Öncelikle şunu kenara ayıralım, Sezar'ın hakkını Sezar'a verelim. Hayatımda ilk plağı 3 yaşında falanken ananemin evinde gördüm. Dayımın o evde geçirdiği yıllara referans vererek, tüm duvarı kaplayan devasa büfenin, televizyon konması için boş bırakılmış dikdörtgen bölmesinde ikamet ediyordu. Yanında dizilmiş plaklar. Jean Michel Jarre'ın Oxygene isimli albümü (kapağı altıma işetecek korkunçlukta geliyordu), Santa Esmeralda'nın en az bir albümü (çünkü Another Cha Cha isimli şarkıları o dönemki komik sehpa etrafında koşmalı dansımın tek sebebiydi), Pink Floyd veyahut Jethro Tull veyahut sonraları dayımdan zilyon kere duyacağımız başka rock grupları plak olarak yanyana dururdu. Akşam güneşinin anane evi duvarlarındaki porselen bibloları kızıla boyadığı bu günlerde, müzik çalındığı zaman inanılmaz bir neşeyle kendimden geçerdim. İşte bu plaklar, devasa büfenin üstünde sonsuz yolculuğuna uğurlanmış siyah ve acaip havalı elektro gitarla beraber kafamdaki pek çok müzikal kodun oturmasında yardımcı olmuştur.
Sonraki senelerde açık petrol mavisi kasetleriyle MFÖ, Fikret Kızılok-Bülent Ortaçgil, ZekiMetin kabare kasetleri, Erkin Koray'ın kasetleri falan derken bir daha plak görmedim. Taa ki üniversite birinci sınıftaki doğumgünümde arkadaşım Hilal, yetmişlere duyduğum meraktan dolayı bana Bee Gees'in şimdi adını hatırlamadığım bir plağını hediye edene kadar. İkinci el bir plaktı, post-itle ve post-itsiz vaziyette bizzat kapağa tükenmez kalemle nasıl da yaşlandığım (19, for fuck's sake!) ve hep de böyle neşeli falan olmamın umulduğu, iyi dilekler şeklinde yazılmıştı.
Sonraki plakla karşılaşmam ise Tolga'nın evindedir. Arkadaşımın kuzeni sıfatıyla Tolga'yla tanışıp evine ilk gittiğimde, metalden, sanayi işi bile denebilecek bir raf setine yanyana dizdikleri gözlerimi döndürmüştü. Özlemini duyduğum, görmek istediğim ne varsa adeta bu adamın odasına doluşmuştu. James Brown plakları, Diana Ross, Stevie Wonder plakları, Michael Jackson veyahut Jackson 5 plakları (tam hatırlamıyorum), çerçevelenmiş de asılmış konser biletleri, illüstrasyonlar, Alain Delon'un eski bir polis, uslanmaz bir kaçak, vazgeçilmez bir aşığı oynadığı filmler, Roger Corman'ınkiler gibi eski korku filmleri, Futureworld misali eski bilimkurgu filmleri, Easy Rider misali kült filmler, Kubrick filmleri, Jean Paul Belmondo'nun pardesüsüyle karizma karizma oynadığı filmler, bağımlısı olunan, her biri kartpostal görselliğinde Hitchcock filmleri ve Al Pacino'nun sevişgeni veya mafyatörü oynadığı filmler... Kimbilir daha kaç bin tür film. Kendine kurduğu bir alternatif dünya. Biz de o dünyanın içinde, o bolluğun içinde sarhoş vaziyette birkaç metrekarelik bir lunaparkta yaşamaya başladık. Seneler içinde o odaya, hardal sarısı tasarım koltuklar alındı, klima takıldı, televizyonun altına şimdi IKEA'da moda diye plazma televizyonun bir parçasıymışcasına kapış kapış satılan setlerden marangoza yaptırılıp konuldu. Odayla birlikte biz de dönüştük, modifiye olduk. Ne biliyorsak oradan öğrendik, ne istiyorsak o odada gördük. O odada mitoz/mayoz bölündük, ruhen çoğaldık. Bir ara samimi şekilde hayatımızın sonuna kadar o odanın eve dönüştürülmüş versiyonunda mutluluktan, zevkten bayılmış halde yaşayacağımızı bile düşünmüştüm.
Neyse uzatmayalım yahu.
Bir gece, eve çok içkili vaziyette gelmiştik. Yaz gecesiydi. Beni salondaki uzun koltuğa yatırdılar. Kot pantolonumun, büstiyerimin üzerine bir gecelik giydirdiler. Hava bin derece. Koltuğun örtüsü kadife gibi, yakan bir kumaş. Uyuyakalmadan Part Time Lover diye tutturmalarımı, beni kaale alırmış gibi yapıp şarkıyı çaldıklarını, benim buzdolabından çıkmış soğuk biber dolmalarının önüne oturtulduğumu ve ayılmam için yemek yemeye teşvik edildiğimi hatırlarım. Yaramaz çocuk gibi defalarca sofraya oturtulduğum halde içeri kaçıp kaçıp baştan şarkıyı dinlemek için sabırsızlandığımı da. Bugün de, hangi gün de ne zaman o şarkıyı dinlesem/duysam, o pamuklu geceliğin içinde buharlaşırken bir yandan bitmeyen dans hevesim aklıma gelir.
Yaa, işte öyle.
2 yorum:
Keyif ve mutluluktan sivilcelendiğimiz bir dönemin en güzel insanı ,sanırım blogunu okuyanlara okulundan gec mezun olmanda buyuk payım oldugunu söylemeyi unuttun:)
Sıcak ve nemli bir Istanbul gecesinde Gloria Gaynor cd si ile ayrılık sonrası sana moral vermek icin yanında olusum geldi aklıma..
Geriye bakınca muzik her daim bizimle olmus...devam!
Evet yahu. 2001'de İtalya'nın beni 1-0 yendiği maçı diyorsun, di mi? Artık küme düştü o eleman. Eskişehirspor'da oynayan Sergen oldu ha.
Yorum Gönder