Dişçi çıkışı Kızıltoprak'ta yürüyorum. İstasyonun orada, "Briç kulübünü geçtikten sonraki alt geçitten gideyim, oradan Kuyubaşı'na doğru dümdüz yürürüm" dedim. Geçitten çıkar çıkmaz, ayağım alışkanlıktan sağa doğru ilerlemeye başladı. Kulağımdaki müzik öyle çok da hüzünlü değildi, atlatırım diye düşündüm. Apartmanın önüne kadar gideyim, şöyle bir bakarım, geçerim. Yaklaştıkça güneş gözlüklerimin arkasından, usul usul ağlamaya başlamışım. Dışarıya doğru bir ağlıyorsam, içe doğru beş ağlıyorum. Gözümden çifter çifter yaşlar yuvarlanıyor, hıçkırıklarımı duyan saatlerdir nefessiz ağlamışım sanacak. Apartman bahçesine açılan kapının önüne geldim. Kapı, hala apartman bahçesine açılıyor da, artık başka bir apartmanın bahçesine açılıyor sanki. İçeri girip yürümeye başladım. Ayağımın altındaki taşlarda vaktiyle ilk adımlarımı attım, üç tekerlekli bisiklete bindim, ip atladım, paten de kaydım. Sanki hayatım film şeridi gibi ayağımın altından geçiyor. Kafamı kaldırdım, beşinci kata baktım. Saksıdaki çiçeklerin balkon demirlerinden taşan kısmı aynı. Sanki hiçbir şey değişmemiş. Halbuki merdivenlerden çıktım, ziline bir baktım ki, zilde yazan isim değişmiş. Sanki anneannem hiç o evde hiç yaşamamış, hiç ölmemiş.Hikaye burada bitse, "Yine Elmoş'un anneanne hasreti tutmuş, bize dert yanıyor" deyip geçeceksiniz. Maalesef bu öykü öyle romantika, tüller ve güller eşliğinde bitmedi. Ya da, sadece anneannemle ilgili bir anı olarak kalmadı diyeyim.
Önce arkaplan oluşturması açısından biraz bilgi verelim:
Anneannemin dedem ve çocuklarından şehir dışında üniversite okumayacak kadar küçük olanlarıyla beraber Gökdelen Apartmanı'na taşındığı 70'lerin başında tanış olduğu üst komşu Refika, taşralı halleri yüzünden geniş ve köklü ailemizin zararsız, sevilen bir üyesi ile türlü huyları yüzünden bir türlü tam olarak sevilmeyen uzak akrabası olmak arasında senelerce gidip geldi. Eve ensede sımsıkı topuz yapılmış sarı saçları, her parmağında ayrı renkte koca taşlı yüzükleriyle paşa karıları, üstlerinde ipekli gömlekleri, şık makyajları ve ağır parfümleriyle bu 12 katlı apartmanın en üst katında oturan komşular konken oynamaya veya çay içmeye geldiğinde ya bir köşede oturur ve sessizce konuşulanları dinler, ya da kılıksızlığı yüzünden davete hiç icabet etmezdi. Zaten ağzı laf da yapmıyor, yaptığında da üstünü örtmeye çalıştığı şivesi aradan kaçıveriyordu. Kaçmasın diye özenmekle de iş bitmiyordu sonra; bu kez kendi kendine uydurduğu sözde şehirli kibarlıklarla çevresindekilerin dikkatini hepten üstüne çekiyordu.
Fakirlik içinde büyürken ve hayli gençken varlıklı bir tüccarla evlenip Adana'dan İstanbul'a gelmişti. Evliliği boyunca bir türlü çocukları olmamış, kocası erkenden hastalık sonucu vefat edince koskoca evin içinde yapayalnız kalmıştı. Nedense memleketine dönmeyi hiç düşünmüyor, anneannemin varlığı haricinde sosyalleşmek istediğinde uzak mı uzak akrabalarıyla Fenerbahçe Orduevi'ne çay içmeye gidiyordu. Belki Feneryolu'nda deniz gören bir apartman dairesinin simgelediği zenginlik hoşuna gidiyor, gururunu okşuyordu, ondan gurbette olmayı önemsemiyordu. Hem sonra evin salonunda asılı fotoğraftan biliyorum; kimsecikler o derece modern değilken harada kömür karası bir atın başını sevebildiği, kocasıyla beraber pantolon ve kovboy şapkası giydiği bir hayat yaşıyordu buralarda bir zamanlar.
Gelgelelim, eşi Önder Bey'in ölümünün ardından hayatının anlamını yitirmişti bu kadın. Alt komşusu anneannem de taşındıktan birkaç yıl sonra tıpkı kendisi gibi kocasını erken yaşta kaybetmişti, ama evinin her odasında değil mi ki birileri uyuyordu, en azından yalnız değildi. Evlatları, abileri, kardeşleri, yengeleri, görümceleri vardı. İlerleyen yıllarda gelinleri, damatları, torunları, yeğenleri olacaktı. Bayramlarda kazanlar dolusu yemek servis edilecek misafirler ve çocukları neşe içerisinde evin altını üstüne getirirken, Refika odalarını Alamancı kız kardeşinin yolladığı naylon çorap, elektrikli mikser, çeşitli ebatlarda kutu kutu çikolatalar, dikiş dergileri ve patronları, kumaşlar, paketinde nevresim takımları, geç kalmış, çok geç kalmış oyuncak bebekler, renkli şişelerin içinde kolonyalar, mendil ve peçete setleri, çantalar, şemsiyeler, rulo halinde duvara yaslanmış halılar, tabaklar ve bardaklar, bir dev buzdolabı, son model televizyon ile doldurmaya başlamıştı. Genellikle Refika ona misafir geldiğinden anneannem bile uzun süre durumun farkına varmadı; sürekli kapalı duran bu kapıların ve halısız, yürürken tozu havalanan parkelerin ne anlama geldiğini sormayı düşünmedi bile. Yanlışlıkla açık bırakılmış bir kapının yanından geçip gerçeği keşfettiği zamanı takip eden bir misafirliğe gidişimizde Refika'yı ilerleyen senelerde sürekli hale gelecek şekilde dostça azarlayıp beni de durumun vehametine tanık koşmuştu. O ana dek tavana kadar düzensizce eşya dolu bir oda görmemiştim. Evimizde annem ve evinde anneannem her gün her şeyi silip süpürecek kadar titizdiler. Çok küçükken bile üstümdekini çıkarınca katlamayı, yere düşen ekmek kırıntılarını toplamayı, yatağın örtüsünün düzeltilmesi gerektiğini, kayan halıların duvarla düzgün bir paralel oluşturulana dek ayakla itilerek düzeltilmesi gerektiğini hep biliyordum. Dolayısıyla, gördüğüm manzara bana göre bile yetişkin dünyasına yakışmıyor ve öğrendiğim her şeyle çelişiyorsa da, tuhaf bir inadı yansıttığından bir yandan inanılmaz ilginç geliyordu. Tüm odalarını benzer yığıntılarla dekore etmiş Refika, ambalajında duran türlü ihtiyaçlarına kesinlikle el sürmüyor, hışırdayan paketleri uzun sazlıklarla dolu sığ bir gölde yürüyerek ilerleyen botanikçi gibi özenle itiştirerek odanın bir köşesinde hapis kalmış divana kıvrılıp uyuyordu. Biraz boy attığımız ve aklımızın erdiği yıllara geldiğimizde Adana'dan gelmiş yeğenleri ile oyun oynarken tozdan kararmış duvarlarına kara tahta gibi yazı yazdığımızı görüp bizi azarladığını hatırlarım, ve o yeğenlere İstanbul'daki bu lüks eve geldikleri gün evin alafranga tuvaletini yasaklandığını da (evde bir alafranga, bir de alaturka tuvalet bulunuyordu ve anneannem kendi evindeki alaturka tuvaleti kapattırarak erzak ambarına çevirmişti).
Derken seneler sonra anneannemin çıkışlarına dayanamayıp son kullanma tarihi geçmemiş birkaç şeyi kullanmaya başladı Refika. Örneğin dev televizyon sonunda oturma odasına kurulmuştu. Fakat kumandanın üstündeki naylonu geçtim, televizyonun üstündeki naylon izlenirken bile çıkartılmıyordu, bir saatten uzun açık kalınca eskiyeceği için televizyonun saat başı kapatılması gerekiyordu falan filan. Son bıraktığımda, evindeki sebze meyveyi yemeyen, üstelik çürüyünce de çöpe atmayan Refika'ya anneannem pişirdiği yemeklerden çıkarıp zorla yedirmeye başlamıştı. Yine dolabın arkalarına atıp saklamasın diye bir de başında durup Refika'nın yemesini bekliyordu. Şimdi düşününce ne komik geliyor; birdenbire onlarca kilo verip hasta düşen kadına çok yakında ölecek gözüyle bakıyorduk. Kader, asıl anneannemin içini kurt gibi kemiren bir hastalık varmış da, önce o ölecekmiş meğer. Gökdelen Apartmanı'na taşındığını balkondan gördüğü anneannemin evinden nerede/kim olduğunu hatırlamaz bir vaziyette, hastaneye gitmek üzere son kez sedyelerle çıkartılacağını ve evin kısa sürede elden çıkartılacağını da görecekmiş Refika meğer.
Şimdi, bu kadar bilginin ardından, ana konuya dönelim.
Yukarıda yuva yapmış paragrafta bahsettiğim gün anneannemin zilini çalamadım belki, ama Refika'nın ziline bastım. O sırada aklımdan çok acayip düşünceler, içimden çok farklı hisler geçiyordu. Teselli arıyordum. Anneannemden bir parça, eski günlerden yakalayabileceğim bir ayrıntı arıyordum. Tüm bunları Hollywood film klişesi "Yahudi büyükannesinin toplama kampındaki ölümünden önce yaşadıklarının peşine düşen yaman ve semirgen Amerikan torun"a dönüşmeden yapmak istiyordum mümkünse. Tek istediğim Refika'nın balkon taşlarını seyretmekti. Ya da önünde en son anneannemle beraber durduğum turuncu mutfak karolarına bakmak istiyordum. Anneannemi bulmak, henüz ölmemiş olduğu bir detayda yakalamak istiyordum. Bu plana göre Refika, hayatımızın çoğu karesinde olduğu gibi figüranı oynayacaktı, veya kim bilir, beni kucaklayışındaki sıcaklığa göre belki anneannemin kendisine dönüşecekti.
Beşinci katı, anneannemin katını geçtim, altıya vardım. Kapıyı çaldım. 13 numara. Hiçbir zaman kimseyi beklemeyen Refika'nın tedirgin sesi içeriden geldi:: "Kim ooo?" "Benim Refika teyze" dedim. Kendimi tanıttım. Kapı açıldı. Ben de o sırada çözülmüşüm. Artık basbaya ağlıyorum. Ayıp olmayacağını biliyorum. Karşımdaki kadının senelerce başıma kakar gibi, sonradan öğrenmeye çalıştığı bir şefkat tonuna bürünerek söylediği gibi, doğumumu bildiğini, anneannesinin hastanede "Ölür bu, boşuna eve götürmeyin" denilen ve sürekli üşüdüğü için ağlayan prematüre bebek Elmoş'u ısınsın diye evin mutfağında ekmek kızartma makinasının önünde pamuğa sararak piliç gibi çevirdiğine Refika'nın tanık olduğunu hep biliyorum. Yıllar öncesinde mutfak masasında üçümüz oturmuş, bu iki yaşlı kadın ben bir şeyler atıştırayım diye bana eşlik ederken bir yandan bunları bir milyonuncu kere anlattıklarında tüm ergenliğimle gözlerimi devirdiğimi de biliyorum. Gözlerimi devirmeyeceğim şekilde o zamana geri dönmek, yine bıçkın ergen olmak ve yine anneanneme kavuşmak istiyorum. Ve bunları Refika'nın anlayacağını umuyorum o an.
Beni içeriye buyur etti. Ağlamama hiçbir tepki vermedi. Sevindim. Mühim bir misafir gibi beni baş köşeye oturttu. Otururken buyur edilmediğim bir başka üçlü koltuğun üstünde kapıyı çaldığım sırada elinden bıraktığı belli olan siyah beyaz bir fotoğraf yığını gördüm, içim cız etti. Herkes geçmişini arıyor, kimse bugünden mutlu değil ve bu gerçek tasdiklendi gibi oldu o an. Daha da hüzünlendim. Eski moda, baloncuk kabartmalı su bardaklarında sakinleşmem için bir bardak su getirdi. Mutfakta burnumu silmem için bir türlü temiz kağıt peçete bulamamıştı, dağınıklığı için özür diledi. Sakinleştim biraz. Anneannemin evine yeni taşınanlardan bahsetti, onlardan hiç haz etmediğinden. Aniden hızla dedikodu yapmaya girişti, halbuki hiç hazır değildim. Henüz yüzüne bile doğru düzgün bakmamış, halini süzmemiştim. O laf üstüne laf anlatadursun, karşımdaki kadının gerçekten kim olduğunu canıgönülden anlamak isteğiyle dolup Refika'ya uzun uzun bakmaya başladım. Haziran ayında ayağında kalın yün çoraplar, dikişleri sökülmeye başlamış deri bir erkek terliği. Üstünde hayli bol, boğazlı bir erkek kazağı. Uzun etekliğinin içinde yün tayt. Derken ne olduğunu anlamadan eli yün çorabına gitti düşüncelerimle meşgulken ben. Sanırım her zamanki gibi hastalıklarından, ilgisizlikten yakınıyordu ve durumunun vehametine dair kanıtlar sunmak istiyordu. Çorabın çıkmasıyla beraber yerdeki tozların yanına konacak deri parçacıkları havada uçuştu. Şimdi de deri hastalıkları onu rahat bırakmıyordu.
Ne umduğumu, ne bulduğumu düşündüm kısacık bir süre. Kadıncağıza acıdım, ama içimden bir kahkaha atmak da geliyordu. Dökülen topuk derileri ve yeni komşu dedikodularıymış demek payıma düşen, dedim. Hakkım buydu. Hayatının onlarca senesini yakın akrabalarının hiçbirini birkaç haftadan uzun süre görmeden geçirmiş, çocuğu olmadığından bir gıdım anaçlık içinde yeşermemiş, kimseden şefkat görmemiş ve kimseye gösterememiş bir kadından sen ne hadle, ne bekliyorsun? Kimi, nerede arıyorsun? Kısacık bir süre daha oturdum. Refika anneannemin miras meseleleriyle ilgili keman taksime girince hepten rahatsız oldum. Ve olan bitenin saçmalığına yakışır bir uygunsuzlukla teşekkür edip apar topar Gökdelen Apartmanı'ndan son kez ayrıldım.
* Yazıda geçen tüm isimler (Gökdelen Apartmanı ve muhit adları hariç), elbette değişirilmiştir.
5 yorum:
En son cümleyi okuyunca sanki yazı boyunca Refika ismi hep gözümü tırmalamışmış gibi geldi. Sanki anlattığın biyografiye sahip birinin adına hiç uymadığını düşünmüşüm gibi. Tabii Adana'yı filan da değiştirmediysen. Umduğun kişinin adı Refika olabilirdi ama bak.
Yer isimlerini oldugu gibi biraktim.
Dogru, Refika daha sefkatli bir isim sahiden.
Ben bu durumu bırak böyle filmsi gibi tarif etmeyi anlatamam bile, unutmak isterim. Bravo Elmoş, yine mendillerimizle ayaktayız yani.
Başlık harika :)
:) Söyleyene değil, söyletene bakın kızlar!
Yorum Gönder