Fazıl Say'dan hazetmiyorum. Evlerden uzak, tuhaf bir tipi var diye mi, emin değilim. Sonra konser esnasında cep telefonu çaldı diye dinleyici azarlamıştı bir zamanlar, ondan mı, bilmiyorum (ki çoğusu bu yaptığından "bravo vallahi, görgüsüzlere ağzının payını verdi doğrusu!" diye pek etkilenmişti. Hangi sessizlikten sonra alkışlayacağına, yanındakini süzerek karar veren dinleyiciler bunlar). Onu ne zaman ekranda histerik şekilde piyanosunu çalarken görsem, lüzumsuzca ifade, el-kol, duruş, eda kasan Türk sanat müziği solistleri aklıma geliyor. Bir antipati dalgası köpürüyor, içten içe bir şeye kızdığımı biliyorum ama, ne olduğunu çıkaramıyorum. Öncelikle klasik müzik despotluğu, sonra "bana para harcamıyordu" diyerek onu çarşaf çarşaf haftasonu eklerinde rezil eden ayrıldığı karısı, "mokaçino içmeyi, hayatın tadını çıkarmayı ondan öğrendim" diye sevgisini tarif ettiği Hande Ataizi'yle ilişkisi aklıma geliyor.
Sonra bugün Twitter'da gördüm, "hah, tamam ya" dedim, Yıldırım Türker'in gömmüşlüğü vardı bu adama. (Yıldırım Türker'in asıl bir Dr. Oz (Mehmet Öz) gömüşü vardı ki, ouuuv. Çok yamandı. Okuduğum günden sonra ne zaman aklıma gelse nette arattım; davalık olmuşlar da kaldırılmış galiba, bulamadım.) Şans bu ya, geçende Enis Batur'un "Gövdem" kitabında da mevzusu geçiyordu. Fazıl Say'ın kendini dağıtasıya piyano çalışlarını Batur basbaya savunuyordu. Özetle, performans dediğinin müzisyen için kısıtlanmaz bir hareket serbestisi getirdiğinden, ünlü piyanistlerin (Mozartların FELAN) çalarken kendinden geçtiğinden, haliyle Say'ın da en acayip triplerinin aslında nasıl da haklı olduğundan bahsediyordu. Enis Batur'u o an hiç sevmedim. (Merhaba, 6 yaşındayım, insanlarla sadece sevmek/nefret etmek üzerine kurulu ilişkiler kurabiliyorum.) Enis Batur da Fazıl Say'ı benim kadar sevmesin istedim. "Fazıl Say da nebçim. Oturuyorsun milyarlık piyanonun başına, insan gibi çalsana" deseydi keşke. Ama o zaman da Enis Batur Enis Batur olmaz, en iyi ihtimalle magazin gazetecisi Ali Eyüboğlu olurdu. O zaman böyle derinlikli kitaplar da yazamazdı. Ya da Yüksel Aytuğ. Yükel Aytuğ'un da köşesi giderek genleşiyor zaten. Kuaförde yazdığı eke mi, gazeteye mi ne zaman denk gelsem yarım sayfayı bulmuş oluyor. "Herkes anlasın" kaygılı Levent Kırca espirileri, işi sadece televizyon kumandası elinde kola içmekken gidip gündem yorumlayışları, oof çok fena. Mesut Yar gibi şopar bir oğlan yapsın da, arada sayfayı paylaşsın onla. "Babam dedie kie" diye söze başlasın onun şoparı da. Uzun saçlı yazar olmaz olsun, olursa sadece Kanat Atkaya. O da kanaatten. Yakışıklı ve kültürlü ve alter diye.
Neyse aman. Şurada iki lafı bir araya getirip Enis Batur gibi sizlerle yazma serüvenimi bile paylaşamıyorum. Çünkü Enis Batur'un dediği gibi her gün yazma egzersizi yapamıyorum. Enis Batur masada, hıtı hıtı yazıyor. Ben hep bilgişayarda çıkı çıkı.
Dur bak, eşek kafamın pili bitmeden yazayım şunu.
Geçen haftanın sonu gibi Sacitabi'de okudum; Fazıl Say, tüm gestapoluğuyla anti-arabesk söylemlerde bulunmuş. Ama komik kısmı o değil. Komik kısmı "Sağır olduğum gün ben de arabesk müzik dinlemenin keyfini doya doya çıkaracağım" demesi. Elimi vicdanıma koyup, itiraf etmezsem olmaz; hakikaten güldüm şu söze. Popçuların camlardan sarkan mahalle karıları gibi birbirine laf soktuğu, hem de hiç yaratıcı olmayan "O bakkal müziği yapıyor! Bakkal senin anandır! Anam bakkal olsa utanmam söylerim, ne var. Anası bakkal olsa iyi.. Ağzımı açsam fena olacak. Açsın bakalım, içine sinek dolacak." misali, eski Türk filmi espirilerinin su gibi aktığı bu şelale-ülkede, adam özellikle "doya doya" ikilemesini kullanarak (ironironi), tersten görerek falan yine Cumhuriyet çocuğu olmanın bambaşkalığını göstermiş. Ama arabeske yavşak demesi biraz ölçüsüz kaçmış, BBG deyişiyle "talihsiz bir açıklama". Çünkü böyle diyerek sadece arabeski değil; dinleyeni, kendini arabeskle ifade edeni, arabesk denen müziği oluşturan şartları da küçümsüyor. Gözünü, pasaport ülkesinin gerçeklerine kapıyor. Sanki bir gün sınırlardan aniden Arap mülteciler ve bavul dolusu Mezdeke kasetleri giriverdi, yasadışı çoğalarak kına gecesi kasetçalarlarına monte edildi. Sanki bir gün Unkapanı'da karakaşkaragöz yaratıklar yaklaştı ve aynı gün içinde ışın silahı zoruyla binlerce türkü kaseti doldurup, muhafazakar aşıklara ilham veren köşe kapmacalı, bakışmalı onlarca klipler çektiler. Arabesk biraz da easy target tabii, hele nota bilene. İbo'ya en ufak sempati duymam ama böyle armutlara tüm hanzoşluğuyla güzel cevap veriyordu. Gerçi son yıllarda o da duruşunu kaybedip "Fazıl kardeşimin fihrine saygı duyüyörum" seviyesine gelmişti. Yıllar onu bile yordu be, saçına ak düşmeden hem de (Schwarzkopf'uz ezelden).
Aslında Fazıl Say'ın alttan alta restini çektiği şey, o da, Tan Sağtürk de gerekli şartları oluşturmak için doğuya gidip, hayrına konser/bale gösterileri veriyorlar, değil mi ya? Bunca çabaya rağmen HALA MI ARABESK? "Yahu, bu adamlar nerede yaşıyorlar" diyesim geliyor, ama nasıl kızayım. Yurtdışında ayağı taşa değmeden yaşayıp ahkam kesenin hali bambaşka. Hemen şipşak çözümlerle Nebraska'yı kalkındıracak, Mizuri'yi kültür başkenti yapacak. Amca oğlu tecavüz etti diye kızı öldürüyorlar da, erkekli kızlı 10 kişilik sınıfta "Urfa'da fındıkkıran! Müjde, oraya (elektriği değil ama) baleyi götürdük!"/"Erzurum'da Yücedağ eteklerinde Fazıl Say ziyareti ve klasik müzik ziyafeti!". Herkes muassır medeniyetler seviyesine, MARŞ MARŞ! Eziyet mi ediyor, iyilik mi yapıyor, o insanlar klasik müziği neden sevecek, bir kere duysalar yetecek mi, bunu düşünmüyor. Sanki her üniversite okuyan klasik müzik aşığı oluyor da, her eğitilmemişe fırsat verilse ah nasıl da klasik müzikçi olacak. 1-2-3-4-5. sınıflar tek bir derslikte oturup kanon halinde ders görüyor ama, bak baleyle ufukları nasıl da şey yapacak.
Boktan denizyıldızı hikayesi esin kaynağıdır böylesine, "en azından bunun için farketti" diyebilmek. "Hem de ben farkettirdim, yaa" diye zevklere gelmek. Saçı uzun üniversiteli delikanlılara bile "top musun euyheabreh" çekilen muhitlerde, tayt giydirip "erkeklere bile bale oynatacağız" inadı. Böylesinin klişesi: Why diye sormuyormuş, why not'mış mottosu. Mottosu bir-iki kelime olandan hayır gelmez (carpe diem yavşaklığı dahil). Minibüse binmeyenden korkmalı, Fazıl Say minibüse binmez. Minibüse bile binemeyip yürüyeni, tramvaya asılanı var, Fazıl onları görmez. Konsoloslukta elitcan 29 Ekim kutlamaya gider, gözünde nefret topu "bunlear var yea bunlear zehirledi toplumu" diye tıslar. Sonra karısından bir kağıt bardak dolusu mokaçinoyu esirger. Sen de az değilsin Fazıl! Otur, sıfır!
"Burçlara ders çalışmaya gidiyorduk, önce bir dershaneye uğradık Sermin'i aldık."
Dahi anlamına gelen Fazıl, herkesten ayrı KASILIR.
9 yorum:
Fazıl'a bugün Üstün Hizmet Nişanı verilse, ille de halkım der. Çok yüksekleri hedeflemiş, hedefine kilitlenmiş bir insan. Halkın kendisi bile engel olamıyor ona.
Ele verir halkını, kendi yutar salkımı.
Bana da Üstün Nişan Hizmeti verilecek bu gidişle. (Ama bu komikti, itiraf et dostum.)(Bu kadar inside-joke olmaz olsun)
:) bence fazıl say, Dikkat Şahan Çıkabilir isimli programdaki 8 yaşındaki küçük oskarın birebir aynısı :) bu kadar aynısı olamaz.
Küçük Oskar'ı bilemedim de, BANENE BANENE diye ayağını yere vuran 5-10 yaş arası şımarık erkek çocuğu, evet.
Sende iş var. Bence bu kadar zaman ayırmaya eleştirmek için değen bir tip. Türkiyenin yetiştiremediği nadir insanlardan.
Fazıl sayın söylediklerini ve sonrasındaki olayları çok takip etmedim ama ben bu olayı sadece düşünce özgürlüğü açısından değerlendiriyorum.(yaptığı değerlendirmeye doğru-yanlış, haklı-haksız demiyorum. Müzik türlerinden sosyolojik çıkarımlar yapabilecek ve buna inanabilecek yetiye sahip değilim.)Herkes gibi istediğini düşünme özgürlüğüne sahip olan fazılın, düşündüklerini ifade ederken biraz daha hassasiyet gösterip bunu saygılı bir biçimde yapması gerektiğine inanıyorum. Sanırım tüm bu kopan fırtına da; yaptığı değerlendirmede geçen "Yavşak" kelimesinden ve bu kelimenin çağrışımlarından kaynaklanıyor. Eğerki değerlendirmesinde o kelimeyi kullanmayıp daha seçkin kelimelerle arabesk kültürünü yavşaklıktan daha kötü bir durumda betimleseydi eminim bu fırtına ve bu yorum olmayacaktı.Amma da uzun yazdırdın ha:)
Beyhude, çok teşekkür ederim.
Hayat, dediklerine benzer şeyleri yarınki Radikal İki için yazmıştım. Okuyabilirsen sevinirim, okuyamazsan da ben zaten buraya scan ettirip koyacağım.
Fazıl Say, sizce gerçek bir sanatçının farklılıkları olması gerekmiyor mu ? farklı düşünmesi gerekmiyor mu ? bence sonuna kadar övgüyü hak ediyor...
Fazıl Say olayı, maalesef Fazıl Say'ın kişisel fikir beyanından ibaret kalmadı, Türkiye'deki siyasi kutuplaşmaya uygun olarak bir yana çekildi. Ne o çekildiği yanı (Atatürk imzası dövmesi yaptıran röfleli saçlı CHP kadın kolları teyze), ne diğer yanı ("Türkiye'yi İran'a çevirecekler/Dinciler geliyor, farkında mısınız?" cümlelerinin öznesi olan "dinci" kesimi) desteklemediğim için, ben Fazıl Say'ın kişisel beyanlarının baskıcı tutumu üzerine yazdım. Blogdaki yazdığımı değil, gazetedekini kastediyorum. Zira blogda yazdıklarım hep taslak, hep dağınık notlar. Bunun yanısıra, gerçek sanatçı kimdir? İkide bir itilip kakılmayacak kadar müzik bilgisi olan mıdır? Bu yüzden mi saygıyı hakediyor? Elit zevke hitap eden bir müzik icra ettiği için mi? Öyleyse, evet, her türlü şımarıklığını mazur görelim.
Türkiye'de şu gerçek ayrımı beni öldürüyor. Sanki her şeyin bir orjinali, bir de inkar edilen, sözde hiç sevilmeyen ama her nasılsa popüler olan versiyonu var. Ve yüksek sanat anlayışımızla biz ne kadar gerçeğini sevsek de, amele halk öbürünü yüceltmekten geri kalmıyor. Fazıl Say gerçek bir sanatçıysa bile, ülkenin gerçeklerini fazlaca yansıtan bir sanatçı değil. Öbürleri gerçek sanatçı değillerse bile, ülkenin gecekonduluğunu, gecekondurulan modernleşme anlayışını tam yansıtıyor. Öyleyse sadeleştirme yapalım; hepsi sanatçı. Gerçeklik ise kişinin durduğu yere bağlı.
Yorum Gönder