14 Haziran 2009 Pazar

Yağmur

öyle bir yağıyor, öyle bir gürültüyle camları dövüyor ki, tüm gece kendimi bir türlü açılmak bilmeyen paketin içindeki hediye gibi hissettim. Hışır hışır. On ayrı kutunun içine konmuş. Aç aç, bitmiyor. Hışırtısı kesilmiyor.
Burada anlatmadım galiba, on kutu deyince aklıma geldi. Ben ilkokuldayken TRT1'de "Haydi!" isimli bir yarışma programı vardı. Bir gün bizim ilkokula (Nurettin Teksan), bu programdan gelip seyirci grubu olacak çocuk seçtiler. Seçerken kıstasları neydi, hatırlamıyorum. Bizim servisten çocukluk kankam/aşkım Barış da gelmişti hatta. Demek usluluğa göre seçmemişler.
Annem o gün yarım boğazlı, beyaz bir kazak giydirdi bana. Saçlarımı iki yandan topladı. Sabah erkenden okulun önünden kalkan özel bir otobüsle karşı yakada, Odakule'deki TRT stüdyolarına götürüldük. Yağmurlu bir gündü, annem evham yapmıştı hatta "yağmurda köprüyü nasıl geçecekler" diye. Şimdi geri dönüp bakınca overprotective kelimesini annemin adeta baştan yarattığını görüyorum. Enivey, köprüyü yaşıtım 50 çocukla beraber geçmek falan, benim için rüya gibi bir şeydi. Barış'ın omzuna tırmanmış, yağmurda trafikte baymış insanlar yığınının üstünden görünmeyen denize bakmaya çalışıyordum. Sabah 8 gibi, stüdyoya vardık. Yerlerimize oturtulduk. Alkışlayacağımız anlarda işaret veren bir abla sağımızda duruyor, kameralar, yarışmacılar falan. Her şey yerli yerinde. Fakat bilmediğimiz bir şey var; yarışma bir saat sürüyorsa program olarak, çekilmesi en az on saat sürüyor. Çekim giderek işkenceye dönüşüyor. Sürekli bağırmak, çağırmak, yarışmacılara moral vermek, ellerimizi patlatırcasına alkışlamak zorundayız. Üstelik açız. Öğlen arasında içinde beyaz peynir, domates ve biber olan çakmasyon bir sandviç dağıttılar meyvesuyuyla. Sandalye tepelerinde yedik, yeniden işkenceye girdik. Derken kilit an geldi. Sol başta en öndeki çocuğun kucağına kafam boy bir hediye paketi koydular. Müzik çaldıkça kucaktan kucağa aktarılacak o kutu. Müzik durduğunda ihale kimde kalmışsa, paketi açmaya başlayacak. Paket bende durmasın diye elim duada elbette. İlk müzik durmasıyla beraber paketi hevesle açmaya başladı çocuklardan biri. İçinden başka bir kutu çıktı, biraz daha küçük ebatta. Tekrar başladı müzik, aktarmalar devam etti. Böyle böyle içinden bir elektrikli süpürge çıkabilecek büyüklükte bir kutudan geri avuç kadar bir kutu kaldı. Tabii ki bana denk gelmedi o müzik durma anı, en sondaki çocuk hevesle saldırdı son pakete. Açınca içinden hüzünlü bir sürpriz olarak sadece selobant çıkmaz mı? ULAN, paketlerin tümüne harcadığın kaplama kağıdı bile ondan pahalı. Çocuk bu, selobant hediyesine mi sevinecek? Ama devlet kanalıydı işte, parası yoktu veyahut bizi sevmiyordu. En sonuncu çocuk buruk hediyesini alıp cebine koyduktan sonra yarışmacı odaklı oyunlara devam edildi. Programın en sonunda, hepimizin havaya zıplayarak "Haydiii!" diye bağırması istendi. Defalarca zıpladık, hiçbirinde beğenmediler. Spiker kadının asabı bozulmuştu. "Gelecek hafta da, tüm enerjimizle, tüm bilmemneyimizle yine ne diyeceğiz?" diye bininci kere sordu baymış vaziyette. Biz de son enerjimizle "Haydiiiii!" diye bağırdık. "Tamam, yeter artık" dedi oradan yetkili gibi bir adam. "Olmuyorsa olmuyor, bu kadar demek" dedi. Biz üzüldük. Yeterli haydileyemedik diye. Otobüse geri doldurulduk. Köprüyü geri geçtik. Evlere dağıldık.
O sene, benim seyirci kitlesinde olduğum "Haydi" yarışmasını izlemedim hiç. Zaten izlemeyi sevmiyordum o tip yarışmaları. Ama bir yaz, ananemde tv seyrederken tesadüf denk geldim ve sonunda yarım boğazlı beyaz kazağımla havaya zıplarken kendimi görünce de çok şaşırdım ve lanet gibi görüntünün benim de göründüğüm bir anda donmasına içlendim.
Benzer bir "lütfen ihale bende kalmasın" anı da orta birinci sınıftayken, bir sene içinde kütüphaneden en çok ödünç kitap alıp okuyan üç öğrenciye ödül verileceğini duyduğumda yaşanmıştır. Evdeki kitaplarım ve kuzenimin kütüphanesinin bile kesmediği noktada kütüphaneye sardırmıştım. Her sabah bir kitap alıp dersleri dinlemeden sıra altında okuyor, gün sonunda kütühpaneye geri teslim ediyordum. Okunacak sağlam kitap kalmadığında sıra ilk on-yirmi sayfası yırıldığından kenara ayrılmış atıl kitaplara geldi. Çalıkuşu'nu misal, sırf okumak için, kırkikinci sayfadan falan okumaya başlamıştım. Bir süre sonra kütüphaneye bakan kız sekreterlikte çay içmeyi bomboş odada oturmaya tercih ettiğinden anahtarın tekini bana verdi. Aldığım her kitap için deftere kayıt da tutmuyordu sağolsun. Bu sayede o sene o üç isim açıklanırken ismim okunmadı ve birbirinin tıpkısı koca kolormatik gözlüklü üç çocuk okulun en uncool'u ilan edilirken ben stresten sıkıp tırnaklarımı avuç içime montelediğim ellerimle sahneye en uzak uçta durdum ve şükrettim.

1 yorum:

myloo dedi ki...

Bu, yaramaz lise son sinifimiza verilen cezayi hatirlatti. Klip cekimine angaryadan adam lazim diye müdür muavinimiz "size oyle bir ceza vericem ki" diyp bizi maslaktaki bir stüdyoya binbir palyoconun arasina yollamisti. Ali Rıza Binboğa'nin son klibi. Adami tanimiyorduk bile.

palyaco renliliginde giyinmis dansci oyuncularin yaninda gri üniformalarimiz ve dans etmemelerimizle ne komik durmustuk. 8000 kere cekildi. Artik sonlara dogru sinir bozuklugundan kimimiz dans etmeye bile baslamisti. Sarkiyi ezberlemistik ve kimisi haykirarak soyleme noktasina gelmisti. Bitsin cekim gidelim tadinda. O olayda ayni his bende de olusmustu. En uzun boylu olan Farukun arkasina girip hic dans etmeden kameradan yirtmak istemistim. Sonradan tvde gordum gözyaslariyla güldüm. ben gorunmuyorum diye ne sevinmistim.