonra yeni nesil gençlik alter olmak için YuEs'e bok atıyor. Holivuda bok atıyor. Ne ayıp. Süpergüç halbuki. Bu arada süper kelimesi bir ülkeyi bu kadar güzel mi tarif eder arkadaş! Bir: Süper, iki: Mersi. 90'larda bu iki kelimeyle yatıp kalkmadık mı? O zaman daha internet ve SMS kısaltmaları çok uzaklardaydı. Ve daha Youtube videolarının altına a.q'lu yorumlar konmuyordu. Açık açık küfretmeye bile üşeniyor adam, onun da kısayolunu bulmuş. Söylemiş miydim; Türkiye bir shortcut cennetidir. Bilgisayarda programın aslı yoksa bile çalışmayan shortcut üretiriz biz. Yaşasın shortcut cumhuriyeti.
Neyse, ne diyorduk, süper. Şimdilerde süper kelimesini hiç kullanmadığımıza ve nasıl sakil durduğuna bakalım. Bakıp geçtik. Şimdi başka konu:
Burger King burada bir reklam kampanyası yapmış, okulda. Ben reklam diye buna derim. Foturaf makinam yok diye çekemiyorum, fakat okuldaki tüm çöpler ve çöplerin bir metre kadar yakınları tıkabasa Burger King kağıt poşetleriyle dolu. Her tarafta boş poşetler. İçlerine baktım, hayrola okulda Burger King takeaway partisi mi yaşandı diye. Bir de gördüm ki meğersem içlerine ağırlık olsun diye eski dergi falan koymuşlar. Bir de bu kağıt poşetlerden bir tanesinin içinde bile hamburger kağıdı, patates kızartması tanesi veya kabı veya kullanılmış ketçaplı peçete falan yok. Tertemizler.
Bu şahane reklam kampanyası için tebrik ediyorum. Kafam da dağıldı şimdi. Tekrar makalemin başına oturuyorum. Armutlu Loka'mı içiyor, dudaklarımı kremliyor ve ilgim her dağıldığında tuvalete gidiyorum. Oturduğum yerde fairtrade çay bardakları minik bir dağ oluşturuyor, çişten tsunamiler yaşıyorum.
Dışarda su birikintilerinin her biri dondu. Ufak buz göletleri arasından yürüyoruz. Yerdeki son yapraklar incecik buzla kaplı, dokunsan bin parçaya kırılıyorlar. Onun dışında hava kar topluyor. Ben de kütüphanenin değişik bölgelerinden ekonomi kitapları topluyorum. Tezin index'ini çıkardım, literatürü tasnif ederken görüyorum ki bir tek konuda inanilmaz yoğunlaşmışım, hep farkında olmadan o konuyu araştırıyorum. İşte, öyle.

16 Kasım 2008 Pazar

Suluköfte


Olayın bekgrandunu anlatayım da önce.

Annemle süper bir iletişim geliştirdik yemek konusunda. Annem telefonda yemek tarifi veriyor bana. "Göz kararı, kafana göre, tadına bakarak, biraz, çok fazla değil" gibi ölçü birimleri kullanıyor kendisi. Henüz desimetreküp, miligram gibi ölçülere geçemedik. Atatürk devrimleri bizim evde işlemiyor. İnadına soruyorum: "NE KADAR yağ? KAÇ KAŞIK eder sence? YEMEKKAŞIĞI MI TATLIKAŞIĞI MI?" Fakat bir yerden sonra pes ettim.
Bir de annemdeki bir başka huy; daha önceki yemeklere referans yapması. "Falanca yemeği anlatmıştım ya, aynen ordaki gibi başla.." YAHU! Ben sürekli hepsi kafamda mı geziyorum? Yok ama. Alıştım.
Yukarıda görülen, annemin verdiği suluköfte tarifi. Yazar, kısa ve öz anlatımlar kullanıyor. Ben bu yemeği yaptım ve çok da güzel oldu. Bu da benim tarif defterim. Şuna bakarak bir daha yapabilen arkadaşlara Toni Ustanın bıçak setinden vereceğim.

Ananası indiriyor ya aşağı dolma parmaklarıyla, ben o görüntüye bitmişim.

İsveç karı

Geçen gün kendimi Google'latıyordum. Herkes gibi. Bir yerde okumuştum, herkes bir gün içinde kendini Google'lattığı kadar işe yarar bişeyler yapsa bilmemneler düzelirmiş. Düzelir. İnanırım.
Google'latınca ne çıkıyor gerçi, baro listeleri, Stockholm Üniversitesi dökümanları vesaire. Ad soyad harici daha advanced kelime öbeği aramalarımdan birinde Barış'ın bozukplak.net sitesinde yazdığım kafa girmeli, ayıp mayıp yorumlar çıkıyor. Rumuz olarak da İsveç karı demişim. Sonradan görünce çok güldüm. Biz karı kelimesiyle kar kelimesi üzerine bin tane espiri üretmiş, entellektüelliğin doruğunda bir ırkız, biliyorsunuz. Bilmez misiniz, siz de Türksunuz. İşte ondan dolayı İsveç karı yazınca sonradan gülüyorum. Pis pis gülüyorum.
Burada ilk kar yağdı. Beş dakkada tuttu da. Çok güzel bir ortam oldu. Kar, sıcak ev, Türkiye'den getirilmiş hazır sahlep, pencere kenarı falan. Öyle ki, günlerdir anlatacak zilyon konum vardı, hepsini unuttum gitti.
Nefis şeyler:
Kırtasiyeden alınan yeni bir kalemin, yeni bir bloknotun hevesi.
Kitapçıdan alınan yeni bir kitabın kokusu ve hevesi.
İsveç bloguma çok ilgisiz kaldım son günlerde, bomba entrylerimle geri gelicem. Az kaldı.

8 Kasım 2008 Cumartesi

Mogwai

Oturmuşuz, çay içiyoruz. Tuğçe birinden bahsediyor. Ben de dinliyorum. Tembel diyaloglar.
Sonra çocuğu tanımlamak için şak diye diyor ki: "Ay ne bileyim, tam senin gibi. Senin erkek olanın. Erkek olsaydın aynı Onur gibi olurdun bence. Hep öyle düşünmüşümdür."
İlk başta tembellikten, söylediğinin anlamına özen göstermiyorum. "HE-HE" diye moronca gülüyorum. Sonra hoşuma gidiyor, benim erkek modelimin olması. "Nasıl biri?" diye Tuğçe'nin tepesine tünüyorum. O anlatacak ki ben de öğrenicem, Tuğçe beni nasıl görüyor. "Çok eğlenceli, rahat bir tip, aynı senin gibi işte ya." Ama çevresindekilerin hepsi öyle? Ailede kasıntı tiplerle arkadaşlık eden genellikle ben iken, Tuğçe rahat tipleri tercih eder. Başına dertleriyle bela olmayacak, büyük inişçıkışlar yaşamayan tipler. O arkadaş güruhunun içinde beni Onur'a yakın kılan şey nedir? Bilmiyor. Ben de meraktan çatlıyorum. Şimdi de aklıma geldi durduk yere.
Mogwai konseri çok güzeldi. Buraya günlük gibi şu konseri bu konseri yazınca da illet ama yazmasam gönül borcu. Öncesinde The Twilight Sad çıktı, çok sevmedim. Işıklar çok güzeldi, denizaltında gibiydik. Mogwai çok güzeldi. 12 şarkı kadar çaldılar. Şarkıların her birinin 7-10 dakika sürdüğünü düşünürsek uzunca bir konserdi. Cirkus'taydı. Cirkus'a ilk defa gittim. Skansen'in karşısında, hakikaten sirk çadırları konseptli bir yer imiş. Şansa biletleri değiştirdik, oturarak izledik. Sağ başta gitar çalanı belkibirkuşgeçerüstümüzden diye şarkısı olan Yüksek Sadakat diye bi grup vardı ya, onun eski kel solistine benziyordu. Bende öyle sahiplenmece yok anacım, gidip grupları ezberleyemem kim neciydi diye. Hele Mogwai gibisini. Tortoise da öyleydi misal. Dinlersin. Wikipedialığa gerek yok. 5 kişilik olgunabi gruplarında tiplerini bile çoğu zaman bilmezsin. O adam da o kel adama benziyordu. ELİMDE DEĞİL, hemen cinlendim. Sonra gayet mütevazi şekilde teşekkür edip, seyirciyle iletişime geçince barıştık, geçti. O Blue Jean'in editörü müydü, ne boksa, o herifin grubuydu. Herif U2'nun ünlü olduğu zamanlardan kalma olduğu için, The Edge tribi başına bere takmıştı hatta klipte. Unutmam mümkün değil.
İki sene önce Mogwai yazın bir festivale gelecek dediler. Ya, şimdi şu hevessizliğimi anlatmak için bile çok yorgun hissediyorum. Ama bi ara festivaller patladı ya hani; alternatifmüzikfestivali, indiemanyaklığıfestivali, bantfestivali, bilmemne. Bir de dergi işi patlamıştı. 50 sayfalık müzik dergisi yapıyorlar, her sayfada en az on gruptan bahsediliyor. Artık garajın da garajı, iki kişinin bildiği gruplar bile ezbere anlatılıyordu. Delirmek işten değil. O tip bir müzik dinleme hali hayal edemiyorum. 200 ismi bir dergide sayıyorsun, hepsine kulağını alıştırman kaç onyıl sürüyor allaşkına? Neyse. Öyle bir hale gelmişti ki zaten, dün kurulan grubu hemen ertesi gün Kilyos sahillerindeki alter festivallere direktoman davet ediyorlardı. The'lar devri. The Zarts The Zurts. İşte o goygoya Mogwai'nin geleceğini söylemişlerdi. Kahrolmadım diyemem. Bir:Yazın Mogwai olmaz. İki:Ben o festivallere gitmem. Başlarım Mogwai'sine dedim. Sonra sonbaharda geldiler. Kaydı tarihler. Ben yine de gitmedim, ne sağlam önyargıysa bendeki de.
Bu sefer al işte paşa paşa Kasım ayınca, ayıca giyindiğimiz, sisten yanımızdakini bile göremediğimiz puslu bir mevsimde geldiler. Mat ettiler.
Biyrun. Ben çekmedim. Ben kulağımda tıkaç selpaklarla arkada oturuyordum. Yanımda bir abla çantasına pet şişeyle sakladığı vodkadan götürüyordu. Kokusu tatlı tatlı burnuma sürtünüyordu.

The fall is the beginning is the fall

Yaktın yıktın gittin vefasız. Seni John Galliano mu giydirdi, ANAM! (ŞAKA ŞAKA, başkası giydirmiş.)
47. saniyesinden itibaren Lee Pace'in hallere dikkat!

Filmin en nefis bölümlerinden bir tanesi.

Önce The Fall hadisesi var. The Fall diye bir film var, Tarsem Singh'in yönettiği. Bu filmi izleyip o an aşığı olmuşum. Görsel zenginlik adına 20 ülkede gezilmiş, nadide şeyler yakalanmış, efektsiz filme dökülmüş. Tek bir rüya hakkım olsa tüm hayatım boyunca, bu filmi tercih ederdim. Hem öykü, hem anlatım, hem renkler, hem müzikler, hem oyuncularıyla çok istisnai. Keşke bu kadar underrate edilmeseydi. Neyse. Filmin kendi güzelliği bile yeter aslında. Ama bir de ekstrası var. Filmin başrolü Lee Pace'in Tarsem Singh'in ellerinde güzelleştiği, güzellik abidesine dönüştüğü, o 'boy next door'luktan kurtulduğu, 'extremely cheesy white American'lığından kurtulduğu, hayatında görüp görebileceği en stylish bir hali var. Ama bir türlü görselini bulamıyorum ve delirmek üzereyim. En yakın halini buraya koyuyorum, şapkayı çıkaralım ve mohawk saçla hayal edelim diyorum. Siyah gözkalemiyle de taçlandıralım diyorum. Ama bütün bu kompozisyon öyle bir hale gelsin ki, yeni dönem emo-goth iğrençliğiyle uzaktan yakından alakası olmasın.

İstiyorum ki; Lee Pace ne olduğunun, bu filmde nasıl göründüğünün farkına varsın, kendini insanlıktan uzak tutsun ve bu filmdeki kadar muhteşem bir varlık olarak erişilmez yükseklikte bir kulede yaşasın. Bu nasıl bir etki, anlatmak mümkün değil. Bu bir.

İkincisi, hem kalbi hem de omurgasının bir kısmı kırık bir stuntman olarak hastanede yatarken, Alexandria karakteriyle bir bağ kuruyor ya hani.. O hastanedeki bitkin-yorgun, gözaltı torbalı hallerinin, saçların, o kaşların ben hastasıyım. Bunu buradan Lee Pace'e duyuruyorum, IMDB'de diğer fotoğraflarına baktım ve illet oldum. Çok üzgünüm ki, adamda böyle bir materyal olmasına rağmen armut gibi bir tiple dolaşıyor. Bak sabahın 9'unda Harun Kolçak eşliğinde eşşekcesine fotoğrafını arıyorum. Harun Kolçak-Elimde değil, seviyorum.mp3

Sabah hormonumu bir tarafa bırakıp görselleri ataçlıyorum. Sonraki yazımda Lee Pace harici şeylerden de bahsedebilmeyi diliyorum.

28 Ekim 2008 Salı

Traffic agency bans reverse oral sex

Stockholm'e de kış geldi, hem de ne gracefully. Şehir mi, şehre duyulan aşk mı iştah kabartıyor, bilemedim. İlk buraya geldiğimde de karakışın tam ortasına düşmüştüm ve nefret etmiştim. Gri-beyaz yığına karşı kendimi yenik hissediyordum. Etraftakilerden bitmek bilmez "ayyy Stockholm'ün yazı bambaşkadır" salyaakıtmaları duydukça çileden çıkıyordum;
Ne diyorsunuz BE, ne yazı? Yaz böyle bir şehre gelse ne olur? Hadi geldi, güzelleşti diyelim, YAZIN NERESİ GÜZEL OLMAZ Kİ? Burası güzelleşmiş çok mu? Yazın özelliği odur, insanlara iyi hissettirir, yaşamaya değer hissettirir; çamuru, soğuğu ve rüzgarı unutturur, hayatı renkli güneş şemsiyesi altında bir şezlonga uzanmış gibi kolay yaşanacakmışcasına çekici ve çilekli dondurma tadında kılar. Reklam hilesi işte, bunu anlayamadınız mı? Okul girişi boyunca yanyana dikilen ağaçların yaprakları çıkıverdi, yeşillendi diyelim, gölün üstündeki buzlar eridi, so what? Artık kalın montlar giymeyeceğiz o zaman, so-what? Nedir yani, o zamanı bekleyip motive mi olmamız gerekiyor? Yazın buranın birdenbire masal gibi olacağına inanmamız mı gerekiyor?
Sonra Stockholm'e bahar geldi. Minik minik. Nisan'da son bir fırtına koparıp karlar ortadan çekildi. Ağaçlar buzlarını damlattı, kurudular. Ev kedileri dışarda dolanmaya başladılar. Kafeler, masalarını dışarı çıkarttılar. İnsanlar kırmızı burunlarını, yanaklarını yüzlerinden sildiler. Temiz, bir anda içe çekilemeyen güzellikte donuk mavi bir hava gökyüzüne yerleşti. Güneş üzerine düşeni yapmaya başladı. Gri binalar yine gri kaldı da, gerisi binbir renge daldı. Sokaklar bitki kokmaya başladı. Aynı okul yolundaki aynı ağaçlar, bin çeşit yaprağı güneşe çevirdi, simli yeşile boyandı. İnsanın içindeki tüm çamur, tüm kötülük, tüm kötücül düşünceler, tüm olumsuzluk ve imkansızlıklar kendini hafifmeşrep bir olanağa dönüştürdü. İnsanı inandırdı. Daha iyi günlerin geleceğine, aslında düzelebileceğine. Bulutlar top top şekillere girdiler, gökkuşakları çifter çifter belirdiler. Gamla Stan'da göl kenarına oturunca havanın neredeyse hiç kararmadığı günler kavanozda kalan son bir kaşık Nutella gibi hüzünlü gelmeye başladı. Dondurmacılardan taze pişmiş kornet kokuları yayıldı, turistler tahta atların başköşede durduğu souvenir shoplara dolup dolup boşaldılar. Otobüslerde insanlar sabah güneşi sayesinde diğerlerine gülümsediler, laf attılar. Kızlar, kış boyu ayaklarından çıkarmadıkları incecik bez ayakkabılarının içinde ilk defa üşümediler. Deri ceketleriyle erkekler iki büklüm olmadan caka sattılar. Herkes sokağa çıktı, öyle ki; Sergelstorg Taksim Meydanı'na döndü. Hiç görmediğim çiçekler, bitkiler, böcekler kendilerini sunmaya başladılar, insanı kolundan tutup içlerine çektiler. "Dahası ne, daha somut anlat" diyeceksin ama bilemiyorum. Şu yazıya fotoğraf ararken uzun uzun bakınmama rağmen farkettim ki kimse neyi görüntüleyeceğini bilememiş. Kimse tek kareye sığdıramamış. Ben de tek paragrafa sığdıramıyorum. Tarif etmekte güçlük çekiyorum.
Bir yere gitmek, bir yemek yemek, bir içki içmek, bir film görmek, bir arkadaşla konuşmak çekici şeylerdir kitabımda. Fakat bunlar olmadan da, bunları yapmadığım günlerde de mutlu oldum burada. Nasıl enteresan. Ne giyeceğimi, saçımı nasıl tarayacağımı düşünmeden kendimi en güzel hissettiğim, kendi tarihimde en çok kendimle barıştığım bir dönem oldu bu yaz. Tüm o yersizyurtsuzluk, başkalarının evinde, başkasının yatağında ödediğim kirayla yatıyor olmak, buzdolaplarında tek raflık saltanatımın olması, o apartman dairesinde mobilyalardan daha geçici olmak hissini bastıran sağlamlıkta bir aitlik içimde kök salmaya başladı. İlk defa yerliyurtlu olmamı sorguladım. Bağlandığım şeyleri, İstanbul'da içinde dönüp durduğum, kronikleşmiş tutkularımı ve oluş biçimimi ve bir sürü şeyi. Yerliyurtlu olmak ne demek? Bir yerde doğmak, büyümek, o yeri çok sevmek, o yeri ezbere yaşamak, çoğu zaman neye baktığını, ne gördüğünü anlamadan eve vardığını fark etmek. Durup nefes almadan yaşamak, yarını, öbür günü, sonraki yılı, sonraki dönüm noktasını bekleyerek yaşamak, mutlu ölmek, malvarlıklı ölmek için yaşamak, daha az kırışık, daha az hasta ölebilmek için yaşamak, seni öldürecek hastalığı en pahalı yollarla tedavi ettirebilme olanağın olsun diye köpek gibi çalışarak yaşamak, köpek gibi yaşamak, köpekçe yaşamak. Bunun sonu nerede? Kim bir diğerini uyandırıp İstanbul'da yaşadığımızın sağlıklı psikolojide yaşanamayacak bir ihtimal olduğunu söyleyecek? Kim bununla yüzleşebilecek? Kimse. Herkesin inanmak zorunda olduğu, koşulsuz inanmazsa oyunun dışında kalacağı süperfırfırlı bir yalan İstanbul. Cahil insanların kolkola cahil olmadığını bir diğer cahile onaylattığı, dışardan kimseye sormaya cesaret edemediği, "iyiyiz di mi? evet biz çok iyiyiz, en iyi biziz" dediği cins bir saçmalık. Bu saçmalık içinde en kötü ihtimalleri yaşadık, yaşıyoruz. Ben bir anlık kafamı dışarı çıkardım, bir sürelik, kısacık bir sürelik. İsterim ki bu gördüklerimi bir daha hiç unutmayayım.
Şimdi ben biliyorum, bunu bazısı okuyup "Şahtın, şahbaz mı oldun? Gittin de bişey mi oldun? Hamdın, piştin, yandın mı? Yapma bana numara" şeklinde etiketliyor. Halbuki bu anlattıklarım benden başkasına yarayacak deneyim değil. Benden başkası sempati duysun diye değil. Olay da orada kopuyor. Bana İstanbul kaygılarıyla, etiketleriyle gelme. Bana Türkiye'de bırakmak istediğim pis, yapışkan kötücüllüklerle yaklaşma. Yaklaşanın ağzına tokat geliyor.
Düşünüyorum da; vefa denebilir. Aynı gri yığına bakıp farklı şeyi görüyorsam, kargaya yavrusu kuzgun görünüyor diyedir. Bu yaprakların sararmasını ve kızarmasını ve dalından kopup sokaklara yama olarak soğuğa kibarca boyun eğmesini izledim. Şimdi o ağaç kuruysa da ben bakınca öyle göremiyorum. Sarmaşdolaş Stockholm aşkımla karar veremiyorum: Yazı mı daha güzel, kışı mı?

24 Ekim 2008 Cuma

Çıkar at acıları/Giy yeni cicileri

Bunlarda ar-namus kalmamış anacım! (Türk Atasözü)
Gülcan ve ablası Şencan günün ilk saatlerine kadar Chılgın Clup'ta eğlendiler! (Fotolar thelocal.se'den)

"... Her şeyi unutturur/Stockholm geceleri.." Cant Anrıyar

"İsveçli kızların hastasıyım" temalı Facebook gruplarındaki ağzısalyalı arkadaşlara hitaben burada ufak bir parantez açayım:

STOCKHOLM GECELERİNDE İŞTE BÖYLE EĞLENİYORUZ BEYBE!

Back and Forth

Ştokolme geri döndüğümü bildiririm.

Soruyorum;
Blogumu Burdur'dan takip eden arkadaş kimdir? Bu arkadaşla temasa geçmek, Burdur'un elmosdiyorki'den beklentilerini öğrenmek istiyorum. Sayfaya banner olsun, reklam olsun koydurmak istiyorsa misal (Boncuk giyim, Hala ev yemekleri, Çiçekoğlu baklava gibi) peşinen söyleyeyim ki NO FUCKING WAY.
"Bizim de bir Gazi Caddesi var, Bağdat Caddesi yanında halt etmiş var ya!.."
Böyle yerlerde ünlü caddeler vardır; ismi illa Gazi, Şehit Osman falan savaş referanslı. Öyle değilse de bu sefer birleşik isimler istilası gözlemlenir. Örn: YıkıkÇarşı, SarıklıYol vs. Hep bi kıyas vardır böyle büyük şehir dışı insanlarda. "Aynı Bağdat caddesi" veya "Doğunun Paris'i". Çok hareketli, çok güzel demek için bu kıyaslar yapılmaktadır. Bize ne kardeşim? O kadar güzelse yaşa işte şehrinde. Ay ne ayıp, Anadolu güzelliklerle dolu, sen Türkiye'yi İstanbul'dan ibaret mi sanıyorsun? Evet öyle sanıyorum ya, beğenemedin mi? Gidip adım adım her şehirde belgesel mi çekicem ULAN? "Neneciğim, şimdi bize ne pişiriyorsun? Bızdıkkebabı mı? Ney var bunun içinde?"
Yalan sempatiye son! Banane bızdıkkebabından. Her horoz kendi çöplüğünde öter. Ya da annesini emekli edip paralarını hortumlarken Stockholm'de öter. Ay ne ayıp 26 yaşına gelmiş iş tecrübesi yok, hala anne parası yiyor! SANANE ULAN! SANA NE! Sen mi veriyorsun paramı? Herkes senin gibi erkenden çürümeye mi başlasındı? Şımarık Ayşecik rolü mü reva bana?
Bir sonraki bölümde underrated İsveç harikası Ace of Base'den bahsedeceğim. Unutturmayın.

15 Ekim 2008 Çarşamba

Volkeyno


Beck'in son albümünün bomba olduğunu söylemiştim de, albümün içinde bombalar bombası "Volcano" adında bir şarkı olduğunu söylemiş miydim?

İstanbul-Stockholm arası ekspres treni misali gidip geldiğim şu son bir kaç günde uçuş brövesi alma isteği doğuran ve bu isteği körükleyen bir manzaraya tanık oldum. Gece uçakta olmak, şehirleri yukardan izlemek, o turuncu sokak ışıklarının şehir merkezinden dağ/ova eteklerine lav gibi dağılması ve giderek azalması, o kocaman alanların düzenli lav yataklarınca bölünüşü, şehrin bir yanardağ gibi kaynayışı, bunları görmene rağmen o turuncu ışık lavı şehirlerinde bir apartman dairesinde ufacık bir nokta olduğunu bilmezden gelerek, çok bi haltmışsıncasına hayatına dikbaşlı vaziyette devam ettiğin gerçeği gerçekötesi güzellikte.

Hep söylüyorum; şu büyükyüceulu saçmalıklar, yüzyıllardır insanoğlunun yücelttiği değerler, nesneler, oluşların arkasında küçük detaylar var ki hep resimde olduğu için yok sayılmış, önemsiz sayılmış, es geçilmiş. Gözlemeye başladıkça, o ufak detaylara gömüldükçe önüne "yağmurda aşkımla elele yürümek istiyorum" sözde çılgınlığından çok uzak bir çılgınlıkta şeyler çıkıyor. O zaman çok daha verimli yaşıyorsun. 5 duyunla, 6 duyunla, 10 duyunla, her neyse.

Gelelim Built to Spill konçertosuna.

Stockholm'de Pazartesi günü bir Built to Spill fırtınası esti. Benim için özellikle 17 yaşıma bir gönderme olan bu konser, daha da zahmetliydi. İstanbul'dan konsere uygun aldığım dönüş biletim, sonrasında tekrar İstanbul'a dönmem gerekliliği ve Sabiha Gökçen Havaalanı'nın paçozluğu ve 9 saat rötar yapan bir uçak. To make a long story short; her şey rağmen konsere gittiğim için çok memnun oldum. KÖPPEK gibi de çaldılar I would hurt a fly'ı. Ben de yaşlı ve uçuşlardan yorgun bedenimle ciyak ciyak eşlik ettim; ki yanımda bir arkadaş vidyoya çekiyordu, şu an o vidyonun akıbetinden endişeliyim.




Bu o vidyo değil, ama sonrasındaki bir şarkının vidyosu. Çeken abi nete de koymuş. Çekeni görür Allah.

Bir de çok büyük konuşup "dünnnyada grup t-shirtü giymem" deyip, istisnayı da Jaga Jazzist ve Broadcast grup t-shirtleri şeklinde belirlemişken bu kuralımı çiğnedim, petrol yeşili bir American Apparel üzerine basılmış şahane t-shirtlerinden lüplettim. Dahası, İstanbul'a dönüş uçak yolculuğumda üzerime bile giydim.

Şimdi bornozları giyip tek sıraya girme zamanıdır, hoççakalın.

9 Ekim 2008 Perşembe

Ananeme ne oldu?

Yeni bir şey değil de, ananeme iki sene önce kanser teşhisi kondu.
Bu ne demek, biliyor musun? Şu demek: Yaşayan bir insan için yas tutuyorsun. Sevdiğin birine "ölecek" deniyor, ömür biçiliyor ve o insan senin gözünde o an ölüyor. Öğrendiğin an, ölmüş gibi sanki. Sonraki anlarda hayalet gibi geliyor sana. Nasılsa ölecek diye gözünün içine bakamıyorsun. Onu daha çok sevemiyorsun. Bir süre sonra o yaşamını sürdürdükçe, içindeki yas muhatapsız kalıyor. Sen birine üzülüyorsun, ama o ölmemiş. Kızıyorsun. Bir an önce ölse, üzüntüden mahvolacaksın. Ama iyileşme sürecin de bir o kadar çabuklaşacak. Böyle, her gün, ufak ufak, yeniden onun öleceği ama henüz ölmediği sürecine alışmak inanılmaz zor.
Hem ölmesin, vücudu sıcacık yanında olsun, hem de ölsün de onu böyle kireçbeyazı bir suratla, gecenin bir yarısı tuvalete doğru topallayarak yürürken görmeyesin istersin.
Bir arkadaşımın senelerdir felçli ananesi vefat edince annesi "çocuğum gibi olmuştu, on sene daha yaşasaydı çocuk gibi de, ben de ona baksaydım" demişti. Aklımdan silinmeyecek bir söz. İnsan böyle bir psikolojiye nasıl giriyor?
Ananemin haberini aldığımda dolmuşla Taksim'e gidiyordum. O an sonradan dökemeyeceğim kadar çok gözyaşı döktüm. Yol bitip de Megavizyon önünde Utku'yla buluştuğumda taziyelere hazır vaziyetteydim sanki. Geceleri annem yatağında ağladı bir süre. Burun çekme seslerini dinledim. Ananemin gözüne bir süre bakamadım. Teşhisi bilmiyordu, gözümle ele veririm diye korkuyordum. Sonrası da kanıksama. Ne yüzsüz olduğumuzu anlama. İnsan alışıyor. Alışılır mı deme, alışıyor. Anane ölecek. Öldü bile. Sen ölümünü kabullendin bile. Üstelik o ölmeden. Öyle ki yaşaması bile üzüyor bazen. Çünkü bir daha ölecek, bu sefer gerçekten ölecek. Sen de artık halin kalmamış bile olsa, bir daha üzüleceksin. "Bir daha göremiycem" diye ağlıycaksın. Şimdi görmek bile öyle tuhaf ki oysa.
Anane nasılsın? Ağrı mı, lodostandır. Bok lodostandır. Anane haberin yok, tüm kemiklerine, organlarına yayılmış kanser. Literally, için içini yiyor. Sen de eriyorsun. Gözüne yaşlı kedi/köpeklerdeki gibi saydam/beyaz bir perde indi. Yaraların kolay iyileşmiyor. Çünkü ölüyorsun. Sana bunu kimsenin söylemeye cesareti yok. Herkes bakışlarını kaçırıyor, sen ağrılarından şikayet ettikçe tiyatro yapıyor. Hepimiz yalan söylüyoruz.
Sen eski kadınsın. "Anı yaşayayım, günü yaşayayım, sevdiklerimle kaliteli zaman geçireyim" modern saçmalıklarını yemezsin. Neyi yaşayacaksın, ne kalitesi? Sen yemek yapmak seversin, bayramda bir uçtan bir uca torunların, torbaların evi doldursun istersin. Sen başkalarını mutlu etmek, fedakarlık yapmak için yaşadın. Şimdi de bu bencillikten uzak hayatın, bizim bencilliklerimizle son bulacak. Sana öleceğini bile söylemiyoruz, o kadar benciliz biz. Sen öleceksin diye değil, seni kaybedeceğiz diye kendimize ağlıyoruz.
Ananem bizde kaldı bayramda. Benim yatağımda yattı. Her sabah uyanınca, her gece yatmadan önce evdeysem yanağından öptüm. Ama ananeme uzun zamandır küsüm. Onu sevdim, beni hayalkırıklığına uğrattı. Ölmeyeceğini düşünüyordum. Şimdi onu yoksayıyorum. Varlığını unutuyorum, ki yokluğu beni üzmesin.
Ben İsveç'teyken teyzem bana dedi ki "ananen kötüleşiyor giderek, gelsen iyi olur Elmira. Bayramı burada geçirsen güzel olur." O iki cümleyi okuyunca çok ağladım. Sonra ucuza bilet buldum, "çok bunaldım" dedim, kalktım İstanbul'a geldim. Ama gelip de sana sevgimi belli edemedim.
Bana içerliyorsundur belki, kırılıyorsundur. Ama ben sana bakınca hiç eskisi gibi değil. Olmayacak da. Ben daha kendimi tamir edemiyorum.

5 Ekim 2008 Pazar

Paramparça Aşklar Köpekler

Özet konuşmayı severim. Kendimi tekrar etmeyi sevmem. Hayat mottom bu iki cümleden ibarettir. Bu iki cümle de yıllar yıllar süren gözlemler ve mental notlar sonucu ortaya çıkmıştır.

Yaşıtım "alter" kızlarda ergenlikten itibaren bir çok mod dikkatimi çekti. Bu triballikler, bu kendini dünyanın merkezi sanmalar (tek çocuk olmaktan kaynaklanan sanmalar daha farklıdır), duygusallığa kapılıp sayfalarca süperboktan kafiyesiz şiirler yazmalar (çocuğun ismini vermemek için übersoyutlamalarla dert anlatılmaktadır), kendini kirlenmiş, çok şey görmüş geçirmiş sanıp arınmak istemeler (yıldızlar ve kanat çizmeler, melek takıntısı), belli renklere gömülmeler, göz kalemlerine abanmalar (siyah ve mor aşkı), kendi bunalımlarından bencilleşmeler ve en çok acıyı o çekiyor sanmalar, Küçük İskender misali kan, irin, sperm, illa ki canhıraş, illa ki acının dövüne dövüne anlatıldığı hikayeler, yazılar, "ben içime atıyorum, farkında değilsiniz ama en çok acıyı vallahi ben çektim"cilikler, "siz beni anlayamazsınız" yalnızlaştırmaları, boktan şarkıların boktan satırlarına insanüstü aşklar beslemeler ("nobody loves no one" satırlı Chris Isaak şarkısı veya "I'm a creep, I don't belong here" Radioheadlemesi veya "ben özeldim, görmediniz, acımı bilmediniz"in satıraralarında verildiği herhangi bir şarkı), telefon mesajlaşmalarında Han Duvarları ekolü, "zaman ve mekan olmadan, haksızlığını kabul ettiğin ve duyguların gölgelerinin sindiği bu gecemi alkolle kirlettim tuvalde" tadında "NE DİYORSUN ULAN SEN" dedirtecek zırvalıkta, 20 kelimeden uzun cümleler (ben erkek olsam böylesinden kaçarım) beni İLLALLAH noktasına getirdi. Alter kız fikrinden soğuttu. Herkes satıraralarında okunmak istiyor, bu nasıl bir dünya? Kendini ifade etmek değil, alttan altta hissettirmek, alttan alta karşındakini etkilemeye çalışmak Türk kızının ülküsü olmuş. Ağzını açıp A demiyor da, "b, c, d, e, f, g ve ayrıca h, ı, i, j, k, l, m, n, o, p, r, s, t, u, v, y olmayan ve hiçbir zaman z de olamayacak, o yüzden klavyedeki o ters üçgene benzer şekle hapsedilmiş harf." diyecek illa. Beynimizi düzecek. Düzme güzelim, derdin neyse anlatsana. Hepimizde bi kuku iki meme var işte, what's the big deal? Dünyanın tüm derdini omuzlamışcasına yarı kısık gözlerle Charlize Theron bakışlara ne gerek var?

Bu kızlardan ve edebiyatlarından öyle iğrenmişim ki, ne zaman böylesinin kurduğu cümleleri okusam, duysam kelime dağarcığımı küçültüyorum. İstiyorum ki erkekler gibi içgüdüsel yaşayayım. Acıkınca yemek yiyeyim, çişim gelince tuvalete gideyim. Kız olunca model daha farklı çünkü. Her şeyi başka bir şeyle eklemleyip, süper karmaşık iç hesaplaşmalarla ordan alıp oraya verip, günün sonunda acıktığını unutup su içersin. His ve karşılık denklemin yamulur. Küçükken şekilleri öğrenmek için kare, üçgen, yuvarlak boşluklu bir tahta pano ve içlerine girecek renkli üçgen, kare, yuvarlak oyuncaklar vardı ya, hah işte, kız olmak o panoya doğru şekli bir türlü sokamamak ve kafa karmaşası sebebiyle üçgeni kare boşluğuna sokmaya zorlamak gibi bir şeydir.

Bu özet düşünme ve özet ifade etme müessesesin çok önemli deyimlerimden biri "paramparça aşklar köpekler" oldu. Bunu içten içe kendimizi paralayarak içip, eğlenip, dağıttıp ettiğimizi anlatmak için kullanırım. Cümle içinde kullanım örneği veriyorum, dikkat:

- Dün gece neler yaptınız?
- Ne yapalım, paramparça aşklar köpekler.
Güncel sanat eserlerinin isimleri beni konuşurken çok rahatlatıyor.

Neyse,

Cumartesi akşamı Tolga'yla paramparça aşklar köpekler yapmaya çıktık. Ama kısmet değilmiş. Bilmeyen var mı, İstanbul'a geldim ya hani ben, şimdi de İstanbul gecelerine akıyorum ya, işte onu diyorum.
Tolga evlenmiş, hayat yükü omzuna çökmüş. Gizli Bahçe aynı kalmış, belki 10-15. kere üniversite 1. sınıf neslini ağırlıyor. Onların gözündeki kaygısızlık, içkiye teslimiyet, rahatlık bizde yok. Kukumav kuşu gibi tüm gece evlilik, ilişkiler, yanlış giden şeyler, anası satılacak şeyler ve boktan şeylerden bahsettik. Yahu, bu nasıl gece? İşte, kısmet. Laf lafı açıyor, herkes dolmuş, anlattıkça anlatılıyor. Ben yorulmadım, çünkü İstanbul'da değilim, ama dönünce nasıl bıkkın, nasıl mutsuz olacağımın previewunu görmüş oldum.
O geceki kahkahalı-mutlu anlarımızdan bir demet görselle bu entryi sonlandırıyorum.

30 Eylül 2008 Salı

Ağlama duvarı inside

Dünyada hiçbir şey yoktur ki beni, durumu kötü olan bir insan kadar utandırsın. Bu hissi YılmazErdoğanlaşmadan tarif etmem mümkün mü, bilmiyorum.
Marketteyim diyelim, tencere-tavaların yanında uyduruk iç çamaşırı ve kıyafetlerin olduğu seksiyonda, kocaman bir sepetin içinde sudan ucuza spor ayakkabılar satılıyor. Paketsiz, kutusuz. Her numara bir arada. Çiftlenmemiş bile. Plastikten öylece kalıba dökülmüş gibi, sanki dokunsan bağcıkların da kalıba dahil olduğunu fark edeceksin. Ben o reyonun önünden geçerken, babam yaşında bir adam, yırtık pırtık fakat kendince temiz kıyafetinin içinde, o ayakkabıhavuzunun başında kendine ayakkabı bakıyor diyelim. Bu görüntü, kafamda evrile çevrile binbir kere oynatılacak ve her oynatılmasında bana baştan ayağa aynı utancı yaşatacak bir görüntü. Hemen kendimden ve sahip olduklarımdan fütursuzca utandığım, onları iyi yönetemediğim için, daha iyisini yapamadığım için kendime uyuz olduğum anlardan bir tanesi. İşin en fena tarafı, karşımda duran ve bunca wild mood swinglerine yol açan şahsın, bunlardan bihaber kendi derdinde olması. Bonus utanç. Adam orada gocunmadan, gayet neredeyse neşe içinde aranıyor işte, onun için farketmiyor, SANA NE? Ama yok işte. Bilmeyenleriniz vardir; tek çocuk olunca böyle buluttan nem kapılınır, dünya kurtarılamıyor diye üzülünür. Her şey seninle ilgilidir çünkü.
Benzer bir utancı televizyonda gördüğüm bir olayla ilgili de yaşamıştım.
Bir dönem Filiz Akın'ın, sonra da hatırlamıyorum kimin sunduğu bir yarışma vardı. Aslında teknik anlamda kimse kimseyle yarışmıyordu. Her hafta durumu olmayan, fakirce bir kadının hikayesi ekrana geliyor, bu kadına gereken tüm plastik cerrahi operasyonları bedavadan yaptırılıyor, layposundan silikonuna, raynoplastiden gerdirmeye, makyajıdır, saçının boyasıdır her şeyiyle ilgileniliyordu. Sonra ablanın iyileşme sürecine tanıklık ediyorduk, bu sürede ailesinden hep uzakta oluyordu ki programın sonunda süprik olsun. Ailesinden bazen haftalarca ayrı kalan ablalar, bu sırada kaydedilen telefon görüşmeleri sayesinde çoluk-çocuklarından ve kocalarından haber alıyorlardı.
Bu ablalardan bir tanesini gecekondudan çekip çıkardılar. Tıpkı bir deney faresi gibi psikolojisini düşünmeksizin önlerine koyup, sağını, solunu, saçını, başını, gagavan burnunu, dökülmüş dişlerini, sarkmış gögüs ve kalçasını yaptırdılar. Ablanın konuşacak kıvama gelip de evi aradığı esnada ise kayıt cihazı devredeydi, konuşmayı dinledik.
Telefonu eşi açtı. Arkadan ailenin 3-5 çocuğunun boğuşarak, fakir çocuk oyunları oynama sesleri geliyordu. Bangır bangır bu ortama, adamın içli sesi de eklenirken evlerinin profili izleyicinin gözünde canlanıyordu. Şahsen ben o evin yama yama halısını, tek çekyattan ibaret salonunu görmüş kadar oluyordum. Kadın, gözyaşlarına boğulmuş vaziyette, büyük oğlunu telefona istedi. Oğlan, az evvelki oyununun bölünmesinden dolayı donuk bir sesle, çocuksu telaşı içinde "naber anne? napıyon?" deyip konuşma sırasını savdı bir kaç kez. Anne, "oğlum, nasılsın, iyi misin" artı bir milyon gözyaşı sayıklayadurdu. Konuşma bu durağanlıkta sürerken, oğlan günlük hayatından kesitlerle ("biz de maç yapıyoz, babam çağırdı geldim, sen nasılsın, ne zaman gelcen?") annesini aydınlatıyordu. Olsun, annesi yine de konuşabildiklerine mutluydu. Sonra oğlan durdu, "anne, markette sporayakkabı gördüm, alabilir miyim?" dedi. O an, tıpkı şu anda olduğum gibi yerin dibine girmek istedim. Anne, bizim için bir bardak su kadar somutlaşmış fakirliğinden refleks olarak utanıp, lafı geçiştirmeye çalıştı. "Bakarız oğlum, alırız, ederiz". Ama oğlan, muhatap bulmuşken izin koparmanın ve futbol maçına giyeceğini söylediği ayakkabıları almanın derdine düşmüştü bir kere. "Ha anne, alabilir miyim? 5 milyon."
Belki 2 milyondu. Epey düşük olduğunu, beni yerin dibine beş milyon kere soktuğunu çok net hatırlıyorum. O anne için 5 ya da 2 milyon belli ki çok önemli bir paraydı. O zaman da Adidas bir spor ayakkabı kafadan 125 milyon falandı diyeyim, siz oranlayın. Sonra anne konuşmanın bir yerinde yorgunluk ve mutsuzlukla karışık bir "tamam oğlum" çekti. Tam vurguyu yapamıyorum, çok isterdim halbuki. O paranın kıymetini tam da anlayamayan, marketteki çiftlenmeden satılan o bir kaç milyonluk ayakkabının sevincine kapılmış o çocuğa karşı teslim oluş, pes ediş. Hemen kendimi mahçup hissettim. Böyle anlarda olabildiğince basitleşir, "bi daha annemi hiç üzmiycem, bi daha hiç şımarıklık yapmıycam, bi daha hiç ihtiyacım olmayan şeye para vermiycem ve her dakika şükredicem" 5 yaş çıtasına kadar düşerim.
Kıssadan hisse: Çok şanslıyız, hayat ne güzel. ŞAKA ŞAKA. Kıssadan hisse şu: Bazen kendime illet oluyorum. Başkaları benden şanssız olduğu zaman, onları düzeltememek, kalbimi kırıyor. Sanki Sabancı'nın kızı mısın, senkendininesandın? Bir şey sanmadım ya, kendine kendime de üzülemez miyim? İzin mi alıcam?
Aynı programın bir başka bölümünde Kadıköy-Pendik minibüs hattında şoför olan arkadaşlarıyla Şöfor Nebahat takılan, Janset benzeri bir ablayı modifiye etmişlerdi. Onu da çok net hatırlıyorum. Bu Janset benzeri kızın minibüs şöforü bir platonik aşkı vardı. Aynı zamanda kızın abisinin arkadaşı da olan bu minibüsçü delikanlı, kızın erkeksi tavırlarını da bahane ederek aşktan kaçıyordu. Kız, programa sadece onu etkilemek amacıyla katıldığını söyleyip durdu, sonunda da süprikli aile buluşmasına bu delikanlı da çağırıldı. Tabii ki, Türk Örf ve Aile Yapısı sebebiyle, delikanlı tüm modifikasyona rağmen kızı istemedi ve bir araya gelemediler. Yine de aradan iki-üç sene geçtikten sonra, beynimin sütlaca bağladığı bir sınav çıkışı ben bu ablayı bir başka minibüsçünün muavin koltuğunda gördüm. Bir yandan "allahım, ben bu kızı tanıyorum, hayvan gibi eminim", diğer yandan "hangi sosyal ortamda kesişicez ki böylesiyle yahu" diyerek, kızı süzmelere doyamadığım onuncu dakikada farkettim ki Janset'e benzeyen ablanın tam arkasında oturuyorum. Programda özenle şekillendirilmiş saçları, lastik tokayla arkadan özensizce toplanmış, estetikli burnu belli ki ona çok da bir şey katmamıştı. Sadece o gece giyebildiği süslü kıyafeti olmadan, kız hala Şöfor Nebahat, hala erkeksiydi ama benim açımdan daha üzücü bir görüntüydü. Sen tut Atv'nin primetimeına bir günlük damganı vur, sonra yine minibüste muavin koltuğunda kimbilir ne arızalardan dolayı jiletlediğin kolunla günde yüzlerce kez para üstü uzat. Ya. Böyleyken böyle. Anlaşıldığı üzre, ameliyatlar ve tüm o şişirme-kaldırma-gerdirmelerden sonra bu insanların tekrar kendi çöplüklerine dönmesi program yapımcılarının hiç de fifisinde değildi. Belli ki o ablalar, o hafta yıkanana kadar fönlü durabilecek, sadece o ay dipleri çıkmadan boyalı durabilecek saçları, en fazla birkaç ay bakılası güzellikte kalacak şekillendirilmiş vücutlarıyla fakirlik onları yine soldurana dek ışıldayacak, sonra da bunu da hayatlarının tümünü geçirdikleri fakirliklerinin gölgesinde unutup gideceklerdi. Bu kadınlara iyilik mi ettiler, kötülük mü, hiç emin olamadım.
Bugün bayramın ilk günüydü ve evimde olsaydım eminim cinnet geçirirdim. Her sene bayramın ilk günü verdiğimiz kahvaltıda ailenin her kolundan insanlarla bir araya gelinir ve içmeyenin bile üstünü kokutacak kadar sigara içilir ve utanılacak kadar her şeyden yenir. Ve o gürültü ve ayak altında gezip duran kedim ve bir takım zorunlu aile muhabbetleri bazen beni çok yorar. Yine de bugün ailemin yanında olmayı ve cinnet geçirmeyi burada uzak olmaya yeğlerdim. Yine de çok emin değilim. Böyle de kaypağım.
Evet, bugün hazır bayramken benim de bademciklerim senelik izinlerini kullanmaya karar verip tüm güçleriyle şiştiler. Çalışmayı, yutkununca ağrımamayı reddettiler. Stockholm'de hava sıfıra yakın seyrediyor diye tahmin ediyorum, GoogleDesktop'la kapıştık ve 10 dereceyi göstermesine bile itibar etmiyorum. İki fanila, bir sweatshirt ve iki hırkayla, atkıyla kartopu gibi yuvarlanarak odadan odaya geçiyorum. Acı çekiyorum, haberiniz olsun.