25 Ağustos 2012 Cumartesi

Uyuyayazmak

İsveç'teki evde "şark köşesi" adını verdiğim, oturma odamızın uzak köşesinde, üstüne oturunca tüm odayı kuş bakışı gördüğümü hayal ettiğim bir koltuğum vardı. Gece Serhan uyuduktan sonra yataktan sessizce kalkar, parmak uçlarıma basarak oturma odasına gelir, kucağıma laptopı alır, şark köşesinin başucundaki abajuru yakıp sabaha kadar bir şeyler yazardım. Bu evde, belki psikolojik olarak henüz kendimi buralara ait hissetmediğim için, öyle bir köşem yok. Yazmak istediğimde oturduğum en rahat koltuk maalesef odayı ikiye kesen bir açıyla karşı duvara bakıyor, ayağımı bir sandalye çekip uzatmak istesem televizyon seyreden Serhan'ın önünü kapamış oluyorum. Halbuki İsveç'te aynı odanın içinde iki kısım varmış gibi, o kendi işini yaparken ben hiç ortalığı karıştırmadan köşeme çekilebiliyordum. Şimdiki evimizde genellikle yatak odasına geçiyorum ve pozisyonumdan pek memnun olmadan iki büklüm veya yatarak yazıyorum. Bu gece ilk kez tıpkı İsveç'teki gibi kalkıp yataktan salona geldim. İki ayrı abajuru yakarak koltuğa oturdum. Oturmadan evvel koltuğun önüne çektiğim sandalyenin üstüne bacaklarımı uzattım. Bakalım burada şark köşesi formülü tutacak mı? Bakalım kendimi yeterince deşarj edebilecek miyim? Neden, çünkü az önce, farkında olmadan sürekli iş hakkında düşündüğümü fark etmemi takiben ufak bir hesap yaptım: 35 saatlik (artı haftada 5 saat öğle yemeği molasını da eklersek 40, yolda geçen saatlerimi de katarsak 50) haftaiçi koşturmacası ve iş stresini haftanın bana kalması gereken saatlerine de yaymış durumdayım. Hatta öyle bir şey ki, haftaya gideceğimiz denizli-güneşli enfes tatilde bile içten içe iş stresi yapacağımı şimdiden görebiliyorum ve bunu durdurmam gerektiğini biliyorum. İncecik bir kağıdın üstüne mürekkep damlattıktan sonra o küçük noktanın giderek genişleyip beyaza tecavüzünü izlemek gibi, sonu yok bu yayılmanın. Kağıt ne kadar müsaade ederse, mürekkep o son beyaz noktaya kadar gidecek ve hatta bir yerden sonra beyazlığı absürd kılacak. Stres de aynı şekilde beni tüketip, varoluş sebebimi anlamsız kılana dek beni köşeye sıkıştıracak. Aynen öyle yapacak. Zaten dünyanın derdi ve günlük dertler insanı çok yoruyor, bir de elle tutulan, gözle görülen ve cep dolduran bir iş yapınca, onun stresi bunların duygusallığının ötesinde bir aciliyetle can sıkıyor. Stresle baş edebilmek için haftada beş gün spor salonuna sığınmaya başladım, ama bu sefer yazma faaliyetim ve diğer faaliyetlerim sekteye uğruyor. Günlerim stresin kaynağı olan işe gitmek ve o kaynağı kurutmak için yaptığım türlü sporların ardından çöken fiziksel rahatlama ve yorgunlukla alelacele banyo yapıp kurumamış saçlarımı atkuyruğuna toplayarak bir an önce sıkıntılı bir uykuya yatmakla geçiyor. Pazartesi günü Salı'yı, Salı günü Perşembe'yi bekliyor, Perşembe ne olur Cuma'nın gelmemesini ve böylece haftasonunun lütfen hiç bitmemesini istiyorum. Haftasonu gelince de Cumartesi sabahından bir hüzün çöküyor bana; Pazartesi yapılacak işlerin stresinin yanık kokusu daha Cumartesi'nin tertemiz, el değmemiş, güpgüneşli gününde burnuma geliyor. Hemen yakın arkadaşlarımdan biri olan Tolga'nın bundan on sene önceki sıkıntılarını hatırlıyorum: Cumartesi akşamüstüsü sabırsızlıkla eğlenmeyi bekleyen neşeli adam, gece sabaha bağlanır ve biz Bambi'de döner yerken bir anda korkunç mutsuz, sevimsiz bir insana dönüşür, sarhoş kafayla sığındığımız evinden Pazar sabahı bizi bir an önce postalayıp panjurları kapatarak hüzne gömülürdü. Gördüğüm en dramatik Pazartesi sendromuydu bu, kesinlikle anlam veremiyordum. Çünkü haftanın her günü aynı güzel şeyleri yapan bir üniversite öğrencisiydim. Haliyle Tolga'nın şu tepkisi, ertesi gün gidileceği için ölümüne streslenilen bir ofis, konsept olarak, benim aklıma yatmıyordu. Halbuki şimdi hakikaten bazen Pazar günleri panjurları, jaluziyi sıkı sıkı kapatıp yatağın üstüne yüzüstü uzanıp uzun uzun iç çekerek üzülmek geliyor. Yani hafta benim için Pazar gününden başlamış sayılıyor ve Pazar günkü mesaim için para bile almıyorum.

İşte bu yüzden birkaç hafta önce otobüs ofis binasının önüne gelmeden hemen önce bu yılların benim için şu otobüse binip adeta raylı bir hat üzerinde gidip gelmekten ibaret olmaması için daha da çaba göstermem gerektiğine kesin karar verdim. İşi bırakamayacağıma göre (elbette), işi madem özel hayatıma taşıyorum, o halde özel hayatımı da işe taşımam lazım ki bu dengelensin, dedim. Böylece sabahları işe gelene kadar iş haricinde her şeyi düşünüp, işe geldikten sonra da her fırsatta bu düşüncelere aklımda geniş geniş yer veriyorum. Elimi korkak alıştırmayayım diye arada Google Documents açıp not da alıyorum. O mürekkep lekesini kağıttan mümkün derecede temizlemek ümidiyle.

Bu yazı da aynı ümide hizmet etmesi için, kendime sözümü belgelemek için yazıldı.

Şimdi uyuyayım da, yarın Pazar enseme yapışmadan onu mat edeyim.

22 Ağustos 2012 Çarşamba

Şiirden anlamayan

biriyim. Gururla söylemiyorum, denk gelemedik. Yalnız elbette hayat damarlarımdan biri kopuk vaziyette, ruhsuz ve renksiz yaşamıyorum. Düzyazının ifade ettikleri bana şiirin kendisinden daha "şiirsel" geliyorsa bile, bazen şarkı sözlerini durup düşündüğümde içimin gıdıklandığı oluyor.

Biraz eski püskü kaçacak, ama bugün tekrar dinlerken fark ettim; bu şarkının sözlerini çok seviyorum. Böyle derdini güzel anlatacak şiir yazılacaksa varsın yazılsın. O yüzden ortaya koyuyorum, isteyen tabağına alsın (yalnız zeytinyağlıya metal kaşık girmez, biliyorsunuz, sulandırır. Mümkünse servis kaşığıyla).

I'm a dog shaped ashtray
I'm a shrugging moustache wearing a speedo tuxedo
I'm a movie with no plot
Written in the back seat of a piss powered taxi
I'm an imperial armpit, sweating Chianti
I'm a toilet with no seat, flushing tradition down
I'm socialist lingerie, I'm diplomatic techno
I'm gay pastry and racist cappuccino
I'm an army on holiday in a guillotine museum
I'm a painting made of hair, on a nudist beach
Eating McDonald's
I'm a novel far too long, I'm a sentimental song
I'm a yellow tooth waltzing with wrap around shades on
Who am I? I am Europe.

"Okumam yazmam yok" diyenler için:


Bu arada bir sonraki dersimizde varoşlardan çıkan olimpiyatçılarımızdan bahsetmeyi planlıyorum. Derse girmeden biraz Hurriyet.com okursanız, eminim daha kolay adapte olacaksınız. "Sen bize ders mi vereceksin, başımıza hoca mı kesildin, düdük?" diye sorduysanız da, hala öğrenemediniz, ben sadece sınıf başkanıyım. Elçiye zeval olmaz.

19 Ağustos 2012 Pazar

Yaban kızın zaferi

Ergenken yaban bir kızdım. Aklı başında, çok okuyan, boş durunca canı sıkılan ve öğrenmeye iştahı hiç tükenmeyen her ergen kız gibi. Sanki damardan yeşil bir canavara dönüşmeni sağlayan bir tür zehir zerk ediyorlar, hormonlar ellerini, kollarını, beynini, zihnini ele geçiriyor ve daha on yıl öncesinde kaydıraktan kayarken eteğini iki yandan içe katlayıp "Ha-nıme-fen-di-kııız" diye kendi kendine şarkı söyleyen o uslu çocuğu brütal vokal yapıp, kapı çarpan bir yaratığa dönüştürüyor. Ben de dönüştüm. Annesi, anneannesiyle, iki teyzesi ve dayısı, aynı zamanda en yakın arkadaşları olan kuzenleri, geniş ailesiyle, sevgi içerisinde büyüyen bir çocuktum halbuki. Her şeyi güzel, çok güzel ve netlikle hatırlıyorum.

Sonra bir gün hazırlık sınıfındayken bizi öğle yemeklerinde üstünde 1'den 31'e sayılar yazan kartı ayın hangi günüyse onu işaretleyerek soktukları yemekhaneye çağırdılar. Bırak Boranatolyın Hayskul'dayken. Bizi, altıncı ve sanırım yedinci sınıfları. Sadece kızlar gelecek, dediler. Erkeklere minik pipişlerini kaşıyarak spekülasyon yapmak düştü. İtiş kakış ve ders kaynıyor diye yarı sevinçle ağır yemek buharı kokan yemekhaneye doluştuk. Şimdi tam detayını hatırlayamıyorum; her birimize birer paket Orkid ve bir de broşür mü bırakmışlardı, yoksa küçük bir broşür elden mi dağıtıldı? Sadece o broşür elimde eve geldiğim, yatağın üstüne yüzüstü uzanıp fotoğraflarına bakarak uzun uzun incelediğim aklımda. "Adet" diyor, "ruh hallerinde yarattığı değişim" diyor, otuziki diş gülümseyen kızlar fotoğraf altlarında "Başta çok zor, çok ağrılı ve acılıydı. Hep duygusaldım. Ağlayasım geliyordu" diyorlar. Annem adet olmak nasıl bir şey anlatmıştı, ama böyle ağlayacağımı, yastığıma sarılıp müthiş acılar çekeceğimi falan hiç bilmiyordum. Tabii çok şaşırdım. Zaten yeterince el-kol-bacak uzaması yaşıyorum, kemiklerim ince ince sızlıyor, boy atmışım, sınıfın uzun boylu kızlarından biri olmuşum (neyse ki sonradan bu durum diğerlerinin de boy atmasıyla düzelecek), bir de ağlamaya halim yok. O an işte, uysaldım. Birkaç ay sonra kış geldiğinde, içime tuhaf bir his çöktü bir gün. Tuvalete gittiğimde ilk kez regli olduğumu gördüm. Huysuz veya üzgün hissetmiyordum, sadece bebek yorganı büyüklüğündeki o eski pedleri bacaklarımın arasında tutmakta bir hayli zorlanmıştım.

Yani yabanlık regliyle başlamadı. Tam hatırlamadığım bir kendinden, vücudundan utanma evresi oluyor, belki o sırada.

Annem sportif aktivite olsun diye Fenerbahçe'nin voleybol kursuna yazdırmıştı beni (ama eminim ki aslında zaten gitmek istemiştim, belki anneme yalvarmıştım bile). Elli kadar kız, kış vakti, büyük bir spor salonunda ikili gruplara ayrılıyor. Herkesin elinde bir top, karşılıklı paslaşıyorlar, türlü hareketler yapıyorlar. İnanılmaz uyumsuz hissettim o an, daha kapıdan girdiğim gibi. Belki o kadar kızın aynı anda "Bu da nereden çıktı be?" bakışı beni utandırdı. Hayli büyükler vardı aralarında, adları her nedense hep Begüm, Buket, Demet, Selin falan olan kalın, kaslı bacaklı, iri yarı kızlar olur ya hani voleybol/basketbol takımlarında, aynen öyle tipler. Begümler, Demetlerle aynı soyunma odasında soyunup giyiniyoruz ve ben inanılmaz utanıyorum. Her işi biliyorlar gibi geliyor onlar, ben hiçbir işi bilmiyorum gibi. Onlar vücutlarını nasıl da alışkın kullanıyorlar, bakımını tereddütsüz bir serilikle yapıyorlar. Soyunup giyinirken ne kadar doğal hareketleri. Ben elimi nereye koyacağımı hiç bilmiyorum. Annem de, sağ olsun, duruma tuz biber olacak şekilde kurs çıkışlarıma gelip soyunma odasında kaloriferde ısıttığı ter bezlerini sırtıma sokuşturuyor. Sırtımda buruşuk duran bez kamburu zaten halihazırda hem duygusal, hem fiziksel şekilde buhar saçarken hepten beni bunaltıyor. Güzel sütyenleriyle Begümler kol altlarına deodorant sıkarken erkeklerden bahsediyorlar, ben, küçük Kuazimodo, hala elimden tutan annemle beraber soyunma odasından çıkıyorum. Belki orada başladı işte.

Eh, bir de kendine yabancılaşıyor insan. Yani aslında sadece başkalarına karşı bir yabancılaşma değil, kendine de. Sonra günlükler, defter tutmalar. Kendini kendine anlatmalar. İlk kez sana sunulan bir bilgiyi öğrenmiyor, kendi bilgini seçip kendin deneyimliyorsun ve elbette yalnız kalıyorsun.

Neyse, İpek Ongun'un gayriresmi bloguna dönüşmeden bur'lar, ilk sağdan ana caddeye çıkalım:

Hep böyle değildim, evet, ama bir gün artık yaban olduğumu fark ettim. Sadece arkadaşlarımla konuşmak, kitap okumak, sabaha kadar müzik dinlemek istiyordum. Onun dışında, bu yeni beni tanımayan, beni hala eskisi gibi sanan hiç kimseye katlanamıyordum. Eve gelen misafirler, bayram gezmeleri, mecburi sosyalleşmeler beni tanımak zorunda olduğum tek insandan, kendimden uzaklaştırıyordu ve bu durumu varlığımın akıbeti açısından inanılmaz tehlikeli buluyordum. Eğer nezaket uğruna bir başkası gibi davranmak zorunda kalırsam, ergenlikle beraber değişmiş DNA'm tekrar mutasyona uğrayacak ve bu sefer artık hiç bilmediğim bir insana dönüşeceğim, diye düşünüyordum. O yüzden insanlardan, küçük sohbetlerden, nezaket gereklerinden kaçıyordum. İçimde nereye akıtacağımı bilemediğim bir enerji seli zaten, çıldıracak gibi odanın içinde dört dönüyordum.

Üstüne bir de anne uyarısı konseptiyle tanışıyor insan. Suflör gibi alttan alta sürekli uyarı çakan, sinyal veren bir insan anne dediğin o dönem. Onu öyle yapma/Çantanı girişte yere atma/Ayakkabınla içeri girme/ Dolabını topla/Telefonu kapat/Yemekten önce gofret yeme/Külotlu çorabını tersten çıkarıp salonda bırakma/Islak havlunu koltuğun üstünde unutma/Saçlarını kurutmadan dışarı çıkma/Misafirlere hoşgeldiniz demeyecek misin/Misafirlere güle güle demeyecek misin/Saat geç oldu müziğin sesini kısmayacak mısın/Gitarını elinden bırakıp ders çalışmayacak mısın. Delirtici sıklıkta, herhangi konuda boyuna laf ediliyor. Bir kısmını duyuyorsun, bir süre sonra diğer kısmını duymuyorsun bile. Yalıtıyorsun duvarlarını. Böylece annemle arama dev gibi bir boşluk, yeni kimliğim girdi. Hem sonra sigara içmeye de başladım. Annemden gizli. Sigara içiyoruz, kuzenimle, arkadaşlarımla. Sigarayı çalışma masamın en üst çekmecesinin arkasındaki boşlukta saklıyorum. Kamyon şoförü gibi Camel içiyorum, neden bilmiyorum. Arkadaşım Camel içiyordu, ben de samimi bulmuşum o markayı herhalde, o iğrenç sigarayı içiyorum. Giderek evdeki hayatımdan uzaklaşıyorum kafamın içinde, kendimi inşa ediyorum, yeni yeni huylar türetiyorum, zevkim değişiyor, vesaire.

Bu böyle birkaç sene sürdü. Sonra lise biterken, belki her tür eşekliği, her tür asiliği yapıp katlayıp kenara koyduğum için, bana bir ağırlık çöktü. Bir sakinlik, artık kendimi yetişkin gibi hissettiğimden midir, hormonlarım düzene girdiğinden midir, olgunluk çöktü. Yanaklarımdaki son ergen kilolar o yaz aniden eriyiverdi, zayıflayıverdim, figürüm ortaya çıktı. Bir anda başka, daha kadınsı bir şeye dönüştüm. Zaten olgundum, kadınsılık da ağır ağır üstüme çökünce, belki telaşım kalmadı. Kim olduğumu biliyordum, daha daha kim olmak istediğimi de biliyordum. Yolu sadece yürümesi kalmıştı, sonunda nereye varacağım aşağı yukarı belliydi. Dolayısıyla, o yabanlık benden silindi gitti. Anne uyarısıyla değil, kendiliğinden. Kendimi bildiğim için dışa dönmeye başladım. Kendimi bir nebze çözdüğüm için, çevremdeki insanları merak etmeye, insanlarla konuşmaya, kendimden, fiziksel görüşünümden, entelektüel birikimimden emin oldukça başkalarıyla daha çok ilgilenmeye başladım. Hala eksik hisseden insanda öbür türlüsü oluyor herhalde, daha içine kapanıyor. Ben de bu sefer insanlığın tüm gereklerini eksiksiz yerine getirmeye başladım. Annemle kader ortaklığı sonra, o da başladı. (Marifet diye değil de, vaktiyle en büyük kavgalara sebep olan meselelerden sayıldığı için iki örnek vereyim burada: Uyumadan önce annemin odama gelip dediği "Yarın sabaha benim için bir sigara bırak, kahvaltıdan sonra içiyorum. Hepsini bitirme, olur mu?"ya karşılık "Olur anne". Saat sabah dörtte kapıyı açmamla uykusuzluktan hortlağa dönmüş annemi görüp üzülmem. "Niye beni bekledin bu saate kadar ay anne?""Yok, televizyon seyrediyordum zaten, içim geçmiş.") Hepsi, her taş yerine oturdu mu işte sana zamanla. Ben neyin agresyonunu yapayım şimdi? Fırsat vermediler, gerek kalmadı. Bu yüzden belki, blogumu okuyup da benimle tanışan kimseye bekledikleri kadar agresif, asık yüzlü gelmiyorum. Çünkü blogda sinirlendiğim, yazıya döktüğüm şeylerin ötesinde, gerçek hayatta daha kabulleniciyim. (Her şeyden önce yazarken başka yerimle düşünüyorum, yaşarken başka yerimle. Yaşarken sürekli kızamam, biraz da yaşamak için kendime boşluk bırakmam lazım. Halbuki yazarken kızdığım şeyleri tasvir etmeyi seviyorum, içimi serinletiyor.) Bu da karşılaştığım, tanıdığım yaban kızlara daha anaç davranmama sebep oluyor. Malûm, bu tangoda biri ayak hareketlerini yaban olmak üzerine seçmişse, diğerinin kanında hayli seyrelmiş yabanlığını sergilemesine hiç lüzum kalmıyor, öteki rolü kabulleniyor. Başkasının yabanlığına seyirci olmak düşüyor bana.

O zaman sahne diğer yabanların, buyrun dostlar. Üstünüzden su gibi akmışsa bile madem törpülememiş sizi zaman, tebrikler. Bu her şeyden önce sizin zaferinizdir. Tüm küskünlüklerinizi, vaktiyle yerine getirmekte sıkıntı çektiğiniz ve artık reddetmekten gurur duyduğunuz toplumsal/kültürel/insani gereklilikleri, anlam veremediklerinizi toplayın da, bir akşam bana yatıya gelin. Ben sizin kadar şanslı olamadım, o en ham halimde kalamadım. Bari biraz daha inceleyeyim şu işin A'sını B'sini.

18 Ağustos 2012 Cumartesi

Tersonun raconu

Seçmene iki şıktan başka bir şey sunmayan Amerikan seçim sisteminin kavruk bir hayalkırıklığına dönüşmüş Obama'nın karşısına nihai rakip diye çıkardığı içi bomboş dev kafalı Romney'nin seçim kampanyasında gaflarını tipekslesin, cahilliğinin üstüne polar battaniye örtsün, arta kalan vakitlerde de eğer kazara başkan seçilirse kendisine yardımcı olsun diye aldığı bir oğlan var; Paul Ryan. Genç İş Adamları Derneği Yıllık Toplantısı'ndan çıktığı gibi siyasi hayata atılmışçasına tazecik duran bu genç hakkında buraya Wikipedia sayfasından okuyup bir şeyler çevirebilirdim, ama işin açıkçası hiç içimden gelmiyor. Hem zaten Wikipedia sayfasının alelacele kerelerce güncellenmesine (güncelleme sebebi lise yıllığında lakabının "brown noser" -kibarca popo yalayıcının İngilizcesi imiş- olduğundan bir bahsedilip bir silinmesi) bakılırsa, ona da güvenemeyeceğiz. Zaten Cumhuriyetçilerin çıkardığı adayın adayı olmasından dolayı öyle detaylı bir incelemeyi de zannımca hak etmiyor. Fakat, Cuma günü bir haber okudum ki, herhalde yanlarımdan birkaç kilo kaybetmişimdir o iç erimesiyle.

Ryan, "cumhuriyet" kelimesininTürkiye'de çağrıştırdığı tüm modernlik-iyilik-güzelliğin aksine, Amerikan Cumhuriyetçilerinin, yani eski kafalıların arasına katılmanın verdiği ezikliği biraz olsun örtebilmek, "ben de bir zamanlar havalıydım, o kadar da ölmedik" diyebilmek için, çıkıp en sevdiği gruplardan birinin Rage Against the Machine olduğunu söylüyor. Bir de, olur da bu sözü bumerang gibi yüzüne çarpar diye, (bunun kaynağını bir türlü bulamadım ama) "müziğini seviyorum ama, sözleri bana pek hitap etmiyor" diye de ekliyor. [Burada dev bir parantez açayım; Rage Against the Machine vaktiyle, ben gençken çok moda olan, gitarlı ve sert bir rap/rock türü yapan (kategorizasyonda beceriksizim, kusuruma bakmayın. Dört-beş kelimelik RATM müzik janr tavsiyelerinizi yorum olarak yazının altına bekliyorum), emeği, emekçiyi öven kardeşlerimizdi. Bu grubu maalesef zamanında dinlemedim, sadece kulak misafiri oldum, zira dilim dilim ayrılmıştık farklı türlere. RATM'i dinleyen kızlar ekseriyetle saçları kıvırcık ve kabarık, uzun batik etekler ve siyah askılı bluzlar giyen, ağır göz makyajları yapan ve Akmar Pasajı merdivenlerinde sevgilileriyle oturup kutu bira içen kızlardı. Metal geçmişim falan da olmadığından belki, ÖSS'den bir hafta önce moral motivasyon sağlaması için salon duvarımıza astığım posterde inanılmaz biçimli ve çıplak üst bedeniyle mikrofona yüklenmiş Jonathan Davis'in başını çektiği Korn kadar bile samimiyetim yoktu RATM ile. Hoş, Korn'la da. ("Peki yavrum sen ne modeldin? diyenlere: Çok sevdiğim Pavement sebebiyle Matador plak şirketini yakın takipte, Perşembe geceleri beni uykusuz bırakan Alternative Nation'da duyduğum ne varsa hevesle dial-up bağlantım üzerinden indirmekte, Sonic Youth'un ışığında ilerlemekte olan, önceki yıllarda da her türlü Riot Grrrl grubunu hatmederek bu türe dair üstün hizmet ödülümü almış bir çıtırdım.) Yine bir anıyı araya sıkıştırayım; üniversiteye ilk başladığım günlerde sonradan derslerin kendisinden bile daha öğretici olacak "kantin" kavramıyla henüz tanışmış ve onbeş kişilik gruplar halinde bir yuvarlak masanın etrafında toplanıp sigara içerek ona buna laf yetiştirmeyi marifet sandığımız günlerde, sonradan çok samimi olacağım iki insan Hilal ve Mehmet ile RATM sohbeti ettiğimizi ve haklarında "Büyük müzik şirketi sponsorluğunda sözde solculuk etmeleri ne biçim" diye ağır laflar ettiğimi çok net hatırlıyorum. Heyhat, bundan 12 sene sonra o zamanlar ettiğim lafların derlenip toplanıp şu başlık altında toplandığını gördüm ve pek sevindim. RATM'in "bir isyan yapılacaksa bile sisteme, buyur genç, yapılmışı var. Sistem isyanını da bizden al" diye süpermarketlerde satılmasına vaktiyle itirazımı ileriye sürdüm, sürmeyenleriniz düşünsün gerisini.Olayın üstünden bir gün geçiyor-geçmiyor ki RATM gitaristi Tom Morello Ryan'ı itin şeyine sokup çıkarıyor. Rolling Stone'a yazdığı bir yazıda Morello, Ryan'ın eski grubunu sevmesini Charles Manson'ın Beatles sevmesine benzetip, grubunun ismine atıfla aynen şöyle diyor:
Don't mistake me, I clearly see that Ryan has a whole lotta "rage" in him: A rage against women, a rage against immigrants, a rage against workers, a rage against gays, a rage against the poor, a rage against the environment. Basically the only thing he's not raging against is the privileged elite he's groveling in front of for campaign contributions.
Tuşe dostum, tuşe.

Yaşlı köşeci gibi bitireyim şimdi: 2009 yılındaki bir yazımda bahsettiğim gibi, Özel Alaman Lisesi çıkışlı, (eski?) solistinin çok net hatırladığım bir röpünde "ilk albümümüzü babam kolilerce alıp iftiharla arkadaşlarına dağıttı" buyurduğu Mor ve Ötesi'nin emperyalik Kokokolo'ya terso çekmek için festival teklifini reddedip aynı firmanın portakallı gazozu Fanta üzerinden düzenlenen Genşlik Festivali'ne düzenli olarak çıktığı bir ülkede doğduğumuz ve politik eylemlerimiz yürüyüp yürüyüp dağılmak, bir yandan da Facebook'ta karikatür paylaşıp altına "Tayyip var ya" diye başlayan cümleler kurmaktan ibaret olduğu için (Denden kültürü ve edebiyatı) bu tür lafını esirgememeler tabii bizim pop(om)rakçılara iki beden bol. Popomuz büyük olsa da çok şükür karakterimiz sıfır beden. Ondan böyle ani tersolar zaten üstümüzde durmazdı.

Not: Yazının ilk paragrafında bir yerlerde Ryan'ın benden sekiz yaş büyük olduğunu yazmış idim de, 82'den 70 çıkarıp sekiz sonucunu bulduğumu henüz fark ettim. O kadar yaşlı değilmişim, ya da adam o kadar da genç değimiş yani.  Bazen böyle düzeltmeleri yayınladıktan sonra yapıyorum, umarım readerınıza aynı yazının elli versiyonu düşmüyordur.

16 Ağustos 2012 Perşembe

Anne yüreği

Bilgisayardan hiç çakmayan eski moda bir dedektif gibi, araştırma yapmak adına olabilecek en kötü kelime kombinasyonlarını Google'a girmişken iki haber küpürü görüp deliye döndüm. Şöyle evladını kolunun ön kısmıyla kenara itip, konuyu yarım yamalak bilmesine rağmen sözün asıl muhatabı gibi çocukları adına konuşmaya başlayan anneler vardır ya, işte:
Orhan Pamuk'un "Benim Adım Kırmızı" kitabındaki kahramanına adını verdiği annesi Şekure Hanım, oğlunun "1 milyon Ermeni, 30 milyon Kürt öldürüldü" sözleri için 1, 5 yıl sonra ilk kez konuştu. (...) Şekure Hanım, "Orhan yanlış bir şey söylemiş. Bilgisi yanlıştı herhalde" dedi. Ermeni iddiaları konusundaki soruya ise, "Ermeni olaylarıyla ilgili benim hiçbir fikrim yok. Bunları biz okulda öğrenmedik. Tarih kitaplarında böyle birşey yazmadığından, bize de öğretmediler, Orhan da öğrenmedi" karşılığını verdi. (...) Oğlunun Nobel ödülünü kazandığını televizyondan öğrendiğini aktaran Şekure hanım, "O an çok sevindim, duygularımı anlatamam. Çok güzel bir olay. Aslında Nobel'i alacağını hiç düşünmemiştim, aklıma bile gelmemişti" dedi. 
Oradan yaktıysanız, şimdi buyrun bir de buradan:
Ünlü yazar Orhan Pamuk'un annesi Şekûre Pamuk, oğlunun kendisini "ateist bir aileden gelme ateist" olarak tanımlamasına sert tepki gösterdi. Hürriyet'i arayarak tepkisini dile getiren Şekûre Pamuk, "Oğlum kendi adına konuşsun, ben kendi adıma konuşurum. Biz ateist filan değiliz. Haberi okuyunca oğlumdan nefret ettim" dedi. Önceki gün Hürriyet'te yayımlanan "Kız tavlamak için yazmaya başladım" başlıklı haberde yer alan satırlardan son derece rahatsız olduğunu belirten Şekûre Pamuk, kendilerinin ateizmle uzaktan yakından hiçbir ilgileri bulunmadığını söyledi. İslamın bütün gereklerini yerine getirmemekle birlikte, geleneksel anlamda Müslüman olduklarını vurgulayan Şekûre Pamuk, "Haberi okuyunca oğlumdan nefret ettim" dedi. Haberin yayınlanması üzerine kendisine telefon eden tanıdıklarının tepki gösterdiğini de ifade eden Şekûre Pamuk, "Ben kendi adıma konuşmayı bilebilecek kadar aklı başında biriyim. Oğlum kendi adına konuşsun, ben kendi adıma konuşurum" dedi.

6 Ağustos 2012 Pazartesi

İlk yerli kadın hoarderlarımızdan Refika Dinçoğlu

Anneannemin vefatından sonraydı, yazdı, İstanbul'daydım. Şehir içinde arkadaşlarımla görüşerek tatilimi geçiriyordum, bir yandan da İsveç'teyken erteleyip durduğum dişçi ziyaretlerimin acısı çıkıyordu. Seneler süren başarısız kanal tedavileri sonucu iki dişimi çekmiş ve beni genç yaşta implant çivilerine mahkum etmiş emektar dişçim Sadri Korlu'yu henüz terk etmiştim, radikal bir kararla rahmetli anneannemin evine hayli yakın muayenehanesi bulunan başka bir dişçide soluğu almıştım. Tabii Sadri'den alışmamışız, bu seferki dişçi, sağ olsun, benim başka kanal tedavilerimi, çürüklerimi hop hop diye kısa sürede bitirip geçiyordu. Ben de elimden geldiğince anneannemin evinin çapına girmeden, olmadık yollardan dolanarak evime dönüyordum. O sırada bu blogda, taslakta duran bir yazıda anlattığım üzere, bir gün dolanmayıp anneannemin evinin yakınından geçerek halk arasında Minibüs Caddesi olarak tabir edilen caddeye yürümeye karar verdim. Sonrasını yazarın ağzından dinleyelim mi?
Dişçi çıkışı Kızıltoprak'ta yürüyorum. İstasyonun orada, "Briç kulübünü geçtikten sonraki alt geçitten gideyim, oradan Kuyubaşı'na doğru dümdüz yürürüm" dedim. Geçitten çıkar çıkmaz, ayağım alışkanlıktan sağa doğru ilerlemeye başladı. Kulağımdaki müzik öyle çok da hüzünlü değildi, atlatırım diye düşündüm. Apartmanın önüne kadar gideyim, şöyle bir bakarım, geçerim. Yaklaştıkça güneş gözlüklerimin arkasından, usul usul ağlamaya başlamışım. Dışarıya doğru bir ağlıyorsam, içe doğru beş ağlıyorum. Gözümden çifter çifter yaşlar yuvarlanıyor, hıçkırıklarımı duyan saatlerdir nefessiz ağlamışım sanacak. Apartman bahçesine açılan  kapının önüne geldim. Kapı, hala apartman bahçesine açılıyor da, artık başka bir apartmanın bahçesine açılıyor sanki. İçeri girip yürümeye başladım. Ayağımın altındaki taşlarda vaktiyle ilk adımlarımı attım, üç tekerlekli bisiklete bindim, ip atladım, paten de kaydım. Sanki hayatım film şeridi gibi ayağımın altından geçiyor. Kafamı kaldırdım, beşinci kata baktım. Saksıdaki çiçeklerin balkon demirlerinden taşan kısmı aynı. Sanki hiçbir şey değişmemiş. Halbuki merdivenlerden çıktım, ziline bir baktım ki, zilde yazan isim değişmiş. Sanki anneannem hiç o evde hiç yaşamamış, hiç ölmemiş. 
Hikaye burada bitse, "Yine Elmoş'un anneanne hasreti tutmuş, bize dert yanıyor" deyip geçeceksiniz. Maalesef bu öykü öyle romantika, tüller ve güller eşliğinde bitmedi. Ya da, sadece anneannemle ilgili bir anı olarak kalmadı diyeyim.

Önce arkaplan oluşturması açısından biraz bilgi verelim:

Anneannemin dedem ve çocuklarından şehir dışında üniversite okumayacak kadar küçük olanlarıyla beraber Gökdelen Apartmanı'na taşındığı 70'lerin başında tanış olduğu üst komşu Refika, taşralı halleri yüzünden geniş ve köklü ailemizin zararsız, sevilen bir üyesi ile türlü huyları yüzünden bir türlü tam olarak sevilmeyen uzak akrabası olmak arasında senelerce gidip geldi. Eve ensede sımsıkı topuz yapılmış sarı saçları, her parmağında ayrı renkte koca taşlı yüzükleriyle paşa karıları, üstlerinde ipekli gömlekleri, şık makyajları ve ağır parfümleriyle bu 12 katlı apartmanın en üst katında oturan komşular konken oynamaya veya çay içmeye geldiğinde ya bir köşede oturur ve sessizce konuşulanları dinler, ya da kılıksızlığı yüzünden davete hiç icabet etmezdi. Zaten ağzı laf da yapmıyor, yaptığında da üstünü örtmeye çalıştığı şivesi aradan kaçıveriyordu. Kaçmasın diye özenmekle de iş bitmiyordu sonra; bu kez kendi kendine uydurduğu sözde şehirli kibarlıklarla çevresindekilerin dikkatini hepten üstüne çekiyordu.

Fakirlik içinde büyürken ve hayli gençken varlıklı bir tüccarla evlenip Adana'dan İstanbul'a gelmişti. Evliliği boyunca bir türlü çocukları olmamış, kocası erkenden hastalık sonucu vefat edince koskoca evin içinde yapayalnız kalmıştı. Nedense memleketine dönmeyi hiç düşünmüyor, anneannemin varlığı haricinde sosyalleşmek istediğinde uzak mı uzak akrabalarıyla Fenerbahçe Orduevi'ne çay içmeye gidiyordu. Belki Feneryolu'nda deniz gören bir apartman dairesinin simgelediği zenginlik hoşuna gidiyor, gururunu okşuyordu, ondan gurbette olmayı önemsemiyordu. Hem sonra evin salonunda asılı fotoğraftan biliyorum; kimsecikler o derece modern değilken harada kömür karası bir atın başını sevebildiği,  kocasıyla beraber pantolon ve kovboy şapkası giydiği bir hayat yaşıyordu buralarda bir zamanlar.

Gelgelelim, eşi Önder Bey'in ölümünün ardından hayatının anlamını yitirmişti bu kadın. Alt komşusu anneannem de taşındıktan birkaç yıl sonra tıpkı kendisi gibi kocasını erken yaşta kaybetmişti, ama evinin her odasında değil mi ki birileri uyuyordu, en azından yalnız değildi. Evlatları, abileri, kardeşleri, yengeleri, görümceleri vardı. İlerleyen yıllarda gelinleri, damatları, torunları, yeğenleri olacaktı. Bayramlarda kazanlar dolusu yemek servis edilecek misafirler ve çocukları neşe içerisinde evin altını üstüne getirirken, Refika odalarını Alamancı kız kardeşinin yolladığı naylon çorap, elektrikli mikser, çeşitli ebatlarda kutu kutu çikolatalar, dikiş dergileri ve patronları, kumaşlar, paketinde nevresim takımları, geç kalmış, çok geç kalmış oyuncak bebekler, renkli şişelerin içinde kolonyalar, mendil ve peçete setleri, çantalar, şemsiyeler, rulo halinde duvara yaslanmış halılar, tabaklar ve bardaklar, bir dev buzdolabı, son model televizyon ile doldurmaya başlamıştı. Genellikle Refika ona misafir geldiğinden anneannem bile uzun süre durumun farkına varmadı; sürekli kapalı duran bu kapıların ve halısız, yürürken tozu havalanan parkelerin ne anlama geldiğini sormayı düşünmedi bile. Yanlışlıkla açık bırakılmış bir kapının yanından geçip gerçeği keşfettiği zamanı takip eden bir misafirliğe gidişimizde  Refika'yı ilerleyen senelerde sürekli hale gelecek şekilde dostça azarlayıp beni de durumun vehametine tanık koşmuştu. O ana dek tavana kadar düzensizce eşya dolu bir oda görmemiştim. Evimizde annem ve evinde anneannem her gün her şeyi silip süpürecek kadar titizdiler. Çok küçükken bile üstümdekini çıkarınca katlamayı, yere düşen ekmek kırıntılarını toplamayı, yatağın örtüsünün düzeltilmesi gerektiğini, kayan halıların duvarla düzgün bir paralel oluşturulana dek ayakla itilerek düzeltilmesi gerektiğini hep biliyordum. Dolayısıyla, gördüğüm manzara bana göre bile yetişkin dünyasına yakışmıyor ve öğrendiğim her şeyle çelişiyorsa da, tuhaf bir inadı yansıttığından bir yandan inanılmaz ilginç geliyordu. Tüm odalarını benzer yığıntılarla dekore etmiş Refika, ambalajında duran türlü ihtiyaçlarına kesinlikle el sürmüyor, hışırdayan paketleri uzun sazlıklarla dolu sığ bir gölde yürüyerek ilerleyen botanikçi gibi özenle itiştirerek odanın bir köşesinde hapis kalmış divana kıvrılıp uyuyordu. Biraz boy attığımız ve aklımızın erdiği yıllara geldiğimizde Adana'dan gelmiş yeğenleri ile oyun oynarken tozdan kararmış duvarlarına kara tahta gibi yazı yazdığımızı görüp bizi azarladığını hatırlarım, ve o yeğenlere İstanbul'daki bu lüks eve geldikleri gün evin alafranga tuvaletini yasaklandığını da (evde bir alafranga, bir de alaturka tuvalet bulunuyordu ve anneannem kendi evindeki alaturka tuvaleti kapattırarak erzak ambarına çevirmişti).

Derken seneler sonra anneannemin çıkışlarına dayanamayıp son kullanma tarihi geçmemiş birkaç şeyi kullanmaya başladı Refika. Örneğin dev televizyon sonunda oturma odasına kurulmuştu. Fakat kumandanın üstündeki naylonu geçtim, televizyonun üstündeki naylon izlenirken bile çıkartılmıyordu, bir saatten uzun açık kalınca eskiyeceği için televizyonun saat başı kapatılması gerekiyordu falan filan. Son bıraktığımda, evindeki sebze meyveyi yemeyen, üstelik çürüyünce de çöpe atmayan Refika'ya anneannem pişirdiği yemeklerden çıkarıp zorla yedirmeye başlamıştı. Yine dolabın arkalarına atıp saklamasın diye bir de başında durup Refika'nın yemesini bekliyordu. Şimdi düşününce ne komik geliyor; birdenbire onlarca kilo verip hasta düşen kadına çok yakında ölecek gözüyle bakıyorduk. Kader, asıl anneannemin içini kurt gibi kemiren bir hastalık varmış da, önce o ölecekmiş meğer. Gökdelen Apartmanı'na taşındığını balkondan gördüğü anneannemin evinden nerede/kim olduğunu hatırlamaz bir vaziyette, hastaneye gitmek üzere son kez sedyelerle çıkartılacağını ve evin kısa sürede elden çıkartılacağını da görecekmiş Refika meğer.

Şimdi, bu kadar bilginin ardından, ana konuya dönelim.

Yukarıda yuva yapmış paragrafta bahsettiğim gün anneannemin zilini çalamadım belki, ama Refika'nın ziline bastım. O sırada aklımdan çok acayip düşünceler, içimden çok farklı hisler geçiyordu. Teselli arıyordum. Anneannemden bir parça, eski günlerden yakalayabileceğim bir ayrıntı arıyordum. Tüm bunları Hollywood film klişesi "Yahudi büyükannesinin toplama kampındaki ölümünden önce yaşadıklarının peşine düşen yaman ve semirgen Amerikan torun"a dönüşmeden yapmak istiyordum mümkünse. Tek istediğim Refika'nın balkon taşlarını seyretmekti. Ya da önünde en son anneannemle beraber durduğum turuncu mutfak karolarına bakmak istiyordum. Anneannemi bulmak, henüz ölmemiş olduğu bir detayda yakalamak istiyordum. Bu plana göre Refika, hayatımızın çoğu karesinde olduğu gibi figüranı oynayacaktı, veya kim bilir, beni kucaklayışındaki sıcaklığa göre belki anneannemin kendisine dönüşecekti.

Beşinci katı, anneannemin katını geçtim, altıya vardım. Kapıyı çaldım. 13 numara. Hiçbir zaman kimseyi beklemeyen Refika'nın tedirgin sesi içeriden geldi:: "Kim ooo?" "Benim Refika teyze" dedim. Kendimi tanıttım. Kapı açıldı. Ben de o sırada çözülmüşüm. Artık basbaya ağlıyorum. Ayıp olmayacağını biliyorum. Karşımdaki kadının senelerce başıma kakar gibi, sonradan öğrenmeye çalıştığı bir şefkat tonuna bürünerek söylediği gibi, doğumumu bildiğini, anneannesinin hastanede "Ölür bu, boşuna eve götürmeyin" denilen ve sürekli üşüdüğü için ağlayan prematüre bebek Elmoş'u ısınsın diye evin mutfağında ekmek kızartma makinasının önünde pamuğa sararak piliç gibi çevirdiğine Refika'nın tanık olduğunu hep biliyorum. Yıllar öncesinde mutfak masasında üçümüz oturmuş, bu iki yaşlı kadın ben bir şeyler atıştırayım diye bana eşlik ederken bir yandan bunları bir milyonuncu kere anlattıklarında tüm ergenliğimle gözlerimi devirdiğimi de biliyorum. Gözlerimi devirmeyeceğim şekilde o zamana geri dönmek, yine bıçkın ergen olmak ve yine anneanneme kavuşmak istiyorum. Ve bunları Refika'nın anlayacağını umuyorum o an.

Beni içeriye buyur etti. Ağlamama hiçbir tepki vermedi. Sevindim. Mühim bir misafir gibi beni baş köşeye oturttu. Otururken buyur edilmediğim bir başka üçlü koltuğun üstünde kapıyı çaldığım sırada elinden bıraktığı belli olan siyah beyaz bir fotoğraf yığını gördüm, içim cız etti. Herkes geçmişini arıyor, kimse bugünden mutlu değil ve bu gerçek tasdiklendi gibi oldu o an. Daha da hüzünlendim. Eski moda, baloncuk kabartmalı su bardaklarında sakinleşmem için bir bardak su getirdi. Mutfakta burnumu silmem için bir türlü temiz kağıt peçete bulamamıştı, dağınıklığı için özür diledi. Sakinleştim biraz. Anneannemin evine yeni taşınanlardan bahsetti, onlardan hiç haz etmediğinden. Aniden hızla dedikodu yapmaya girişti, halbuki hiç hazır değildim. Henüz yüzüne bile doğru düzgün bakmamış, halini süzmemiştim. O laf üstüne laf anlatadursun, karşımdaki kadının gerçekten kim olduğunu canıgönülden anlamak isteğiyle dolup Refika'ya uzun uzun bakmaya başladım. Haziran ayında ayağında kalın yün çoraplar, dikişleri sökülmeye başlamış deri bir erkek terliği. Üstünde hayli bol, boğazlı bir erkek kazağı. Uzun etekliğinin içinde yün tayt. Derken ne olduğunu anlamadan eli yün çorabına gitti düşüncelerimle meşgulken ben. Sanırım her zamanki gibi hastalıklarından, ilgisizlikten yakınıyordu ve durumunun vehametine dair kanıtlar sunmak istiyordu. Çorabın çıkmasıyla beraber yerdeki tozların yanına konacak deri parçacıkları havada uçuştu. Şimdi de deri hastalıkları onu rahat bırakmıyordu.

Ne umduğumu, ne bulduğumu düşündüm kısacık bir süre. Kadıncağıza acıdım, ama içimden bir kahkaha atmak da geliyordu. Dökülen topuk derileri ve yeni komşu dedikodularıymış demek payıma düşen, dedim. Hakkım buydu. Hayatının onlarca senesini yakın akrabalarının hiçbirini birkaç haftadan uzun süre görmeden geçirmiş, çocuğu olmadığından bir gıdım anaçlık içinde yeşermemiş, kimseden şefkat görmemiş ve kimseye gösterememiş bir kadından sen ne hadle, ne bekliyorsun? Kimi, nerede arıyorsun? Kısacık bir süre daha oturdum. Refika anneannemin miras meseleleriyle ilgili keman taksime girince hepten rahatsız oldum. Ve olan bitenin saçmalığına yakışır bir uygunsuzlukla teşekkür edip apar topar Gökdelen Apartmanı'ndan son kez ayrıldım.

* Yazıda geçen tüm isimler (Gökdelen Apartmanı ve muhit adları hariç), elbette değişirilmiştir.