Ergenken yaban bir kızdım. Aklı başında, çok okuyan, boş durunca canı sıkılan ve öğrenmeye iştahı hiç tükenmeyen her ergen kız gibi. Sanki damardan yeşil bir canavara dönüşmeni sağlayan bir tür zehir zerk ediyorlar, hormonlar ellerini, kollarını, beynini, zihnini ele geçiriyor ve daha on yıl öncesinde kaydıraktan kayarken eteğini iki yandan içe katlayıp "Ha-nıme-fen-di-kııız" diye kendi kendine şarkı söyleyen o uslu çocuğu brütal vokal yapıp, kapı çarpan bir yaratığa dönüştürüyor. Ben de dönüştüm. Annesi, anneannesiyle, iki teyzesi ve dayısı, aynı zamanda en yakın arkadaşları olan kuzenleri, geniş ailesiyle, sevgi içerisinde büyüyen bir çocuktum halbuki. Her şeyi güzel, çok güzel ve netlikle hatırlıyorum.
Sonra bir gün hazırlık sınıfındayken bizi öğle yemeklerinde üstünde 1'den 31'e sayılar yazan kartı ayın hangi günüyse onu işaretleyerek soktukları yemekhaneye çağırdılar. Bırak Boranatolyın Hayskul'dayken. Bizi, altıncı ve sanırım yedinci sınıfları. Sadece kızlar gelecek, dediler. Erkeklere minik pipişlerini kaşıyarak spekülasyon yapmak düştü. İtiş kakış ve ders kaynıyor diye yarı sevinçle ağır yemek buharı kokan yemekhaneye doluştuk. Şimdi tam detayını hatırlayamıyorum; her birimize birer paket Orkid ve bir de broşür mü bırakmışlardı, yoksa küçük bir broşür elden mi dağıtıldı? Sadece o broşür elimde eve geldiğim, yatağın üstüne yüzüstü uzanıp fotoğraflarına bakarak uzun uzun incelediğim aklımda. "Adet" diyor, "ruh hallerinde yarattığı değişim" diyor, otuziki diş gülümseyen kızlar fotoğraf altlarında "Başta çok zor, çok ağrılı ve acılıydı. Hep duygusaldım. Ağlayasım geliyordu" diyorlar. Annem adet olmak nasıl bir şey anlatmıştı, ama böyle ağlayacağımı, yastığıma sarılıp müthiş acılar çekeceğimi falan hiç bilmiyordum. Tabii çok şaşırdım. Zaten yeterince el-kol-bacak uzaması yaşıyorum, kemiklerim ince ince sızlıyor, boy atmışım, sınıfın uzun boylu kızlarından biri olmuşum (neyse ki sonradan bu durum diğerlerinin de boy atmasıyla düzelecek), bir de ağlamaya halim yok. O an işte, uysaldım. Birkaç ay sonra kış geldiğinde, içime tuhaf bir his çöktü bir gün. Tuvalete gittiğimde ilk kez regli olduğumu gördüm. Huysuz veya üzgün hissetmiyordum, sadece bebek yorganı büyüklüğündeki o eski pedleri bacaklarımın arasında tutmakta bir hayli zorlanmıştım.
Yani yabanlık regliyle başlamadı. Tam hatırlamadığım bir kendinden, vücudundan utanma evresi oluyor, belki o sırada.
Annem sportif aktivite olsun diye Fenerbahçe'nin voleybol kursuna yazdırmıştı beni (ama eminim ki aslında zaten gitmek istemiştim, belki anneme yalvarmıştım bile). Elli kadar kız, kış vakti, büyük bir spor salonunda ikili gruplara ayrılıyor. Herkesin elinde bir top, karşılıklı paslaşıyorlar, türlü hareketler yapıyorlar. İnanılmaz uyumsuz hissettim o an, daha kapıdan girdiğim gibi. Belki o kadar kızın aynı anda "Bu da nereden çıktı be?" bakışı beni utandırdı. Hayli büyükler vardı aralarında, adları her nedense hep Begüm, Buket, Demet, Selin falan olan kalın, kaslı bacaklı, iri yarı kızlar olur ya hani voleybol/basketbol takımlarında, aynen öyle tipler. Begümler, Demetlerle aynı soyunma odasında soyunup giyiniyoruz ve ben inanılmaz utanıyorum. Her işi biliyorlar gibi geliyor onlar, ben hiçbir işi bilmiyorum gibi. Onlar vücutlarını nasıl da alışkın kullanıyorlar, bakımını tereddütsüz bir serilikle yapıyorlar. Soyunup giyinirken ne kadar doğal hareketleri. Ben elimi nereye koyacağımı hiç bilmiyorum. Annem de, sağ olsun, duruma tuz biber olacak şekilde kurs çıkışlarıma gelip soyunma odasında kaloriferde ısıttığı ter bezlerini sırtıma sokuşturuyor. Sırtımda buruşuk duran bez kamburu zaten halihazırda hem duygusal, hem fiziksel şekilde buhar saçarken hepten beni bunaltıyor. Güzel sütyenleriyle Begümler kol altlarına deodorant sıkarken erkeklerden bahsediyorlar, ben, küçük Kuazimodo, hala elimden tutan annemle beraber soyunma odasından çıkıyorum. Belki orada başladı işte.
Eh, bir de kendine yabancılaşıyor insan. Yani aslında sadece başkalarına karşı bir yabancılaşma değil, kendine de. Sonra günlükler, defter tutmalar. Kendini kendine anlatmalar. İlk kez sana sunulan bir bilgiyi öğrenmiyor, kendi bilgini seçip kendin deneyimliyorsun ve elbette yalnız kalıyorsun.
Neyse, İpek Ongun'un gayriresmi bloguna dönüşmeden bur'lar, ilk sağdan ana caddeye çıkalım:
Hep böyle değildim, evet, ama bir gün artık yaban olduğumu fark ettim. Sadece arkadaşlarımla konuşmak, kitap okumak, sabaha kadar müzik dinlemek istiyordum. Onun dışında, bu yeni beni tanımayan, beni hala eskisi gibi sanan hiç kimseye katlanamıyordum. Eve gelen misafirler, bayram gezmeleri, mecburi sosyalleşmeler beni tanımak zorunda olduğum tek insandan, kendimden uzaklaştırıyordu ve bu durumu varlığımın akıbeti açısından inanılmaz tehlikeli buluyordum. Eğer nezaket uğruna bir başkası gibi davranmak zorunda kalırsam, ergenlikle beraber değişmiş DNA'm tekrar mutasyona uğrayacak ve bu sefer artık hiç bilmediğim bir insana dönüşeceğim, diye düşünüyordum. O yüzden insanlardan, küçük sohbetlerden, nezaket gereklerinden kaçıyordum. İçimde nereye akıtacağımı bilemediğim bir enerji seli zaten, çıldıracak gibi odanın içinde dört dönüyordum.
Üstüne bir de anne uyarısı konseptiyle tanışıyor insan. Suflör gibi alttan alta sürekli uyarı çakan, sinyal veren bir insan anne dediğin o dönem. Onu öyle yapma/Çantanı girişte yere atma/Ayakkabınla içeri girme/ Dolabını topla/Telefonu kapat/Yemekten önce gofret yeme/Külotlu çorabını tersten çıkarıp salonda bırakma/Islak havlunu koltuğun üstünde unutma/Saçlarını kurutmadan dışarı çıkma/Misafirlere hoşgeldiniz demeyecek misin/Misafirlere güle güle demeyecek misin/Saat geç oldu müziğin sesini kısmayacak mısın/Gitarını elinden bırakıp ders çalışmayacak mısın. Delirtici sıklıkta, herhangi konuda boyuna laf ediliyor. Bir kısmını duyuyorsun, bir süre sonra diğer kısmını duymuyorsun bile. Yalıtıyorsun duvarlarını. Böylece annemle arama dev gibi bir boşluk, yeni kimliğim girdi. Hem sonra sigara içmeye de başladım. Annemden gizli. Sigara içiyoruz, kuzenimle, arkadaşlarımla. Sigarayı çalışma masamın en üst çekmecesinin arkasındaki boşlukta saklıyorum. Kamyon şoförü gibi Camel içiyorum, neden bilmiyorum. Arkadaşım Camel içiyordu, ben de samimi bulmuşum o markayı herhalde, o iğrenç sigarayı içiyorum. Giderek evdeki hayatımdan uzaklaşıyorum kafamın içinde, kendimi inşa ediyorum, yeni yeni huylar türetiyorum, zevkim değişiyor, vesaire.
Bu böyle birkaç sene sürdü. Sonra lise biterken, belki her tür eşekliği, her tür asiliği yapıp katlayıp kenara koyduğum için, bana bir ağırlık çöktü. Bir sakinlik, artık kendimi yetişkin gibi hissettiğimden midir, hormonlarım düzene girdiğinden midir, olgunluk çöktü. Yanaklarımdaki son ergen kilolar o yaz aniden eriyiverdi, zayıflayıverdim, figürüm ortaya çıktı. Bir anda başka, daha kadınsı bir şeye dönüştüm. Zaten olgundum, kadınsılık da ağır ağır üstüme çökünce, belki telaşım kalmadı. Kim olduğumu biliyordum, daha daha kim olmak istediğimi de biliyordum. Yolu sadece yürümesi kalmıştı, sonunda nereye varacağım aşağı yukarı belliydi. Dolayısıyla, o yabanlık benden silindi gitti. Anne uyarısıyla değil, kendiliğinden. Kendimi bildiğim için dışa dönmeye başladım. Kendimi bir nebze çözdüğüm için, çevremdeki insanları merak etmeye, insanlarla konuşmaya, kendimden, fiziksel görüşünümden, entelektüel birikimimden emin oldukça başkalarıyla daha çok ilgilenmeye başladım. Hala eksik hisseden insanda öbür türlüsü oluyor herhalde, daha içine kapanıyor. Ben de bu sefer insanlığın tüm gereklerini eksiksiz yerine getirmeye başladım. Annemle kader ortaklığı sonra, o da başladı. (Marifet diye değil de, vaktiyle en büyük kavgalara sebep olan meselelerden sayıldığı için iki örnek vereyim burada: Uyumadan önce annemin odama gelip dediği "Yarın sabaha benim için bir sigara bırak, kahvaltıdan sonra içiyorum. Hepsini bitirme, olur mu?"ya karşılık "Olur anne". Saat sabah dörtte kapıyı açmamla uykusuzluktan hortlağa dönmüş annemi görüp üzülmem. "Niye beni bekledin bu saate kadar ay anne?""Yok, televizyon seyrediyordum zaten, içim geçmiş.") Hepsi, her taş yerine oturdu mu işte sana zamanla. Ben neyin agresyonunu yapayım şimdi? Fırsat vermediler, gerek kalmadı. Bu yüzden belki, blogumu okuyup da benimle tanışan kimseye bekledikleri kadar agresif, asık yüzlü gelmiyorum. Çünkü blogda sinirlendiğim, yazıya döktüğüm şeylerin ötesinde, gerçek hayatta daha kabulleniciyim. (Her şeyden önce yazarken başka yerimle düşünüyorum, yaşarken başka yerimle. Yaşarken sürekli kızamam, biraz da yaşamak için kendime boşluk bırakmam lazım. Halbuki yazarken kızdığım şeyleri tasvir etmeyi seviyorum, içimi serinletiyor.) Bu da karşılaştığım, tanıdığım yaban kızlara daha anaç davranmama sebep oluyor. Malûm, bu tangoda biri ayak hareketlerini yaban olmak üzerine seçmişse, diğerinin kanında hayli seyrelmiş yabanlığını sergilemesine hiç lüzum kalmıyor, öteki rolü kabulleniyor. Başkasının yabanlığına seyirci olmak düşüyor bana.
O zaman sahne diğer yabanların, buyrun dostlar. Üstünüzden su gibi akmışsa bile madem törpülememiş sizi zaman, tebrikler. Bu her şeyden önce sizin zaferinizdir. Tüm küskünlüklerinizi, vaktiyle yerine getirmekte sıkıntı çektiğiniz ve artık reddetmekten gurur duyduğunuz toplumsal/kültürel/insani gereklilikleri, anlam veremediklerinizi toplayın da, bir akşam bana yatıya gelin. Ben sizin kadar şanslı olamadım, o en ham halimde kalamadım. Bari biraz daha inceleyeyim şu işin A'sını B'sini.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
8 yorum:
"Eğer nezaket uğruna bir başkası gibi davranmak zorunda kalırsam, ergenlikle beraber değişmiş DNA'm tekrar mutasyona uğrayacak ve bu sefere artık hiç bilmediğim bir insana dönüşeceğim"
İşte bana olmuş olan budur. Kendim anlatmaya çalışsam, bu kadar iyi beceremezdim.
Yorum icin cok tesekkur ederim. Tanimadigim, ama halinden bir sekilde anladigim insanlarla blog sayesinde karsilasmaktan cok memnunum.
Tabii aynen kopyaladigin cumledeki typoyu derhal duzelteyim. "Sefere" degil, "sefer" olacakti.
Tekrar bekleriz!
Elmira
Şimdi kızımın ergenliğine bakınca kendi ergenliğim hiç de ergenlik değilmiş. Öyle sessiz sakin, kendi içinde yaşamıştım her şeyi.
Şimdi büyük bir meydan savaşı sürüyor kızımın cephesinde, ilk karşısına çıkan kişi olarak her daim benimle ve arada sırada diğer dünyalılarla. Geçecek diye bekliyorum, arada siperden başımı çıkarmaya çalışıyorum, ama zor!...
Simdi siz boyle deyince hemen kendi annemi dusundum. Bir de kizinizi. Sonra ikinizin yasina da esit uzaklikta oldugumu tahmin ettim, o yuzden bir bakima tarafsiz bolgeyim. :)
Benzer bir şekilde Vatan Anatolyın Hayskul'da Orkid'le tanışıp birkaç ay sonrasında ilk kez regl olmuştum. Broşürleri jinx edip dağıttılar herhalde...
Mecburi sosyalleşmeler ve misafirliği de halen sevmem. Yıllar içimdeki çocuğu öldürdü ama yabana bir şeycikler olmadı. :)
Öyle durumlar tuhaf kişilikleri gözlemlemek için insana inanılmaz fırsatlar veriyor veriyor, hem de kendi rızamla içinde bulunduğum ortamlardakinden çok daha fazlasını, inanır mısın? (Ör: Refika Dinçoğlu vak'ası)(Züğürt tesellisi değil, vallahi:))
Sinema eğitimi aldığım uzuuun yıllar boyunca zorunlu bulunduğum ortamları gözlem fırsatı olarak ele aldım ama o alanda çalışmadığımdan artık "eeeh bununla mı uğraşıcam" yaklaşımını benimsiyorum, tavsiye ederim. Ama Refika Dinçoğlu ilk yerli kadın hoarderlarımızdan olması vesilesiyle beni benden aldı. İlk dünya güzeli Türk kızı, ilk kadın tayyare pilotu gibi Batılılaşma yolunda atılmış büyük bir adım :)
Hahaha, evet, ne guzel dedin! Evropali oldugumuzun en guzel kanitlarindan. Batinin turlu ruh hastaliklari/duygusal zaafiyetleri bizde de var vatandas! Geri kalmis degiliz!
Yorum Gönder