Şöyle bir şeye inanıyorum, bilimsel gerçeğe dayandığına dair makale okuduğumdan değil de, kendi kendime: İnsanın rüyasında gördüğü ev, bilinçaltında hala ait olduğu, üzerindeki etkisini atlatamadığı evdir. Ne zaman ki aklın, bilinçaltın ilerlemeye, zamanın geçtiğini kabul etmeye kalkar, o zaman rüyalarındaki ev değişir, biraz daha güncellenir.
Senelerce, rüyalarım hep anneannemin evinde geçti. Gökdelen Apartmanı 11 numarada yani. Açelya 44'ün fonu teşkil ettiği bir rüyayı belki toplasan bir elin parmağını geçmeyecek sayıda anca görmüşümdür. En huzursuz şekillerde o da. Demek 18-19 sene geçmiş olsa da benim içim aslında ısınmamış Açelya 44'e. Nedense gözümde hep bir uğrak yeridir, girilir, çıkılır, ama asla gerçek ev gibi hissettirmez. Belki içinde annemle iki arkadaş gibi yaşadığımızdan, bana bekar evini, yurt odasını filan hatırlatır. Gerçek ve eksiksiz bir aile birliğinin katılığı yoktur, kuralları esnektir, eğlencelidir. Belki sebep bu.
Sonra İsveç'e taşındım. Rüyalarım yine anneannemin evinde geçti. Yine panjuru kırık balkona çıktım, öğlen sıcağında kavrulmuş zeminine basınca ayak tabanlarım yandı bir anlık. Holdeki çizgili halısını takip ederek arka odaya yürüdüm. Oturma odasında bir tarafı hafifçe çökmüş, kumaşı buruşmuş koltuğa iliştim. Anneannemin yenileriyle değiştirmek istediği tül perdeler yine kabarıyordu evin içindeki hava akımdan. Salonun kapısı çarptı çarpacak gibi gıcırdıyordu. Pencereye burnumu dayayıp dışarıya, ağaç ve bina ormanına baktım. Mutfaktan gelen fokurdama, kaşıkla karıştırma, dolap açıp kapatma seslerini dinledim. Daha neler neler. Sonuç olarak, İsveç'teki evlerim (üç ev değiştirdim, malum), rüyama girme başarısını gösteremedi.
Son iki senedir Boston'dayız. Rüyalar yine Feneryolu'nda, anneannemin evinde geçiyor. Fakat özellikle şu son aylarda rüyaların merkezi evin salonu. Ve salon bomboş. Anneannemin ölümünü kabul etmeye başladığımı oradan anlıyorum. Salon boşaltılmış, hiç eşya, duvarda çerçeve yok. Veya bir-iki parça, kızlarından biri gelip alsın diye köşede duruyor. Bir dolap, bir şifonyer. Hüzünle o eşyaya yanaşıyorum. Üstünde unutulmuş fotoğraflarına bakıyorum. Kırık bir çerçevedeki vesikalığını elime alıyorum. Kimsenin bu fotoğrafı almaya tenezzül etmemesine, ondan geriye kalanları gerçek anlamıyla umursamamasına öfkeleniyorum. Derken hiç beklemediğim şekilde anneannem beliriyor soldan. Terliklerini sürükleye sürükleye, yorgun yürüyüşünü duymadığıma şaşıyorum. "Anneanne, anneannecim, sen ölmüştün ama" diyorum sadece rüyalara yakışacak o en saçma şekilde, vesikalığı ona gösteriyorum. Anneannem kolunu uzatıp sarılıyor, "Çok teşekkür ederim" diyor. Teşekkürü sanki onun kıymetini bildiğim içinmiş. Anneannem benim onu herkesten daha çok, herkesten daha başka sevdiğimi anlamış ve onun için teşekkür ediyormuş. Duygulanıp ağlamaya başlıyorum. Uyanıyorum.
Gündüzleri kendini perişan edecek kadar üzülmeye son veriyorsun da, rüyalar gece olunca bu görevi devralıyor herhalde.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
2 yorum:
Şaşkınlıkla okudum. Bu konuyu senle konuşmuş muyduk diye düşünüyorum.. 17 senedir İstanbul'a taşındığıma dair çok az şey gördüm.. Hala iş yerinden çıkıp memleketteki eve giderim rüyada. Bununla ilgili bir tez bile buldum "kalıcı bellekte mekansal öğeler".. Bir ara konuşalım (bu arada 1 aydır giremediğimden toplu okuyorum yazılarını, o yüzden gecikmiş bir yorum oldu bilesin)
Özgeciğim, ben buna cevap yazmıştım da, son günlerde Blogger'da veya benim blogda bir sorun mu var ne, görünmüyor.
Daha önce konuşmamıştık bu konuyu. Sadece Burak Bora lanetinin rüyalara sızmasıyla ilgili konuştuğumuzu hatırlıyorum. O tezi emailime gönderiver veya ben netten bulayım, demiş idim.
Yorum Gönder