İsveç'teki evde "şark köşesi" adını verdiğim, oturma odamızın uzak köşesinde, üstüne oturunca tüm odayı kuş bakışı gördüğümü hayal ettiğim bir koltuğum vardı. Gece Serhan uyuduktan sonra yataktan sessizce kalkar, parmak uçlarıma basarak oturma odasına gelir, kucağıma laptopı alır, şark köşesinin başucundaki abajuru yakıp sabaha kadar bir şeyler yazardım. Bu evde, belki psikolojik olarak henüz kendimi buralara ait hissetmediğim için, öyle bir köşem yok. Yazmak istediğimde oturduğum en rahat koltuk maalesef odayı ikiye kesen bir açıyla karşı duvara bakıyor, ayağımı bir sandalye çekip uzatmak istesem televizyon seyreden Serhan'ın önünü kapamış oluyorum. Halbuki İsveç'te aynı odanın içinde iki kısım varmış gibi, o kendi işini yaparken ben hiç ortalığı karıştırmadan köşeme çekilebiliyordum. Şimdiki evimizde genellikle yatak odasına geçiyorum ve pozisyonumdan pek memnun olmadan iki büklüm veya yatarak yazıyorum. Bu gece ilk kez tıpkı İsveç'teki gibi kalkıp yataktan salona geldim. İki ayrı abajuru yakarak koltuğa oturdum. Oturmadan evvel koltuğun önüne çektiğim sandalyenin üstüne bacaklarımı uzattım. Bakalım burada şark köşesi formülü tutacak mı? Bakalım kendimi yeterince deşarj edebilecek miyim? Neden, çünkü az önce, farkında olmadan sürekli iş hakkında düşündüğümü fark etmemi takiben ufak bir hesap yaptım: 35 saatlik (artı haftada 5 saat öğle yemeği molasını da eklersek 40, yolda geçen saatlerimi de katarsak 50) haftaiçi koşturmacası ve iş stresini haftanın bana kalması gereken saatlerine de yaymış durumdayım. Hatta öyle bir şey ki, haftaya gideceğimiz denizli-güneşli enfes tatilde bile içten içe iş stresi yapacağımı şimdiden görebiliyorum ve bunu durdurmam gerektiğini biliyorum. İncecik bir kağıdın üstüne mürekkep damlattıktan sonra o küçük noktanın giderek genişleyip beyaza tecavüzünü izlemek gibi, sonu yok bu yayılmanın. Kağıt ne kadar müsaade ederse, mürekkep o son beyaz noktaya kadar gidecek ve hatta bir yerden sonra beyazlığı absürd kılacak. Stres de aynı şekilde beni tüketip, varoluş sebebimi anlamsız kılana dek beni köşeye sıkıştıracak. Aynen öyle yapacak. Zaten dünyanın derdi ve günlük dertler insanı çok yoruyor, bir de elle tutulan, gözle görülen ve cep dolduran bir iş yapınca, onun stresi bunların duygusallığının ötesinde bir aciliyetle can sıkıyor. Stresle baş edebilmek için haftada beş gün spor salonuna sığınmaya başladım, ama bu sefer yazma faaliyetim ve diğer faaliyetlerim sekteye uğruyor. Günlerim stresin kaynağı olan işe gitmek ve o kaynağı kurutmak için yaptığım türlü sporların ardından çöken fiziksel rahatlama ve yorgunlukla alelacele banyo yapıp kurumamış saçlarımı atkuyruğuna toplayarak bir an önce sıkıntılı bir uykuya yatmakla geçiyor. Pazartesi günü Salı'yı, Salı günü Perşembe'yi bekliyor, Perşembe ne olur Cuma'nın gelmemesini ve böylece haftasonunun lütfen hiç bitmemesini istiyorum. Haftasonu gelince de Cumartesi sabahından bir hüzün çöküyor bana; Pazartesi yapılacak işlerin stresinin yanık kokusu daha Cumartesi'nin tertemiz, el değmemiş, güpgüneşli gününde burnuma geliyor. Hemen yakın arkadaşlarımdan biri olan Tolga'nın bundan on sene önceki sıkıntılarını hatırlıyorum: Cumartesi akşamüstüsü sabırsızlıkla eğlenmeyi bekleyen neşeli adam, gece sabaha bağlanır ve biz Bambi'de döner yerken bir anda korkunç mutsuz, sevimsiz bir insana dönüşür, sarhoş kafayla sığındığımız evinden Pazar sabahı bizi bir an önce postalayıp panjurları kapatarak hüzne gömülürdü. Gördüğüm en dramatik Pazartesi sendromuydu bu, kesinlikle anlam veremiyordum. Çünkü haftanın her günü aynı güzel şeyleri yapan bir üniversite öğrencisiydim. Haliyle Tolga'nın şu tepkisi, ertesi gün gidileceği için ölümüne streslenilen bir ofis, konsept olarak, benim aklıma yatmıyordu. Halbuki şimdi hakikaten bazen Pazar günleri panjurları, jaluziyi sıkı sıkı kapatıp yatağın üstüne yüzüstü uzanıp uzun uzun iç çekerek üzülmek geliyor. Yani hafta benim için Pazar gününden başlamış sayılıyor ve Pazar günkü mesaim için para bile almıyorum.
İşte bu yüzden birkaç hafta önce otobüs ofis binasının önüne gelmeden hemen önce bu yılların benim için şu otobüse binip adeta raylı bir hat üzerinde gidip gelmekten ibaret olmaması için daha da çaba göstermem gerektiğine kesin karar verdim. İşi bırakamayacağıma göre (elbette), işi madem özel hayatıma taşıyorum, o halde özel hayatımı da işe taşımam lazım ki bu dengelensin, dedim. Böylece sabahları işe gelene kadar iş haricinde her şeyi düşünüp, işe geldikten sonra da her fırsatta bu düşüncelere aklımda geniş geniş yer veriyorum. Elimi korkak alıştırmayayım diye arada Google Documents açıp not da alıyorum. O mürekkep lekesini kağıttan mümkün derecede temizlemek ümidiyle.
Bu yazı da aynı ümide hizmet etmesi için, kendime sözümü belgelemek için yazıldı.
Şimdi uyuyayım da, yarın Pazar enseme yapışmadan onu mat edeyim.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder