25 Aralık 2008 Perşembe

Güneş hadisesi

Bir süredir İsveç'ten haberler vermediğimin farkındayım.

Hemen blogumu takip eden arkadaşlarım için söyleyeyim; geçen gün bi iş ettim sonra açıklamadım öylece kaldı. Başlık koymuştum thelocal.se'den. Traffic agency bans reverse oral sex diye bir haber görmüştüm siteyi gezerken de, beğenip kendime başlık etmiştim. İçerik tabi bambaşkaydı benim yazımda. Sonra bi ara da başlığın sebebini açıklayacaktım. Haber şöyle;
İsveç'te plakayı istediğin gibi veriyorlarmış da, çoğu piç kurusu oral sex olsun, yalarım, yutarım temalı plaka isimleri istiyor, tabi polis vermiyor. Ondan sonracıma bunlar da polise ters tur bindirmek için dikiz aynasından okunduğunda düz olarak oral sex yazacak biçimde X32IARO diye plaka numerosu istiyorlar. Tersten bakınca oral seksimsi bir şey okunuyor ve aynı ortaokulda aniden cinselliğini keşfetmiş, pipisi kalkmış, bıyığı terleyen çocuklar gibi bu İsveçli arkadaşlar da OHOHOHOHO diye gülüyorlar. Ama trafik müşavirliği bunları ne mutlu ki teşhis etmiş ve bu tip plakaları vermiyormuş. Olay buymuş.
Haberin sadece başlığını okuduğumda İsveç'in ne kadar da insancıl ve cinsel haklara saygılı bir ülke olduğunu, trafikte sadece ters oral seksin yasak olduğunu, düzünün ise serbest olduğunu düşünmüştüm. Tersinin nasıl gerçekleşebileceğinin takdirini ise Türk halkına bırakmıştım.
Her neyse. Bunu burada açıklamış olalım. İlerleyelim. Güneş hadisesini de daha sonraya bırakalım.

24 Aralık 2008 Çarşamba

Taze taze proje

Zehlemin gittiği aktör/tristlerden bahsederken şunu düşündüm;
Türkiye'de sadece reality showlarda ve çakma yönetmenlerin çakma filmlerine dair gündeme gelen bir yapıcı eleştiri konsepti vardır. Bebege evlerinde, aşk yarışmalarında acımasızca eleştirilen insanlar durmadan yapıcı eleştiri beklediklerini tekrar ederler. Falanca film gösterime girer örneğin, medya bombalamaya başlar. Savaş Ay çıkar, "ben yazmıştım bu filmi" der. Eğitimsiz köşe yazarları (adamın profesyonu kumandatör olarak evinde oturmak ve kanal değiştirmek. Adam televizyon yazarlığından bunu anlıyor.) mesela, "ben gittim, izledim, beş para etmez" çeker. Yönetmen çaresiz "beni anlamadılar" haykırışlarından vakit buldukça (seni anlamadılar değil de, sen anlatamadın belki? hiç düşündün mü bunu?) yapıcı eleştiri diye yırtınır. Eleştiri olmalıdır elbette, ama her eleştiri de böyle sanatı küçük düşürmemelidir yahu! En azından filme harcanan saygıdan ötürü film hakkında yapıcı eleştiriler şeyedilmelidir.
Türkiye'de yapıcı eleştiri filmin/kitabın/eserin yönetmeninin komplekslerini görmezden gelmemizi beklemesidir. Ben söyliyim. Şimdi şu boktan yönetmenlerin, sanatçıların, mankenden devşirme oyuncuların yapıcı eleştiriyle kendini ne kadar yapacağını tartıştırtmayın bana kendi blogumda. Adam "eleştiriyormuş gibi görünüp yıka-yağla" diyor. Türkiye'de yapıcı eleştirmek diye bir gelenek yok. Eleştirmek diye bir gelenek yok hatta. Türkiye'de her şey durağanlığın ve değişmezliğin ne kadar güvenli olduğu varsayımı üzerine kurulmuş. Eleştirmeyi bilmeyen adama bunun yapıcısını öğretemezsin yani. Bu konuda anlaşalım.
Şimdi;
Yapıcı-yıkıcı eleştiriyi gerçekleştirebilen bir ülke düşünelim. Bu ülkede yapıcı eleştirinin çoğu da zarar getirmiyor mu? Getiriyor. Örneğin bir Will Smith, bir Denzel Washington denen insanlar (ikisinin de siyah olması tamamen tesadüf) benim gıcığıma gıcık katıyorlar, tebrik üstüne de tebrik alıyorlar, kendilerini iyice yerlerine zamklıyorlar. Halbuki en azından bana tartışmasız yapmacık ve itici gelen mimikleri var. Denzel'in gülerken aniden "ha, gotcha, ben gülmüyorum koçum" çekmesi. Will'in her filminde illaha ve vallaha "hiçkimseyi sallamazken bile nasıl da coolum, dünya yıkılırken bile tipik Amerikan espirimi yaparım, yüzümde o salak ifadeyle hem bir şey anlamayan hem de bir şey anlamayan haliyle bile dünyayı kurtaran Amerikalıyı hakkıyla oynarım" duruşu beni cinlendiriyor. Biri Oscar aldı, diğeri de alır, artık Obama da başta, dünya zenci olsun. Olsun anam. Zaten Obama da Türkmüş. ŞAKA. Gerçeklik payı vardır. Sabah gazetesi, arka kapakta (dötünden) açıklasın da rahatlayalım.
Bu oyuncu arkadaşlara bir hizmet götüreyim diyorum. Sloganımız da "hizmeti ayağınıza, ünlüleri dize getiriyoruz!" Bu işe para yatıran ünlülere nasıl bir servis sunuyoruz, şöyle:
Gelen ünlüyü onu sevmeyen bir grup insanla beraber oturtuyoruz. Kronolojik olarak oynadığı tüm filmleri izletiyoruz. Arada bu insanlar filmi istediklerinde durdurup parmakla illet oldukları mimikleri ve tavırları gösteriyorlar. Bu amatör kısmı. Sonra daha profesyonel şekilde film eleştirmenleri odaya giriyor ve oyuncunun şu ana kadar kariyerini mahveden veya ucuzlaştıran filmlerini ve oyunculuk hatalarını teknik olarak ona açıklıyor. "Beğenmiyorsan izleme kardeşim, bana ne" demekten peşinen imzaladıkları sözleşmeyle feragat eden oyuncular, bu yıkıcı eleştirilerle tüm gün muhatap oluyorlar. Sonra, kötü yönleri hakkında tamamen ikna olduktan sonra yani, eve yollanıyorlar. Egoları da törpüleniyor. Oyuncuyu sevmeyen sıradan vatandaşlar, onunla filmlerini izlerken odada uyuz bakışlar atabiliyor, uflamak puflamak da serbest. Yani vatandaş da ayağına gelen ünlüyü tekmeleye tekmeleye deşarj oluyor.
Bu işte çok para var. Daha ötesi bu sayede bir çok oyuncu zayıf yönlerinden veya daha kötüsü artık "o" olduğu, etkisi altında kaldığı rollerinden arınabilir diye düşünüyorum.
Blogu takip eden bu ünlü arkadaşlar için numaram:
555-U-SUCK

22 Aralık 2008 Pazartesi

Enkaz devraldık!

Obama seçildi ya. Televizyona çıkıp "enkaz devraldık" desin, İcraatin İçinden programında. ŞAKA. Programımıza bu güzel şakayla başlamış olduk.
Fevkaladenin fevkinde politik bir insan olmadığımdan, "arkadaşım Mehmet'e para vereyim, bana oturduğum yerden politika/tarih anlatsın" zihniyetinde bir insan olduğumdan (buradaki sarkazmları doğru okuyalım, ikinci kere açıklamak zorunda kalmayayım) bu yarışı kazanmaktaki başarılarını saymaya çalışsam batırırım, hiç o zahmete girmiyorum. Fakat Obama'nın en politikadan anlamayanı bile dile getirir bir duruşu var ki, insan dayanamıyor. Olayların gidişatı too-good-to-be-true görünüyor. 24'te falan Amerikan başkanının siyah olduğunu görmüştük. Veya bazı Hollywood yapımlarında kahraman ne kadar beyaz, ne kadar cesursa başkan rolündeki aktör o kadar siyah veya o kadar kadın olurdu. Burada beyaz erkeğin karşısına siyah adam veya beyaz kadın koyarak toplumdaki infiallerin ince ince havasını alma durumunu gözlemliyoruz. Oscarları aynı sene içinde zehlemin gittiği iki oyuncuya Halle Berry ve Denzel Washington'a verdiklerinde de Oscarlara fesat karıştı diye düşünenlerdendim. Neye güvenecek bu millet, soruyorum!
Siyah olmasını bir tarafa bırakırsak, mütevazi duruşuyla sanki Amerika'nın dünyaya, onu eleştirenlere "o kadar da ölmedik" diye haykırmasına vesile oluyor bu insan. Amerikan başkanı yorumlamak elbette ki benim blog köşelerinde "ağbi var yaee" diye başarabileceğim bir şey değil, elbette akıllı olmak gerekiyordu daha önceden de başkan olmak için. Ama Obama'da akıl-fikirden başka bir zengingönüllülüğü, mütevaziliği, bir "büyükşehir çalışıyor"culuğu, insanlığa saygısı, nasıl diyeyim, başında bulunduğu milletin çoğu/her üyesinin açığını kapatacak denli çalışkan, saygılı, içi dışı bir tavrı görüyorum. Öyle ki; Amerikan halkı, Obama'yı anladığı için değil, aslında anlayamadığı için seçti gibi geliyor. Bizdeki gibi "bıçak kemiğe dayandı, halk isyanda" durumlar orada yok tabii. Bu konuda dert ve problem kelimelerinin ifade ettikleri üzerinde durmak bile yeterli olur. Bizdeki dert-derman ikilemesinin karşılığı yanılmıyorsam İngilizce'deki problem-solution şeklinde. Şu anki farzım bu yönde. Bizde "derdim var, hiç dermanım yok" edebiyatı gırla giderken, saraylara girip çıkarken, İngiliz dilinde bir "sorun değil, çözüm üretiyoruz" görüyoruz. Tabi İngiliz dilini burada Amerikan halkına maledecek değilim de, sadece bir anda aklıma geldi. Bu saptamayı da böylece yapalım. Halk in-nan-ılmaz vaadler beklemiyor. "Her eve bir ekmek, bir gazete, bir süt bedava dağıtılacak", "Milli Eğitim kitapları bedava verecek", "ÖSS yerine genel ortalamayla üniversiteye yerleştireceğiz" gibi temel hak ve özgürlüklere dair vaadler yok. Onlar karşılanmış çoktan. Kah biz Samsun'a tırmanırken, kah ondan bile önce. İkinci grup, üçüncü grup insan hakları mükemmelleştiriliyor. Talebe uygunlaştırıyor. Bir de Amerika süpergüç diye mi bilmiyorum, Obama'nın vaadleri arasında Irak ve Afganistan da yerini alıyor. Yani bir ülke, mesela başka bir ülkedeki işgali yüzünden, seçim vaadlerinde o ülkeden de bahsetmiş oluyor. Global vaadler yani. Bizdeki gibi "şu köyu bucak, bucağı il, ili ülke yapacağız" gibi vaadler yok yani. O da güzel. Upper advanced bir politika anlayışı. İşte, bak yine laf karıştı, diyeceğim de oydu, oydu ki Amerikan halkı Obama'yı anlayamadı diye seçti bana kalırsa. Amerikan filmlerinde bazen çok öngörülebilen şeyler olur, o zaman kahramanın yeneceğini bilsek bile heyecanlanırız sonuna kadar. Veya tam tersi, kötü adamların kazanacağı kötü dönemler yaşanıyordur filmde, ve biliriz ki sonunda iyi adam kendini feda ederek bile olsa bir milleti kurtaracak ve kötü adamların kökünü kurutacak, AMA mutlaka ve mutlaka kendi de ölecek. Bir nevi İsa göndermesi. İşte bu filmde biraz farklı, biraz daha maceralı bir şekilde kahraman da kendini kurtardı sonunda. Bunu beklemiyorduk. Gerçi şimdi adamı öldürürler falan, bu laflarım boşa gider. Fazla konuşmayayım da. Herhalde ortalama bir Amerikalı, vaadlerinden ziyade bir fantazinin gerçekleşmesi ihtimali için oy verdi. "Ya tutarsa" temalı Nasreddin Hoca fıkrası gibi. Tutmayacak, kazanamayacak, yine de burası Amerika, burada imkansız diye bir şey yok diye yaradana sığınıp.
Fazla politik olmayan bir zeminde şunu düşündüm;
Obama, Amerikan insanının puşt görünümlü ve puşt politikalı başkanlarına bir isyan, bir simge, çok şık bir simge, tam yerine rastgeldi/manzara koyduk duruşu da olabilir. Çok uygunsuz bir biçimde örneklersek;
CHP'nin "AKP olmuycaz işte, yetmez mi" piyesine rağmen CHPsevmez ablalar, abiler bile gidip paşa paşa CHP'ye oy vermediler mi? Üstelik o anda oylarını görüntüleyen kameraya da "aslında Baykal'ı sevmiyorum ama AKP'den iyidir" dediler. Güzel ağbiycim, them and uscılık yaparsak, karşı taraf en azından sevdiğine oy veriyor, seviyor, istiyor da veriyor. Bunun adı irade. Sen sevmiyorsun, istemiyorsun ama ehven-i şer diye diğer tarafa veriyorsun. Bunun adı irade değil. Bunun adı başka bir şey. Adı varsa kesin Türkçe. Çünkü böyle bir politik duruş/suzluk da sadece Türkiye'de gözlemlenir. Veyahut Ural-Altay dil ailesini kullanan bir ülkede gözlemlenir. Yeter ulan, amma konuştum. Diyorum ki, Amerikalı isyanda, ondan veriyorsa bile, oy veren adam hırboysa bile, isyanını dile getirdiği tool bile şahane be kardeşim.
Tebrikler ediyorum. İnşallah bu ağbimiz "nasılsa beni ince ince dilimleyecekler, bol keseden atayım" diye yüksekten uçmamıştır. Uçsa da bize giren çıkan aynı gerçi.
Daha var ya, elli milyar yazacak şeyim var.

17 Aralık 2008 Çarşamba

Allahına kurban

Doğan Canku'nun elinden de gitarından da öpüyorum. Harun abiyle zaten ahbap olduk artık, sabah akşam oncuyuz.

"HARUN KOLÇAK YAZIK OLUR SARIZ KARAPINAR HARUN KOLÇAK SARIZ KARAPINAR sarız karapınar harun kolçak yazık olur" diye description yazan Sarız Karapınarlı Muhammet Keleş kardeşime de nefis çizimi için teşekkür edelim mi?

Bu parçayı yorumsuz yayınlıyoruz. Aslında yorum manyağı yaparız biz bu şarkıyı. Bu biz var ya, bu şarkıya eridik bittik. Yumuşacık yahu. Doğan Canku istesin, mantık olalım. Safi mantık olalım. Adam iliklerine kadar temizlenmiş, arınmış. Doğan Canku'ya bir update daha gerekmiyor, bu program tamamlanmış, düzeltilecek yönü, yeni versiyonu falan olmamalı artık.

Adam diyor ki; "aşk dediğin laftır, gerçek sevgiyi bırakma sen, sonra yazık olur."

Adam goygoya getirmiyor. Aşşşşşk diye tepinmiyor. Kenara koyuyor eliyle, "dur hele" diyor. "Dur hele, bi bakalım" diyen baba sabrı var.

15 Aralık 2008 Pazartesi

Gözüm enfeksiyon kapmış. Akıyor. Her an ağlıyormuşum gibi. Sol gözüm hem de. Acımasızca kaşıyorum hırt hırt diye, yaşları bastıra bastıra siliyorum. Bir süre ignore ettim, banabirşeyolmaz desem geçecek sanki. Bazen hasta olacağını anlamamış gibi yapınca kendiliğinden geri gidiyor ya, onu uygulayamadım işte gözüme. Giderek yaşardı, giderek kızardı. Yaşayan ölülerin dönüşü kıvamına gelmeden doktora gittim. İnfekhun dedi. İsveççe anlattı, ben de İngilizce cevap verdim. Ay burdaki gurbetçi tiplerin İsveççeyi kucaklayışına da hastayım ha.
Antibiyotik damla verdi, üç saatte bir damlatılacak. Peki.
Söylemedim tabi, Radikal'de bir yorum yazmışım, biri gelip üstüne bana Oray Eğin demiş. Gizli account açmış güya Oray, böylece kendi fikirlerini okuyucu yorumu gibi yazıyormuş. Paragrafın her yerinde bana Oray diye hitap etmiş. O adamı da bi sevmem bi sevmem ki eyvahlar olsun. Radikal'de Kent Fısıltıları mı ne diye bir köşe yazıyordu. Sonra şarkı yarışmalarına jüri oldu. Antipatik. Çaki vardı ya Çaki, katil oyuncak hani, aynen onun gibi boncuk boncuk, çirkin gözleri, çipil çipil. Ani çıkışlar falan yapıyor, ilgi için bağırıyor adeta. O abartılı, fırfırlı geyliği falan. Adam adeta gey değil de, gey rolü yapıyor. Sonracığıma sağa sola saldırmış bu köşesinden. Can Dündar'a soktuğu bir yazıyı okudum geçende. Which is fine with me. Yahu banane kime sokarsa soksun. Not a big fan of Can Dündar. Mustafa diye film yapmış, insani yönlerini göstermiş, kadın-içki gibi tehlikeli alanlar. Ağbiyciğim sanki kimse bilmiyor ha, bizde tolerans diye bir şey yok. Hani böyle bir şeyin ne kadar normal olduğunu konuşmak bile o kadar anormal ki. Geri olduğunu kabul etmeyecek kadar ultra geri bir toplumuz işte. Mübah ulan. Mustafa filmi de dizi olarak çekilsin, Nurseli İdiz başrolde oynasın. Bıyık mıyık takıp Mustafa yapmışlar, Sisi'nin gösterisinde çıkmış hani, Onuncu Yıl Marşı Okunmuş, Herkes Ayağa Kalkmış (başharfler bile). Süper bir laf koyacaktım, televizyonda Project Runway var, arada ona göz atıyorum ve akabinde ilgim paramparça oluyor.
Bottomline is; Oray Eğin'i sevmiyorum. Sezen Aksu'ya sokuşunu sevmiştim, though. Kraliçe arı olmuş, onbeşinci kalite "yalarım, yutarım, yirim, ohş" şarkıları dağıttığı sesi olmayan abi/ablaları da mitoz bölüyor, kulağımızı yarıyor zaten. Yazdığım yorumda da bir cümlede Sezen Aksu dokunulmazlığı geçiyordu, ondan herhalde işte, beni de Oray sanmışlar. Bu arada Oray Eğin'in Ayşe Arman'la röporajına da illet oldum okudukça. Hırçın hırçın laflar etmiş Oray Eğin. Bir de Ayşe Arman'ın goygoyu var ki, hani bilmezden gelerek, tecahül i arif yapıyor. "Ay hiç mi egon tükenmez senin? Ay ne enteresan bir insansın! Ay hiç korkmuyor musun allasen böyle marjinallikten?" falan, okuyucuyu yönlendirmeler had safhada. Which is, again, fine with me. O kısmı geçelim. Yani beni asıl illet eden şey Türkiye'de belli bir tarzda eleştiri yazmanın ismi hep aynı: Perihan Mağden tarzı. Kelimeleri bitiştirmek mesela, Perihan Mağden'i hiç okumadan yaptığım bir şeydi. Böyle harf-kelime oyunlarını ifadeyi güçlendirmek için kullanıyordum. Kimsenin aklına gelmeyecek, muhteşem yaratıcı bir şey değil tabii ki. Öyle bir iddia da yok. Sonra Perihan Mağden okudum, sevdim. Daha köşe yazılarını okumadan, bir kitabını okuyup sevmiştim, Haberci çocuk cinayetleri miydi ismi, yalan olmasın şimdi. Sonra köşe yazılarını okudum Radikal'de, o zaman bu bitiştirmeleri, harf büyütmeleri gördüm. E iyiymiş dedim. Bu patenti alınacak bir şey değil, o yapmış, ben yaparım, bir diğeri yapar. Aynı şeyi yazmadığımız sürece farketmez. İlmini, hukukunu okumuşum bu işin ben. Bana mı öğretiyorsun?
Arkadaşlarım okuyorlar mesela yazdıklarımı. İster yıllık yazım olsun iki satırlık, ister bir konu hakkında döşediğim bir eleştiri yazısı, veya (o zaman blog yoktu tabi) deftere yazdıklarım. Birden "AAAAA Perihan Mağden gibi yazıyorsun." oluyor. Onların derdi kelime bitiştirmem değil bunu söylerken. Vurgulamak istedikleri o saldırganlık, hazırcevaplık veya konuyu ordan oraya bağlamadaki çabukluk veya lafı uzatmadan hem alaycı dile getirme. Ben onları anlıyorum gerçekten. Gidip Küçük İskender'e benzetselerdi ölürdüm üzüntüden misal. Ama Perihan Mağden, akıllı, entellektüel bir insan. Arada ne yaptığına anlam veremesem de, genel itibariyle benzemem fena bir şey değil benim için. Onu anladık. Bir de üstüne Oray Eğin. Yahu "Herkes gibi mi yazmam gerekiyor anneeee yaaaaaağ, niye beni anlamıyolaeeaaarrrrr" mı çekicem. Banane ulan. Gidip her şeyi kategorize ediyorsun. Kelime, cümle kalitesini, başka örneği yok diye gidip ona iliştiriyorsun, "ulan" yazdım diye Sezyum oluyorum, bitişik yazınca Mağden oluyorum, derin yazdıysam üşenip okumuyorsun zaten de..
Şimdi şu olayı kabul edelim;
Ekşisözlük bir araba, bir tır dolusu alaycı, hırto tipin gelip bir sözde edebiyat ve terminoloji yaratmasına yol açtı. Bunların illa gazetede yazmasına gerek yok da, böylece bir kültür oluştu. Kendinden uzaklaştırarak, sözde objektif bir soyutlamayla elma entrysinde bile "kırmızı bir meyve olup" basitliğinde tanımlamalar, televizyonda gördüklerini naklen "Okan Bayülgen" başlığının altına "şu an itibariyle telefondaki kadına bağıran şahıs" sıradanlığında yazdılar, milyarlarca kelime salatası yaptılar. Böyle bok tiplerin yarattığı "ver yiyim ört yatiyim" zihniyetindeki suya sabuna dokunmaz eleştiri entrylerini, saçmalıklarını okudukça alaycı laf sokuşlarda gençlik birbirine tur bindirmeye başladı. O zaman da ak koyun kara koyun karıştı işte. Kimin konu hakkında gerçekten bir fikri var, kim sadece yazmak için yazıyor belli olmadı. Sonra da gençliğin ortak dili oldu. İletişim böyle kurulur oldu.
Otisabi diye bir tip televizyona çıktı misal, "biz bu siteyi sadece kurduk ağbi, ne yazdıklarından vallahi ben mesul değilim ağbi" dedi, küçüldü, ağzı kurudu. Boxerla bilgisayar karşısında üzüm yerken bir yandan televizyonda izlediği Reha Muhtar'ı acımasızca (ki acımasın, banane) eleştirmek çok güzeldi de, karşısında görünce bir apıştı bir apıştı, izlerken ben bile utandım. O da utanmış olacak ki olayı piçliğe vurup Deniz Akkaya'ya asıldı, ki olay "olllluuummm öyle karının karşısında hepinizin dili tutulurdu lan, taş gibi lan, bi baktı lan" düzeyine gelsin de ne kadar bilgisayarbaşındakont, gerçekhayattamont olduğu ortaya çıkmasın. Şimdi böyle bir ırk var işte karşımızda. Gidip kendi nickinin altında kendi entrysine "13 Kasım itibariyle Silifke'de erbaş olarak askerliğini yapacak olan şahıs." yazan bokkafalar var. Her yerde var üstelik. Bu adamlar da alaycı, bu adamlar da eleştirel. Hele şimdi son kadro alımıyla (ki yakında KPSS açacak herifler yazar almak için bu gidişle) Fethullahçısı bile var. Herkes ölümüne alaycı. Alayına gidiyor. Benim alaycılığım, benim eleştirilerim, benim laf sokuşlarım da bu esnada güme gidiyor. Olması gerekenden az, olması gerekenden çiğ, olması gerekenden az orjinal görünüyor belki. Ben bir şey iddia etmedim ki. Buyur ettim kafamın içine, gel oku. Okumayacaksan da okuma.

12 Aralık 2008 Cuma

Bona notte kamarade

"Ciğerim içerde bir Arap şeyhi var, vallahi psikopatın allahı. Yedi bitirdi beni, FELLAH, öldüm bittim. Bak İtalyanca'yı da bitirdik, 7 dil oldu toplamda. Necmi, nasılsın canım benim."

Önceki günden beri 8:20'de başlayan şu repliği belki bir milyar kere izleyip, o "fellah-öldüm bittim"lerdeki ağız peltekliğine, o abartmacılığa, o gözleri pörtletmeciliğe bayıldım, o her cümlenin bir diğerinden bağımsızlığına kahkaha ata ata, anıra anıra güldüm. Kim izlese "aaa amcam, aaa dayım" diyor. Anlaşılan her ailede bir Samim var.

10 Aralık 2008 Çarşamba

Şeymonmi

Nurhan Damcıoğlu'na benzeyen estetik manyağı bir kadın vardı Buzda Dans yarışmalarının birinde. Bilmeyenler için parantez de açayım; bu yarışmalarda bir türlü ünlü olamamış, ünlü olmak için yola çıkmış, Unkapanı kapıları eskitmiş veyahut Mehmet Ali Erbil'den daha kötü bir Mehmet Ali Erbil imitasyonu olmak üzere "şişe-git duvara işe" sığlığında tekerlemelerle olsun, Televole'lere "Cem'i beğenmiyorum, Şahan beş para etmez" gibi sanki bu bahsettikleri eşi dostuymuşcasına laflar edip bir yerlere gelmeye çalışan tipler var. Ay böyle yazınca da bu adamların varlığından epey rahatsızmışım, epey gocunmuşum, sanki ben onlardan biri olmak istemişim gibi şeyediyor, değil mi? Değil diyen arkadaşlarla yola devam edelim.

Buzda da, hayatta da kaymış bu arkadaşların yanına Olimpiyat dereceli illa ki Bulgar, Ukraynalı, minik ayaklı, ohş efektleri içinde izlenecek ablalar veriyorlar. (Buz pateni esnasında kayan kız patencinin eteğinin dekoratif olması ve altındakinin teknik anlamda külot sayılmadığının ayırdına varmaksızın erekte vaziyette izlemek bir Türk erkeği klasiğidir.) Kız olanlarına da muhakkak ki Doktor Bilal tadında, ne giyse, ne yapsa bize erkekliğini hissettiremeyecek abiler hoca atanıyor. Al sana ucuza reyting. Zaten Sovyetler Birliği dağılınca ilk açılan Benetton'da kilometrelerce kuyruk oldu, çocukken tüm devlet başkanlarının saçı kazınsa altından kuş kakası motifli iz çıkacak sanmama sebep olan Gorbaçov da Pizza Hut reklamlarında oynadı. Bu dağılmış birliğin mağdur ülke sakinlerinden her biri doktor, her nasılsa. Diplomayı gazeteden kesip alıyorlar galiba. Ülkesinde doktor AMMMAAAA Türkiye'de fahişe. Bize ne ulan, olmasaydı. Şeye sürülecek akıl yok böylesinde. Doktormuş ama gelmiş seks işçiliği ediyormuş. Doktormuş ama burada yatalak hasta bakıyormuş. Öyle ki 100 dolara ölü hastan olsa ona bile bakarmış.
Bizim arkadaşın ananesi felçli, feci bir vaziyetteydi demiştim ya, işte onlar sayesinde çok piyasasını öğrendim bu işin. "Temiz de, özenli de, ama bazen eşya çalıyor" diye anlatırlardı. Bir tanesi evin babasını tavlamak için kombinezonla geziyormuş gece evde. Diğerini sabaha karşı pezevengi alıp götürmüş, kapıyı neredeyse kırarak.
Neyseciğime, bunlardan doktor olmayıp fahişeye dönüşmeyenler kayıyor işte bu programda. Ünsüzlerle beraber. Programın ismi de Ünsüzlerle Buzda Dans. HA-HA. Ünsüz. D. Ünlü. E. Bir kelime bir işlemdeki o donuk, neredeyse bilgisayar ses hala kulaklarımda.
Bu Nurhan Damcıoğlu benzeri (ki kendisi çengi geçmişimi ele veriyor, belli yaşa gelene kadar televizyon ünlüleri arasında favorimdi Damcıoğlu, o işvesi, o cilvesi, dans mı ediyor, seks mi ediyor belli olmayışı beni benden alırdı) ismi de Sema Çelebi'ymiş şimdi baktım, bir keresinde azar çekiyor hocalardan birine. Artık reyting için mi, yoksa ıstakoz satıcılığı yapan sosyetik bir bayan olmasından mı, bilmiyorum. Azar Türkçe tabi. Ama Çelebi enternasyonel bir insan elbette. Bunca sosyetik Aspen'de kaymalarından yola çıkarak beter bir kayak/paten bilgisine sahip olduğunu iddia ediyor. Hocaya yapıştırmaz mı şak diye "Shame on you!". Çok ciddiyim ki, televizyon tarihinde ayağa kalkıp alkışlama isteğimi tetikleyen bir andı. Bu bayanın işi çevirmene bırakmayıp azarı naklen ve simultane biçimde çevirmesi, şahaneydi. Yarı yaşındaki pert kraliçesi Ayşarman'ın "koüngrecüleüyşuns"larının ardından.. Ya şimdi Ayşarman deyince, hakikaten ona da ne biçim dolmuşum, anlatamam. Her yanından cahil cesareti fışkıran bu manyakça cahil insana öyle bir nefret duyuyorum, kelimeler kifayetsiz kalıyor. "Entel kaynanam, zengin kocam, Dubai'de evim var. Artık başım dik olmalı. Hep medeni cesaretli gibi durayım, bilmesem de konuşayım, ahkam keseyim. Bu ülkede kim kaçtan satsa o fiyat tutuyor nasılsa." gibi bir tavır seziyorum ve illetleniyorum. Kısa kesiyorum, ana konuya geçiyorum. Hakkaten bir konuyu öyle geniş açıdan anlatmaya başlıyorum ki, yan konu ana konuya dönüşüyor, değil mi?
Ha işte. Çelebi'nin "Shame on you" ünleminden kendime pay çıkararak şeymonmi dediğim anlar yaşandı az önce.
Ya.. Şimdi şurdan başlayalım..
Benden küçük yaşta bir takım kızlar var. Takım derken abartmıyorum. Bunlardan takım takım var hakikaten. Bu kızlar diyelim ki benden kafadan 4-5-6-7 yaş küçük falan.
1) Hep aynı tür şeyler giyiyorlar.
2) Saçları başları hep aynı görünüyor. Koyu kahve/simsiyah saçlar ve fırça kahküller, ZekiMüren güneş gözlükleri falan. Aynı hikaye. Anlatmama gerek yok. Bir dönem ben gençken lisede falan kızların siyah tayt üstü Harley Davidson çizme+Tweety'li tshirt forması vardı mesela. O zaman onlara tiki denirdi, bunlara bişey deniyor mu bilmiyorum.
3) Aynı şeyleri dinliyorlar, Babylon'da konserlere gidiyorlar, ama bir yandan da asortik ve çarpıcı zıtlıkta mesela diyelim "Zeytinli Türkü Festivali"ne gidiyorlar ve sonrasında "AHUAHUAHU ne güldük abi yaaa" başlığı altında mesela sağda solda birbirlerinin Facebook'una, bilmemneyine, umuma açık bir biçimde mesaj atarak şov yapıp, yaptıklarının MANYAKLIĞI ve zıtlığını pekiştirmeye çalışıyorlar.
4) Bu kızların hepsi Boğaziçi Üniversitesi'nin belli bir bölümüne giriyorlar, REKLAM OLMASIN DİYE İSİM VERMİYORUM.
5) Hepsi manyakça sosyallikleri ve 3 dilliliklerinden faydalanarak medyada bir çıkış yakalıyorlar. Kah Elle ayın stajyeri, kah Bant ayın yazısı, kah edebiyat dergilerinde bilmemnecilik, RadyoBoğaziçinde diceylik falan filancasına. Sonra bunlar on yıl sonra kariyer sahibi oluyorlar. "On yıllık gazeteciyim, on yıllık radyocuyum" oluyorlar.
6) Hepsi küçükken bilime meraklı, hepsi küçükken astronot (işte şeymonmi paragrafı) olmak istemişlermiş. Hepsi küçükken Bilimteknik okumuşlarmış. Hepsi biliyor ki tecavüz mahalinden yeni kalkıp gelmiş gibi görünmelerine rağmen içlerinde bir deha olduğuna inanmamız onları daha sofistike hale getirecek. Bu, temel çıkış noktaları. Biz diycez ki böylece, "VAY BEEEE, NASSI ALTER, NASSI ÇILGIN, NASSI HAP GÖTÜRÜYOR, OT TAKILIYOR, HEM TAYT DA GİYİYOR, The Long Blondes'daki ablalar gibi görünüyor AMAAAAA hem de akıllıymış bak, bilimteknik falan diyor." O kadar meraklıydıysan sıksaydın kıçını, gireydin Boğaziçi Bilgisayar Mühendisliğine, baksaydın ki orda erkek başına düşen abla sayısı 1/16. O erkekler de zaten erkek değil. Patates soğan. Orda söker miydi ulan bu tafralar? Söker miydi altalta yazdığın şiirimtrak, ne kadar sanatsalımtrak saçmalamaların? Söker miydi? Ben cevabı veriyorum burda, ama sen görmüyorsun. (Terbiyesiz Elmira) Ben bu insanlarla, ben bu yavrularla bu son paragrafta yazmış olduğum Bilimteknik, astronotolaydımcılık falan paylaşıyorum diye kendimden tiksinir hale geldim. Bu küçük elli, küçücük yaratık elli kızların hepsini "Yoga yapıyorum, positive mental attitudela ilgileniyorum" diyip kısa saçlarına krem renk saç bantları taktıkları, bizimkinden çok farklı efil efil nane şekeri gibi bir hayat yaşıyormuşcasına göründükleri, soluk renkte bluzlar giyip, hep bronz ve hep inci dişli "kadınlığımın doruğundayım" 35 yaş dönüşümlerini görmeden tedavülden kaldırmak istiyorum. Bak bunların yeterince güzel olmayanları, defolu malları Nur Çintay oluyor. Kes. Kimsenin konuşmaya hakkı yok.
Şeymonmi. Ben bıraktım bu işleri. Küçükken Bilimteknik okudum ama o günler geçti. Küçükken Gırgır da okudum, Fırt da. Memeli kadın, popolu adam karikatürleri de okudum. Pipileri hiç gösterilmiyordu ama, bak söyliyim. Astronot da olmak istedim, matematikçi de. Her çocuk ister ama galiba. Kafan gelişirken böyle şeylere heves edersin galiba. Bu bir vitrin vesilesi olmamalı. Sayılar, öğrenmek için baya efor harcadığımız bir alfabe. İnsan küçükken birden çok dil konuşmak istiyor. Sayıların dilini de merak ediyor. Kendini o dünyada da tanımlamak istiyor. Ama bu demek değil ki hepiniz fizikçi, hepiniz kimyager. Aslan gibi ablalar var bak, matematikçi. Siz olamadınız. O zaman ordan da parsayı toplamaya çalışmamak lazım. Sen milletin ekmeğiyle oynuyorsun. Gerçi oynadığı ekmek de yok, zavallım o bilgisayar mühendisi, kimya mühendisi ablalardan bir tane senin gibi alteri çıkmıyor be anacım. Hepsinin en güzel hali, bir üniversite mezuniyetinde, bir de düğününde fotoğraflara hapsoluyor. Ben bu fenmatatik bölümlerinde bir adet güzel abla göremedim, perto hepsi. Azcık geometri bileni de işletmede okudu, sen kaçırdın o treni. Üniversitenin en güzel kızları işletmede OLUMM, hem tırnakları manikürlü, hem isimleri pamuk pamuk, kah Selina, kah Melisa, hem anaları babaları şımartmış diye ağır ağır konuşuyor, el yazısının karakteri yok, iri iri, yayık yayık yazıyor. O kızları kaçırdın. Hepsi çoktan evlendi. Balayına Kanarya Adaları'na gitti. İşe girdi, arabasını aldı, kendini haftasonları için Şarap Eksperliği kursuna da yazdırdı. Onlara ayrıca kafam girsin.
Amaaan, içimi baydınız ha. Ben bi alt kata ineyim.

8 Aralık 2008 Pazartesi

Oşt Küpek!

Köpek diye burs veren amcalara girişmişken hemen belirteyim; Serhan'la şahane bir köpek fuarına gittik burada ve dörtyüze yakın fotoğraf çektik. Köpek, insan için bir sıfata dönüştüğü anlar haricinde çok sevdiğim, değerli bir büyüğümdür.
Kuciş kucişe, dudiş dudişe. Sona koyduğum iki fotoğraf da tüm sevenlerime gelsin. Esen'le sefamız olsun anları.

Sakses stori

Şu burs denen kuruma kafam girsin.

Başarılı çocuğa burs verilmez. Ben geçsem şu kurumların başına var ya, iki senede yüzde binbeşyüz kara geçirtirim. Bak, başarılı çocuk zaten başarılı. O, sen burs vermesen de yolunu bulacak. 4 üzerinden 3 ortalama yapıyorsa bir adam, o adamın sırtı yere gelmez ki. Sen burs vermesen başkası koşşa koşşa verecek zaten, bu belli bişey. Gidip en yanlış adama veriyorsun, farkında değilsin.
Ben burs veren bir vakfın başında olsam, başarısız adama burs veririm. İşte sana success story. Vericeksin bursu, adam da sorumluluğunu bilecek, kendine güveni gelecek, "istersem dağlar yerinden oynar" diye çalışacak, hadi diyelim çalışmadı, işe girecek senin bursunu referans gösterip. Sonra sana karşılığını da ödeyecek, paraya da para demiycek. Biri için en azından fark yaratacaksın. Birinin hayat akışını değiştireceksin. Az şey mi?
Ama yok, gidip mal gibi adamlara bursları akıtın. "Final'le kazanacaksınız" formatlı adamlara bursları akıtın. O adama Sabancı'da da bedava laptop verdiler, sen de bedava yurtdışına gönderiyorsun. Bizim gibi Hayta İsmailleri de Türkiye'ye hapsediyorsun. Öyle malı ha yurtdışına göndermişsin, ha yerel düzlemde kariyer yaptırmışsın, ne farkedecek? Kenya'ya da koysan adam yine doktor, yine bayık doktor, yine yine yine mühendis. Adamı nereye koysan kariyeri değişmiyor. Okuyor da okuyor. Okuyor. Uygulayıcı oluyor. O adam yaratamaz, o adam uygular. Kuralı öğrenecek, daha advanced kuralları öğrenecek, sistemleri öğrenecek, onları uygulayacak. O adamda başka kural yaratabilecek yaratıcılık bile yok. Raylı sistem. Gidip gelecek, bunu göremiyor musun, MAL.
Ağbiycim, sen versene o parayı bana. Bana yatırım yapsana. Belki 4 üzerinden 3 alamadım ama inan kalbim çok temiz. Mehmet Öz olmuycam, falanca filanca olmuycam, tıpta Nobel almıycam ama belki çok başka bir olayım olacak, dünya çapında sonuçlar yaratmayacak. İlgim dağınık, dikkatsizim, kolay odaklanamam, ama bunlar beni başarısız mı yapıyor hakikaten? Hapsettiniz ulan beni bir ihtimale, bu ihtimale. Açık portum da var, biliyorsunuz. Zaafım da var. Akıl da uçan balon misali, biliyorsunuz tabi. CV'ye bakınca her şeyi görüyorsunuz. Siz gönderin ulan CVnizi bana, siz başvurun, "bursumuzdan yararlanın hamfendi" deyin, ayaklarıma kapanın KÖPEKLER!
Şu Stockholm'de kalamazsam İstanbul'da hepinizi falakaya yatırıcam, bilesiniz. Pipileriniz düşene kadar elektrik vericem. Hepinizin canına okuycam. Merhamet dileneceksiniz.

3 Aralık 2008 Çarşamba

Stockholm syndrome


Yo La Tengo'nun Stockholm Syndrome diye bir şarkısı vardı, ordan esinlendim. Ben aslında ne demek bilmiyordum. Geçen gün bir filmde geçince anladım, ikinci kere başka bir filmde veya bir makalede geçince pekiştirdim. Hemen kendimle özdeşlik kurdum. Cin fikirli bir insan olarak acaba bu sendromun ismi Stockholm'ün benim gibi başka insanlara da başta antipatik, sonra muhteşem gelmesinden kaynaklanıyor mu, acaba Stockholm başta bizi esir alıyor, biz de zamanla bu esarete alışıp aşk mı duyuyoruz gibisinden Viktor Hügolaştım.
Kütüphaneye geliyorum ya; ilk yarım saat-kırk beş dakikayı kafadan yok sayacaksın. Afyonum patlamıyor. Gece yatmadan önce aklıma gelen saçma şeylerle ilgili araştırmalar yapmak istiyorum o anlarda. Sanki uzmanı olucakmışımcasına. Ders çalışmayı geciktiren bir durum olsa da, kafamı toplamamı kolaylaştırıyor. Dün sabah da bu anlarımda sendromun isminin nerden geldiğini öğrenmek için wikilerken bir de baktım ki oradaki örnek Stockholm sendromu olaylarını, kurban ve faillerini murderer.com, realkiller.net gibi gore ortamlarda araştırdıkça araştırıyorum. Kütüphanedeyim diye bir yandan da millete rezil olmayayım kaygısı, etrafa tekinsiz bakışlar, monitörü elimle itip itip kakmalar.. Arkamda oturan var, yanımda oturan var, bir baksa monitöre abuk subuk fotoğraflar, katillerin dava eskizleri vesaire. Manyak sanacaklar, alter sanacaklar, satanik sanacaklar. Satanik dedim, aklıma ne geldi, Stockholm'de bu ay 5 siyah kedi öldürülmüş, ya. Yerel gazeteteden kırık İsveççemle okuyup öğrendim. Bu işte sataniklerin parmağı olduğundan neredeyse eminim. Ama İsveç'te her satanik olayda basacak bir Akmar Pasajı yok elbette. Sineye çekiyorlar.
Ne diyordum, sonra bu sabah trende bir çocuğun yanına oturuyorum. Elinde The Economist. Kendisi de 3-piece-suit bir görünümde. Para piyasaları ve oklu çeşitli grafiklerine sol omzu üstünden dikiz atarken bir de baktım 74. sayfada Stockholm Syndrome diye bir başlık. İkinci kere bu sefer kendiliğinden karşıma çıktı. Şimdi anlatınca çok da bomba bir hikaye değil. Ama yazdım bir kere, silmeye üşeniyorum desem. Bir de üstünden zaman geçince belki beğenirim, ay iyi ki yazmışım diyebilirim. O an hakkını veremeyip, sonradan okuyunca çok hoşuma giden minik tespitlerim oluyor çünkü. Harcamıyım. Ben bunları lüpür lüpür yazıyorum, sonra kökü kurusa nerde neyim var unutulacak. Günah.
Asıl benim diğer bloga yazacağım iki adet başlığım vardı. Ama şu anda ders çalışmam icap ediyor. Tekrar gelicem.