29 Mayıs 2009 Cuma

Dünya küçük, ama olsun işimizi görüyor anacım! (3 adımda Kıraç)

Dün Serhan'a Kıraç'ın bir olayını anlatıyordum. Tamamen tesadüfen tanık olduğum bir artistliğini. TRT1 mi (zira bu kanal anladığım kadarıyla Kıraç'a hayran) veyahut başka bir özel kanal mı, hatırlamıyorum. Ama Gülhane'de verilen halk konserlerde gözlemlenen bir çeşitlilik ve itkopuk doluşmuşlukta bir konser. Kıraç da öğüre böğüre şarkısını söylüyor. Kitlesi, yarı eşlik ediyor, öndekiler eziliyor, arkadakiler adeta halk oyunları oynarcasına bir itip, bir geri açılıyor. Bir uğultu falan. Kıraç şarkının ardından odyınsına dönüp dikkat çekmeye çalışıyor. Konser izlemeye değil, karanlıkta kız poposu ellemeye, cep telefonu çalmaya, ezilmeye, büzülmeye gelmiş halk, "bir saniye, bir şey diycem" ünlemlerine aldırmıyor. Kıraç, başöğretmen, bir yandan da Cem Uzan nefret dolu bakışlarıyla "arkadaşlar, hişt, bakın, dinleyin burayı" diyor. Uğultu devam. Kıraç yine de kameralara oynama fırsatı boşa gitmesin diye buyuruyor ki, "aranızda Amerikan bayraklı t-shirtü olanlar varsa lütfen konser alanını terkedebilir mi lütfen?". Hemen alkış seli. Ne dediğini dinlemeden, arkadaşlarına gülen, bir yandan da o alkışlayan kalabalığa eşlik ederek göööya dalgasını geçen çok komük adamlar vardır ya. Alkışlıyorlar. Kıraç da "lütfen, ben burada Amerikan bayrağı t-shirtü görmek istemiyorum. Canım ülkemiz.../bu toprak uğruna verilen şehitler.../Ben Türk bayrağı harici bayrak tanımam.../En büyük Türkiye.../Gençliğe çok büyük iş düşüyor... çeşitliliğinde saçmalamaya başlıyor. Tabii alkışlar, malkışlar. Sonra birbirinin tıpkısı şarkılarından birine giriyor davudi davudi.
Bu olayın en popomla güldüğüm kısmı bu herifin böyle vıdıvıdı yapmasıyla eş zamanlı şekilde kovboy çizmesi giyip, kovboy şapkası takması. Hatta sanatçı olarak imajını tamamen bu ikisi ve deriden pardesüler, deriden kolu kesilmiş, yelek pardesüler üzerine kurması. Kası yok, bişeyi yok, ama kollar hep kesik. Ben onun eti sallanan koluna bakmak zorunda mıyım, ULAN?



Amerikanlar eskidi/Bunlar Törkiş kovboylar isimli Grup Vitamin şarkısı gibisin ağğbeaaaa!
Soru 1: Oradaki o anti-Amerikan gibimtrak çıkışı yapıyorsun da, senin taktıkların ne peki, neyin artistliğindesin?
Soru 2: Bu kısım soru değil, aşağı geçip satırbaşı yapalım. Evet, kurşunkalemle. Nokta. Satırbaşı.

Bildiğiniz gibi, "küçük dünya kuramı" veyahut "altı adımda Kevin Bacon" diye bir şey var. (Ben adını tam hatırlamadım, ekşişeyden baktım.) O, şuyla bir filmde oynadı, şu da buyla filmde oynadı, bu da Kevin Bacon'la, AAAAAA" şeklinde herkeşi şaşırtmıştı, ama biraz eski bir durum bu tabi. Çok güncel değil. Yine de bilmeyeniniz varsa gelin öğreteyim; herkeş birbiriyle akraba çıkıyor diyor teori. Not literally akraba, ama tanıdk diyelim. Bu teorinin sonradan magazinsiz versiyonunda dünyadaki her insanın altı adımda İsa'yla tanıdık çıkacağı, Musa'yla penpal çıkacağı falan iddia ediliyordu. Olabülür. İnsanlık kaç devre gördü ki şunun şurası. PEKİ BUNU NİYE ANLATTIM? Haaa, şimdi geldik konunun özüne.
Ben bu Kıraç'la var ya, 3 adımda tanıdık çıkıyorum. Nerden derseniz:

- Tuğçe'yle ben annelerimiz münasebetiyle kuzen olarak doğduk.
- Bir kaç sene önce Tuğçe, Ayşe Şule diye bir kadının ekibi için İki Teker adında bir motorsiklet dergisi ve kurumsal kimlik tasarladı.
- Kıraç bu kadınla sevgiliydi, hatta evlendiler, çocukları bile oldu.

Dün anlatırken Kıraç hadisesini, bir noktada Serhan Kıraç'ı Hugo'ya benzetti, ben de Kayahan'a benzettim. Sonra farkettik ki, Kıraç, evrimdeki kayıp halka. Hugo'dan, Kayahan'a gerçekleşen evrimde.

Şimdi fotoğraflar koyuyorum, siz sonra gülersiniz.

İlk resimdeki Hugo diyor ki: ENDAMIN YETEEEEAAAARRRRRRR!
Kıraç da soruyor: Nereye çufçufluyoruz? Al işte, tam da aşağıdaki resimdeki eleman senin final destinasyonun.
Büyük usta Kayahan. Artık mutfak roboto reklamında oynuyor. Olsun. O konuda bile usta.

Son iki post da çok Türkçe pop(o) oldu.
Edit: Bir de; Amerikan bayraklı t-shirt'ü giyen kim kaldı ki allasen? 90'larda mı yaşıyoruz, hayrola?

27 Mayıs 2009 Çarşamba

Daedelus ile ilgili bilmek istediğiniz her şey

değilse de bir şey:

Bu arada akşama da Daedelus konçertosuna gidiyoruz. Size Yoncimik anlatıcam diye işimden geri kaldım bak. Daha kaşımı alıcam, banyom falan, dünya kadar iş var. Fotoğraf makinasını da şarza takayım da hele, akşama adamın fotoğraflarını çekeyim.
Edit: Yarın akşamdı. Yine günleri karıştırmışım.

Yonca Evcimik'le ilgili bilmek istediğiniz her şey



değilse de benle bağlantılı nice şey anlatmaya karar verdim.

İleri zekalı bir babanın enteresan çocuk yetiştirme yöntemlerine senelerce maruz kaldım. O bakımdan diyebilirim ki, nadide, eşi benzeri olmayan bir insanoğluyum; hem iyi, hem kötü anlamda.

Bu yöntemlerden en acımasızı, babamın daha bebeklikten çocukluğa geçiş dönemimde bana müzik konusunda yaptığı baskılardır. Bir nevi sabırsızlık. Babam isterdi ki, ben daha küçükken yetişkin olayım birden, ona göre konuşayım, seçip, beğeneyim. Onun gibi Pink Floyd, Doors, Jethro Tull, Queen, Led Zeppelin, Jimi Hendrix, Frank Zappa falan dinleyeyim. Türkçe olacaksa da Erkin Koray. Bir de her nasılsa kabullendiği MFÖ. Bu saydıklarımdan belki de dil handikapı sebebiyle sadece Erkin Koray ve MFÖ'yü benimseyebildim o dönem. Evde bir Gestapo babam, müzik setini sadece o açıyor, dinlenecekleri o seçiyor. Fazla şansım yoktu yani. Anane evinde duyduğum plaklar haricinde. Teybi veya sonradan gelen büyük müziksetini kullanma hakkım olmadığı için de hiç kaset almadım. Tek istisnası Mory Kante'nın Yeke Yeke'sinin olduğu albümdür. Kendi dilimi veya İngilişceyi geçtim, bana ait bir kasetim olmasının sevinciyle kaseti A1'den B tarafının son şarkısına kadar Afrikanca ezberlemiştim. "Müziğe baba karar verir" yazısız kuralını da her evde de böylemişcesine, benimsedim. Halbuki Frances Bean bile çocukluğunda annesi Courtney Love'ın elinden tutup "beni Spice Girls'le tanıştır" buyurmuş, tutturmuş bir insan. Ben de çocuğum ULAN, bastırdıkça ne kadar algım gelişebilirdi ki?

İlkokula başladığım sıralar Türkçe pop Kayahan-Sezen Aksu-Ajda Pekkan-Nilüfer döngüsünden kırılır gibi oldu. Doksanlara girmek üzereyiz. Herhalde o sıralar dünyada pop müzik 80'leri arkada bırakmanın verdiği mutlulukla yeni açılımlara gidiyor, herhalde yapımcılar bu Fantastic Four'dan sıkılmış ve kısa dönemde daha fazla para kazanabileceklerini farketmişler. Küçük kasetçiler olurdu Kadıköy'de Balık Pazarı'nın civarlarında. Onların önünden geçiyoruz bir Pazar günü annem, babam, ben. Önce ses çıkarmadım, galiba midye tava yemeye gidiyorduk. Dükkanın önünden geçerken posterine baktım, içim gitti böyle. Televizyondan görmüşüm, çok sevmişim Yonca Evcimik'i. Bilmediğim, hareketli bir müzik yapıyor, hem dinlemesi öyle zevkli. Bir de serde servis kültürü var. Çatır çatır Türkçe pop radyoları açılmaya başlamıştı galiba o dönem. Veyahut serviste, arkadan servisin kodamanları (5. sınıf çocukları oluyor bunlar ekseriyetle) kaset uzatırlardı. O çalınırdı. Oradan bir aşinalığım var. Ve o kaseti öyle çok istiyorum ki. Ses edemedim. Annemin elinden çekiştirdim herhalde biraz. Sordu "nedir, noldu kızım" gibisinden. Kaseti gösterdim. Babam "alınmayacak, çöp bunlar" dedi. Çöpse çöp yahu, 9 yaşında falanım. Benim kafam ne ki, çöp dinlemeyeyim? Danslar, renkli taytlar, ne bileyim.. Güzel gelmiş, gözüme hoş görünmüş işte. Bir posta yürüdük, sonra ikinci posta kasetçinin önünden yine geçmemiz gerekti. Huysuzlandım. Annemle babam tartışmaya başladılar. Annem almak istiyor, babam "alınmayacak" diye diretiyor. Seçimimden hem babamı hayal kırıklığına uğrattığım için utanıyorum, hem üzülüyorum, hem de bir kaset için kavga etmeye başlasınlar istemiyorum. Almayalım, gidelim oradan istiyorum. Ama o dükkana girildi. Babam dışarda zevkimi protesto ederken, annemle aldık o kaseti. Eve geldik. "Ben evdeyken o dinlenmeyecek" dedi babam. Ben de o anki çocuk sevincimle kabullendim. Sonraki günlerde babam işten gelmeden hep o albümü dinledim. Televizyonda da çıkıyordu zaten. Show TV gençlere yetenek yarışması gibi bir şey düzenliyordu, haftasonu sabahtan akşama kanal stüdyosunda, izleyicilerle çekilmiş konser gibi klipleri oluyordu. Oradan da Tayfun'u, Tarkan'ı falan öğreniyorum o sıralarda. Evde hep danslarını yapmaya çalışıyorum. Sonradan kafama kaktılar zaten; iki de yaşıma yakın kuzenim vardı erkek. Onları arkamda dansçı yapıp Yonca Evcimik oluyorum falan. O dönemler kuzenim Berkay'la banyoda deterjanları, her türlü sıvıyı karıştırıp deney yaptığımız, teybe radyo programı yaparmış gibi sesimizi kasetler boyu kaydettiğimiz dönemler. Şu anda "Ah o 90'lar var ya", "80'li çocuklardan pasifagresif hikayeler" gibi bloglarda bol bol benzerini okuyabilirsiniz pek tabiki. Aynı dönemin içinden geçtik işte. Patlama oldu, bir sürü şarkıcı adam çıktı. Burak Kut'un misal, Mehmet Ali Erbil'in sunduğu, insanların telefona basarak şut makinasına gol attırdıklarını sandıkları Gol Show isimli programda çıkıp, kalenin önünde"Benimle Oynama"yı seslendirişini hatırlarım. (Şair orada şut makinasına yalvarıyordu galiba.) Bazısı daha ünlü oldu, bazısı Kayahan'ın kızıyla evlendi bilmemne. Asıl mevzu o değil.


Sonrasında ilkokul 5. sınıfı bitirdiğim yaz, Şafak Karaman'ın çıkardığı Popüler Müzik (PM) adında bir dergi okuduğumu hatırlıyorum. Şafak Karaman çok saygıdeğer bir insandı gözümde. Müzisyenlere titizlikle yaklaşıyordu. Böyle goygoylu, "hayatında özel birisi yok mu Tankut?" modundan çok uzak, ciddi bir duruşu vardı ropörtajlarında. Belki bunu da çocukken gördüğümüz çoğu şeyi abartıp olduğundan güzel hatırlamam gibi, abartıyorumdur. Ama hoşuma gidiyordu. Sonradan adam takım elbiseyle parti afişlerine poz verip, bir yerden aday oldu. Şimdi Google'lattım da, AKP Beykoz aday adayı olmuş. Benim dediğim çok daha geçmiş bir olay. Daha mahalli bir düzeyden, muhtar adayı mı olmuştu, hatırlayamadım ki. Şok olmuştum.

Neyse işte, Anadolu liseme doluşmadan az önce bunlar olup bitiyordu dünyamda. Serüvenimin son durağı özel radyolar ve Kral TV ile şekillenmiş bir hazırlık senesi. Sonra babamın ileri zekasıyla benim ergen zekam kesişiyor ve "bu adamlarda iş var" deyip onayladığı Nirvana'yı sevmeye başlıyorum. Aynı yıl Roll çıkmaya başlıyor ve dünyam değişiyor. Falan filan.
Şunu yazarken ellibin MSN, ikiyüz Gtalk penceresi yanıp söndü. Kafa bulut bulut dağıldı gitti. Annemle aldığımız "Kendine Gel" klibindeki Yonca Evcimik şapkamdan, annemin arkadaşlarına ziyarete Heybeli adaya giderken vapurda düşürdüğüm Yonca Evcimik tokamdan, ananemlerin evinin orada, Kalamış'ta yaşıyorlar diye oralardan geçerken kasıla kasıla yürüdüğümden falan bahsedecektim de, çok konuşmuş gibi susadım.

Hepsinden önce gerçekleşen bir enstantane sunacaktım: 4-5 yaşlarımdayken, yeterince çalışırsam ve sözleri doğru söylersem beni MFÖ'ye 4. eleman olarak alacaklarını hayal edip her gün egzersiz yapıyordum. Çok çalıştım, kaseti folloş edecek kadar başa sarıp dinledim. Ama görüyorsunuz ki ilahi adalet gelip, dünyevi adalet için çalışmak üzere beni Marmara Hukuk'a copy paste etti. Sonra da StanbulBarosu'na. Sonra da işte buraya.

26 Mayıs 2009 Salı

Stockholm'de yaz ve bir şeyler

Ben değilim, konuyu pekiştirmek için resimli anlatım yapıyorum. Salyalar geri!

Türklerin gurbetçi refleksi belli: Buradaki günlerine dair bir blog açınca Kültür Bakanlığı adına çalışıyor misali, sanki İsveçliler bizden kopuk, Mars'ta yaşıyorlarmışcasına didaktik anlatımlarla İsveç'i tanıtmaca, kendi alışmadan daha. Başkasına ders anlatınca daha iyi aklına girer ya hani, o hesap. Kendi garipsemesini de yatıştırıyor bu esnada. Anlatan olmak bile üzerindeki kültür şokunu bir kenara attırıyor, GÖREV BİLİNCİYLE. Her tuzum var diyene elinde hıyarla koşan bir millet olduğumuzdandır. Blog açtı ya, 70 milyon Çinli onu okuyor öğrenmek için. Sana mı kaldı ULAN İsveç'in kültür-fizik panaromasını çıkarmak? Sanki gelmiş buraya teknesiyle, yatıyla, her yönünü, koyunu, her sokağını tanıtacak, elişlerini, göreneklerini öğretecek. TRT İnt belgeselci havalar. Gelmişsin, öğrencisin işte. İki sokak gezeceksin, iki mevsim göreceksin alt tarafı. Güzelce kendin gibi anlatsana. İlla üst ses anlatıyormuşcasına "... bölgesinde oldukça fazla üretildiğini öğrendim. Sınıfımızdan bir İsveçli bunun sebebinin..." Bak, adam sanki hukuk kitabı yazıyor. Gerçeklere dayandırıyor, kendinden uzaklaştırarak, objektif anlatma çabalarında.

Başlığı yazarken ordan aklıma geldi, başlıkları da çok öğretici böylesinin. Başlıktan içeriğin sınırları çiziliyor. Ünitelere ayırmış gözlemlerini. Bugün İsveç'te yaz konusunu işliyoruz. Bravo!

Canım sıkıldıkça İsveç'teki Türk öğrenci bloglarını Google'lıyorum. Hele en son bir İmam Hatipli kardeşimizin Uppsala'daki maceralarını, İsveçlilerin içki tüketimi ve cinsel ilişki eksenli kafirlik boyutlarını, evlenmemelerinin sonucu olarak kuruyup giden bir ırk olduklarını okudum, kendimden geçtim. Bir tane başka dallama var misal, buradaki Türk Öğrencilerin Dayaşma Derneğinde Adeta Yönetim Kurulu Başkanı. Her İşi O Yapıyor, Başharflerin Hepsini Bileğinin Hakkıyla Kazanıyor Vallahi. Burada küçük Türkiye hiyerarşisi kurmaca. Sanki birleşip Voltron'ı oluşturacaklar. Türklerden daha pis birbiri arkasından iş çeviren de yok burada zaten. İkiden fazla Türk'ün bir arada bulunduğu yerden kaçarım, ARKADAŞ!

Benim onayımdan geçmiş, mütevazi ve minimal takılan bir blog Oytun'unkidir. Ne tam olarak yeme-içme, ne gez-gör anlatıyor. Kafasına göre, ne yaptıysa arada bir entry girer, insanı yormaz. Oytun da benim blogumu çok seviyordu hatta, sonradan gerçek hayatta ÇARŞI-ALAYINA KARŞI/Şoför Nebahat bir insan olmadığımı görünce biraz hayalkırıklığına uğradı.

Şimdi bu verip veriştiren girişin hemen ardından sizlere Stockholm'de yaz mevsiminin getiri ve götürülerinin envanter defterini sunacağım.

Regliden önce ve regli süresince ne kadar şirret olduğumu bilemezsiniz. Ayrıca da menopozlu kadınlar gibi terliyorum. Hele bir gece öncesine ecel terleri dökerek kış ortasında fanilayla, şortla gezecek kıvama geliyorum. Her şey basıyor beni. Uçak kalkıp da ilk yükselişinden tepeden basar, seni adeta küçültür ya, aynen öyle hissediyorum işte. Başım löp diye omuzlarımdan içeri geri düşecek gibi oluyor. Öfselem olmuyor, herhangi/hiç birşeye. Reglim adım adım yaklaşırken işte, dün hava 21 dereceyi görünce trende ecel terleri dökmeye başladım. Baktım, tek ben değilim. Baktım, herkeş fenalarda. O an anladım ki, kanım İskandinav yöntemlerle akmaya başlamış. Vallahi üst dudağımın üstü, bıyıklarım terledi şişmanadamlar gibi. Nemsiz 21 derecede böyleysem yazın İstanbul'da cehennem tecrübemin dünya versiyonunu yaşayacağım gibi geliyor.

25 Mayıs 2009 Pazartesi

Yazın kaldırımlarda rüzgardan titreyen yaprak gölgeleri vardır ya hani. Anladın mı? Hava iştah açıcı şekilde güneşliyken, kaldırımlarda yer yer yaprak yığınları biçiminde gölgeler salınır. Işıl ışıl, sanki denizin üstü güneşten yıldızlanır ya bazen, öyle darmadağın, düzensiz, uçup kaçıcı görünür. İşte Stockholm'ün merkezi, İstiklal, Bağdat Caddesi veya Bahariye'si denebilecek yerlerde "yeşillik zamanı yeşillik, mağaza zamanı mağaza" politikası var. İkisi yanyana olmuyor hiç. Ağaç varsa orman gibi, yoksa da yok. Yürürken çiçek, bitki kokusu burnuna gelse bile dallar tatlı tatlı değmez başına. Gözünün odağına girmez. Halbuki bugün bir mağazadan diğerine seğirtmiştim, camdan bir baktım: kaldırıma vurmuş ağaç gölgesi. Tam karnımın ortasına iri bir taş oturdu, yürüyen merdivenin kenarında öylece kalakaldım. Buradaki hayatımın İstanbul'dakiyle kesiştiği bir ayrıntı her zaman karşıma çıkmıyor. Fotoğraf makinam yanımda olsun çok isterdim. En azından isterdim ki bir stokfoto sanayi olsun, böyle alakasız şeylerin fotoğrafını bulabileyim. Güneşli güneşli kaldırıma vurmuş yalancıktan gölge. Bir o yana, bir bu yana süzülen, zaman zaman üşüme gelmiş gibi olduğu yerde titreyen.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

Part Time Lovin'

Tolga bir avatar koymuş da aklıma geldi. 'Part time lover'da vaktinde ne maceralar yaşamıştı bu deli gönül, biliyor musun?

Öncelikle şunu kenara ayıralım, Sezar'ın hakkını Sezar'a verelim. Hayatımda ilk plağı 3 yaşında falanken ananemin evinde gördüm. Dayımın o evde geçirdiği yıllara referans vererek, tüm duvarı kaplayan devasa büfenin, televizyon konması için boş bırakılmış dikdörtgen bölmesinde ikamet ediyordu. Yanında dizilmiş plaklar. Jean Michel Jarre'ın Oxygene isimli albümü (kapağı altıma işetecek korkunçlukta geliyordu), Santa Esmeralda'nın en az bir albümü (çünkü Another Cha Cha isimli şarkıları o dönemki komik sehpa etrafında koşmalı dansımın tek sebebiydi), Pink Floyd veyahut Jethro Tull veyahut sonraları dayımdan zilyon kere duyacağımız başka rock grupları plak olarak yanyana dururdu. Akşam güneşinin anane evi duvarlarındaki porselen bibloları kızıla boyadığı bu günlerde, müzik çalındığı zaman inanılmaz bir neşeyle kendimden geçerdim. İşte bu plaklar, devasa büfenin üstünde sonsuz yolculuğuna uğurlanmış siyah ve acaip havalı elektro gitarla beraber kafamdaki pek çok müzikal kodun oturmasında yardımcı olmuştur.
Sonraki senelerde açık petrol mavisi kasetleriyle MFÖ, Fikret Kızılok-Bülent Ortaçgil, ZekiMetin kabare kasetleri, Erkin Koray'ın kasetleri falan derken bir daha plak görmedim. Taa ki üniversite birinci sınıftaki doğumgünümde arkadaşım Hilal, yetmişlere duyduğum meraktan dolayı bana Bee Gees'in şimdi adını hatırlamadığım bir plağını hediye edene kadar. İkinci el bir plaktı, post-itle ve post-itsiz vaziyette bizzat kapağa tükenmez kalemle nasıl da yaşlandığım (19, for fuck's sake!) ve hep de böyle neşeli falan olmamın umulduğu, iyi dilekler şeklinde yazılmıştı.
Sonraki plakla karşılaşmam ise Tolga'nın evindedir. Arkadaşımın kuzeni sıfatıyla Tolga'yla tanışıp evine ilk gittiğimde, metalden, sanayi işi bile denebilecek bir raf setine yanyana dizdikleri gözlerimi döndürmüştü. Özlemini duyduğum, görmek istediğim ne varsa adeta bu adamın odasına doluşmuştu. James Brown plakları, Diana Ross, Stevie Wonder plakları, Michael Jackson veyahut Jackson 5 plakları (tam hatırlamıyorum), çerçevelenmiş de asılmış konser biletleri, illüstrasyonlar, Alain Delon'un eski bir polis, uslanmaz bir kaçak, vazgeçilmez bir aşığı oynadığı filmler, Roger Corman'ınkiler gibi eski korku filmleri, Futureworld misali eski bilimkurgu filmleri, Easy Rider misali kült filmler, Kubrick filmleri, Jean Paul Belmondo'nun pardesüsüyle karizma karizma oynadığı filmler, bağımlısı olunan, her biri kartpostal görselliğinde Hitchcock filmleri ve Al Pacino'nun sevişgeni veya mafyatörü oynadığı filmler... Kimbilir daha kaç bin tür film. Kendine kurduğu bir alternatif dünya. Biz de o dünyanın içinde, o bolluğun içinde sarhoş vaziyette birkaç metrekarelik bir lunaparkta yaşamaya başladık. Seneler içinde o odaya, hardal sarısı tasarım koltuklar alındı, klima takıldı, televizyonun altına şimdi IKEA'da moda diye plazma televizyonun bir parçasıymışcasına kapış kapış satılan setlerden marangoza yaptırılıp konuldu. Odayla birlikte biz de dönüştük, modifiye olduk. Ne biliyorsak oradan öğrendik, ne istiyorsak o odada gördük. O odada mitoz/mayoz bölündük, ruhen çoğaldık. Bir ara samimi şekilde hayatımızın sonuna kadar o odanın eve dönüştürülmüş versiyonunda mutluluktan, zevkten bayılmış halde yaşayacağımızı bile düşünmüştüm.
Neyse uzatmayalım yahu.
Bir gece, eve çok içkili vaziyette gelmiştik. Yaz gecesiydi. Beni salondaki uzun koltuğa yatırdılar. Kot pantolonumun, büstiyerimin üzerine bir gecelik giydirdiler. Hava bin derece. Koltuğun örtüsü kadife gibi, yakan bir kumaş. Uyuyakalmadan Part Time Lover diye tutturmalarımı, beni kaale alırmış gibi yapıp şarkıyı çaldıklarını, benim buzdolabından çıkmış soğuk biber dolmalarının önüne oturtulduğumu ve ayılmam için yemek yemeye teşvik edildiğimi hatırlarım. Yaramaz çocuk gibi defalarca sofraya oturtulduğum halde içeri kaçıp kaçıp baştan şarkıyı dinlemek için sabırsızlandığımı da. Bugün de, hangi gün de ne zaman o şarkıyı dinlesem/duysam, o pamuklu geceliğin içinde buharlaşırken bir yandan bitmeyen dans hevesim aklıma gelir.
Yaa, işte öyle.

18 Mayıs 2009 Pazartesi

Örevizyon - İşte taraftar, işte şampiyon!


İsveç'te milli tatil ciddiyetinde kutlanan Eurovision Şarkı Yarışması üzerimizden geçti gitti. Hiçbir fikrimiz olmadan çılgınca Norveç'i destekledik, meğersem adam zaten bahislerde favoriymiş. Telefonla SMS şeyederek toplam 3 oy verdik. Haketti ama; kemanıyla, naifliğiyle, "hey, yo"laşan gençliğimize tertemiz bir ışık tutup, birkaç saniye içinde bizi 80'lere, 90'lara, sütün inekten içildiği Heidi yıllara götürüp büyük sevaba girdi. Kendisine buradan kucak dolusu sevgilerimizi gönderiyoruz. Seneye Norveç'ten Erlend Oye'nin "Every party has a winner and a loser", Türkiye'den de Bülent Ersoy'un "Çile bülbülüm çile, çileeeeeeeee aıııhh aıııh aıııhhha aaaaaa çile bülbülüm -ALLAH!" izleyici katılımlı şarkısıyla hem İslam alemini, hem de canlılar alemini temsil eder vaziyette ve aksesuvar bolluğunda (örneğin 55'i bir yerde takarak-veya daha güzeli vücudunun tümünü 5'i biyerdeliklerle kaplatarak, ki bu durumda "Hadise'nin üzerinde dikiş izi olmayacak, kumaş olmayacak" saçmalıklarını bile aşmayı becerebilir) katılmasını salık veriyorum. Gerçi Sayın Ersoy bu senenin birincisi Norveçli çıtırı görünce muhtemelen ağzının salyası tsunami etkisi yaratacak, Norveç önümüzdeki binyılda güzelim fiyordlarını kaybetmiş ve balıkçılığa küsmüş şekilde takılacaktır.
Benim Eurovision hitim herhalde çocuk korosu vokal performansına en çok yaklaşmış yetişkin vokalini bünyesinde barındıran, bir yandan efil efil Akdeniz havası estiren, hem de çocukluğumun Kayahan parçalarındaki sıcaklıkla beni kucaklayan Bloody Mary. Birkaç sene önce TV'de duyar duymaz Soulseek'ten hayvancasına indirmiş ve gözyaşları içinde kendisini sahiplenmiştim. Klipte kızların gudubetliğini görüp de korkmayın ha. Geçecek, alışacaksınız.

10 Mayıs 2009 Pazar

Tutu'nun Stockholm'ü


Mükemmel.

Hurriyet.com.tr

gibi fotoğraftan detay, hatta detaydan fotoğraf şeyettik. Tuğçe editti. İyi seyirler!

Åker till Östasiatiska Museet?

Yazar burada otobüs şoförüne sesleniyor: Uzakdoğu Müzesinden geçer mi amuca?
Çuçuyla Serhanla beraber seke seke gittik, seve seve gezdik. Büsürü çöp foto çektim, edite edite, eleye eleye elimde sadece bunlar kaldı vallah. Hadi siz de gezmiş kadar oldunuz yine, iyisiniz ha. Şurada yaptığım hizmeti Kadir Topbaş yapmıyor, ULAN!

How to break spring? (Spring breakology)

Boğaziçili gençler olsun, efendime söyleyeyim, Amarıkan kolej (kolej derken, bizde üniversiteye tekabül eden kurumu kastediyorum) tripli okulların öğrencileri olsun, ne bileyim Bilkent, Koç falan, (ODTÜ olmaz, onlar solcu takılıyor, bazısı ulusalcı takılıyor) bunların öğrencisi olan arkadaşlarda bir spring break kavramı vardır, bilmeyeninize öğreteyim. Hepisi muhteşem sporlarda kendilerini kanıtlayacakları, jet skilere, surflere binecekleri Çeşme tatillerine çıkarlar. Evde oturan üniversite birincisi çocuklar hariç elbette. Diğerlerine nasıl "her şey dahil-all inclusive"se, üniversite birinciliği haricinde bir başarısı olmayan diğer çocuklara da "her şey hariç-all outclusive"dir. O garibanlara Boğazüçü birinciliği bile, taşıyamayacakları bir Armani takım elbise olur, dolabın arkasında, annenin zorla hediye aldığı LC Waikiki hırka, gömleklerin arasında dekor gibi kalır. Fabrikada müdür olsalar, yine arkalarından konuşulur. Yine "eğitim cahilliği alır, eşeklik baki kalır" diye dedikoduları edilir, yine "okumakla adam olunmuyor" denir. Altındaki adam bile ezer bu müdürü. Saçlar, üniversitede dökülmeye başladığıyla kalmaz, orta yaşta kulak etrafında bir kukuluk tüy ebadına ulaşır. Sigara-içki yoksunu bir hayattan dolayı bin yaşına kadar bir naylon poşet derinliğinde yaşarken, diğerinin all inclusivitesi bir ömür sürer, efil efil genç evlilikler, ortayaş boşanmaları, yeni yazlıklar, goygoy bir adamsa ekseriyet Mayami tatilleri, yok alter takılıyorsa Pragdır, Gusto dergisinde şarap eksperliği köşe yazısıdır, öylece tık diye kalpten gidene kadar sürer. Hangi hayat daha sevilesidir, bilemeyiz. Bu satırların yazarı olarak, her ikisine de eşit uzaklıkta, önce Anadolu liseli, sonra devlet üniversiteli mütevazi çizgimi koruyacağım. Bizde deadline yoktu gençler, bizde proje yoktu. Bizde vize vardı, final vardı, sonradan "büt"leşecek bütünlemeler vardı. Bu sınavlardan haddinden çok vardı. Bir sürü de ders vardı. Spring break yerine, beyaz Şahin'i kapısının önünden çalındı diye hayıflanan profesör İdare Hukuku hocaları vardı. Az ingilizce bileni özel üniversitelere kaçtı. Dolayısıyla springbreaklenemedik, kafamız tohumlanamadı, açamadı. Türk ortasınıf ailesi alışkanlıkları-düzenleri içinde kavrulduk, çifte kavrulduk. Kader işte, Şıtokolm'de kuzenle baharın belini büktük, o da bizi ceza yağmurlarıyla şemsiyelerin plastik kokusuna hapsetti yer yer. Yine de neşeliyiz ha.

Buyrun, burdan yakın.

Vakti geçince insanın fotoların altına yorum yazma hevesi vallahi kalmıyor. Naturhistoriska'dan ufacık bir demet. Bu kuşlar misal, ufacık tefecik. 0.5 kalem ucu kalınlığında gövdeleri.
Deniz ve kızlar, diskoda danslar.
Deliyürek gibi. Biz lisedeyken böyle yürüyen hıyarlar vardı. Sonra üniversitede de aynıları, bu defa üniformasız olarak, yanlarında küfretmelerine bozulan tikimiki kızlarla... Ohoooooh, neler gördü bu gözler de bilen yok.

9 Mayıs 2009 Cumartesi

Eğlen coş, işte Kiboş.

skargaci@hotmail.com diye bir arkadaş vardı bir aralar. Yok, olay oradan başlamıyor aslında. Aslı şudur;
Kuzenim biz punky monkey takılırken bana bir hediye çekme kaset getiriyor. Yıl herhalde 1996-97. Ben sevinçten gözüm dönerek dinliyorum. Kaset kapağının bir yerine mail adresi iliştiriverilmiş. Arşivle ilgili kontağa geçince, mail adresinin sahibi Serkan ICQ listelerimize giriyor. Dünyamızda çığır açan bu karmada Promise Ring'den Operation Ivy'ye, The Impossibles'tan Anti Flag'e, ondan bilmemkime ohannesburger punk-ska-hardcore eksende zilyon tane grup var. Falan filan.
Bir gün, yağmurun yağmasını fırsat bildik ve eve kapandık Tuğçe'yle. Taa ne zamandan alıp hiç kapağını açmadığım suluboya setimi ortamıza koyup, eski günlerin şerefine en çok da Bad Religion dinleyerek şakır şukur resim çizdik. O an kolumuzu kessen Faith Alone akacak, Sanity akacak, o derece.
Öncelikle şundan bir bahsedelim yahu. Kaç gündür entry giremiyorum, hepsi unutulup gidecek. Kayıt altına almakta fayda var.
Beste-Güfte: Tuğçe
Obje: Elmoş 3 yaşındaykenki bir fotoğraftan akılda kalanlar.
Önce "kuş yapıcam" diye tutturdum. Sonra hevesle kuşumu elli renge boyadım. Aynı anaokul çocuğu gibi gittim, hızımı alamayıp etrafından siyah kalemle geçtim. Kuş yalan oldu.
Sonra "kağıdı boş bırakmıyCEM" buyurdum. Sen git, hamburger ağzı yap. Olsun mu sana kuş burger? Ama elmalı. Vallahi nereden çıktı, ben bile bilemedim.
Beste, güfte yine Tuğçe'den, mangastik fantastik bir beste. Ammaaaa "pantolon zebra desenli olacak" diyen benim. O kadar.
Taa ne zaman çizdiğim, faydalı bir eser. Neyse, çok uzatmayayım. En iyisi kafasının üstünde insan desenli bir fincan taşıyan, etek giymiş benekli fil resmimi arşivimin köşesinde tozlanmaya bırakayım. Kısmetse bir başka gün artık.

Şimdi burada gezip coşuyorum veyahut sohbetle muhabbetle günler geçiyor. Sonra bir bakılıyor, saat çüş olmuş. "Aaa, hadi yatalım" oluyor. Yatay düzleme geçiliyor. Sabah yine kalk, ekmeğine Nutella sür, makyajdı falan, evden çıkması nereden baksan öğlen. Sonra yapılacakların çeşitliliği hava durumuna göre yorumlansın, kah o yöne, kah bu yöne rota kırılıp dursun. Şurada bir kahve içelim, burada bir kitap alalım. Bir baktık 9 gün geride kalmış. Dur hele sen, yeni şey açayım da, orada derleyip toplayayım.

7 Mayıs 2009 Perşembe

Bil bakalım nereye gittik?

Bu var ya, bizim okula çok yakın ha.
Görgüsüzce size tüm çektiğim fotoğrafları submit edecek gibi gibiyim. Bu hissin üstesinden nasıl gelirim, bilmiyorum. Resim kursuna gitmiş bir hanzo nasıl her çizdiğini ilk o çiziyor ve çok da yaratıcı çiziyor sanarsa, aynen öyle hislerdeyim. Ne çeksem "oh, sanat!" diye kişniyorum. Sonra da bilgisayarın yarısını kaplayacak yüzlerce fotoğraftan bir tanesini bile seçemiyorum.
Şimdi resim yapıyoruz. Filimin içindeki baloncukları boyamaya gidiyorum. Dönünce artık foto moto.

3 Mayıs 2009 Pazar

Müzik 1-2-3

Tutu Stockolm'e geldi. Üçüncü gün soluğu Södra'da barda aldık, kendimizi bir masada sanat dünyasını kurtarır vaziyette bulduk. İkinci gün Slussen'de manzaraya doyduk, ayaküstü (literally) Stockholm turunda bulunduk, Skeppsholmen'de güneşlendik. Birinci gün de yeni gelmişti zaten. Eve bavulu bırakır bırakmaz obez gibi Max'a götürdük, oryinal soslu oryinal hamburger yedirdik. Gelmeden bir önceki gün de evhamla gelişinin ayrıntılarını telefonda karşılıklı kontrol ettik.
Şimdi bu aralar çok ortama gireriz, bloga koyamam, sonra güncelitesini kaybeder diye hemen sizi fotoğrafa boğuyor, sonra içeri gidiyor başka işlerle ilgileniyorum.