9 Ağustos 2011 Salı

En sevdiğim

şeylerden bir tanesi de, düz, kafa yormayan işlerdir. Belki bu işleri yapamam hiçbir zaman, ama yine de uzaktan uzağa öykünürüm. Sığınılan kuytu, sıcacık bir yer gibi gelir. Ne gibi, diyeceksin, şöyle;

Bankaya gittiğimde veznede çalışan kadına feci özenirim. O ki; tüm dünyadan ayrı, ufacık bir bölmede, paraları otomatik sayan makinanın yanında durup, parafla imzaladığı makbuzların çıktısını almaktadır. Hareketleri ağırdır; ellerinde numaralarıyla bekleyen müşterileri görmesine rağmen, ayağa kalkmadan onlarla yüzleşmek zorunda kalmaz. Herhangi bir sürtüşme yaşamadan, işini en yavaş şekilde yerine getirir. Nasılsa kimse Turkcell faturası yatmadı diye aniden kalp krizi geçirmeyecek veya kirasını çekmediğinden kan şekeri düşmeyecektir. Dolayısıyla veznede çalışan kızın kritik bir rolü yoktur. Neyi vardır? Mesela fönlü saçları vardır. Düzgün, ojeli tırnakları vardır. Belli ki sabahları ne giyeceğini, neyi nasıl yakıştıracağını düşünecek kadar vakti vardır.

Adliyede avukatlık stajı yaparken gidip falan mahkemenin "kalem" tabir edilen odasında oturmak icap ederdi. Burada çoğu zaman stajyerlere "Sen hukuk okudun ama, bizim bildiğimizin onda birini bilmiyorsun, naber?" hissettirme amaçlı, aslında incir çekirdeğini doldurmayacak ufak kağıt işleri abartılı hareket ve yorumlarla ("Yine çok yoğunuz ooof", "Bu hafta nasıl bitecek Erol abi yaa", "Hakim beye kaç defa söyledim, yine bilmezden geliyor, dosyadan çıkardığını yerine koymuyor") yerine getirilmektedir. Bu mini şov devresi geçtikten sonra, özellikle de öğlen arasından sonra tatlı bir uyku çöktüğünde herkes özüne döner ve köhne bilgisayarlarda Media Player'lar açılarak Ebru Gündeş, Muazzez Ersoy, Kenan Doğulu mp3'leri çalınmaya başlanır. Sigaraların sisiyle buğulu bir fotoğrafa dönüşen Kadıköy Adliyesi'nin kalem odaları, dünyanın en muazzam manzarasına, Kadıköy üzerinden sahile bakmaktadır. Masalarda bir karış toz, bilgisayarlarda duvar kağıdı olarak nişanlı kızların nişanlanma anları; asker bekleyenlerin komando kılığı içindeki sevgilileri; çocukluların çocuklarının net olmayan, kötü kadrajlı bir fotoğrafı; artık herhangi işten elini ayağını çekmiş evli barklı adamların Karadeniz'in çay toplanan ovalarının üstten çekilmiş hali bulunmaktadır. Erol beyin masasının üzerinde buruşuk duran FotoMaç camdan içeri giren rüzgarla hışırdar, kızların taktığı bir milyoncudan alınma bilezikler şangırdar. Cep telefonları en kötü melodilerde çalar, açılır, kapanır, bir daha çalar. O anlar, ne güzeldir. Kliplerde havalı dursun diye sanatçıyı ağır çekimde çekerler çevresindekiler arı gibi koştururken hani, işte tam tersidir bu bahsettiğim durum. Çevremde bir şeyler en ağır haliyle var olmaktadır, ben içlerinde Speedy Gonzales kalırım. Bir yokuşa tırmanıp, aniden inerken için hoş olması gibi tatlı hissederim. Tüm gün kalemde oturmak, geceleri koltukları birleştirip yatak yaparak orada yatmak falan isterim.

Her gün oraya gideceğini bilince iş değişir ama. Her gün yapacağını bildikten sonra, herkes için her şeyin anlamı değişir. Bir anda zul gelir. O odanın manzarası Kadıköy'ün en çirkin manzarasına, bileziklerin sesi en kötü gürültüye dönüşür. İşte, o yüzden bir yerde çok uzun süre kalmak, bir şeyi çok uzun süre yapmak zordur. O yüzden de içindeki insanlar o işten çok rahat nefret ederler. Ama dışarıdan bakanlar da hep özenirler. Ben hep özenirim.

Evet, bu günlük de dersim bitti. Dağılabilirim.

2 yorum:

Adsız dedi ki...

Yazarlar ikiye ayrılsın. Hayatın maneviyatını yazıya sızdırabilenler, neyi kastettiğimizi anlayamayanlar.

hevesli bardak dedi ki...

Bizim işyerinde sürekli ağzının içinden konuşan bir eleman var ve ne zaman bu tarz bir işten bahsedilse, o iş kötü/zor/sıkıcı/parası az dense "kafanraatbeabi" der. Ben de, yapılırken kafanın rahat, sınırların belli olduğu bu işleri çok severim. Misal, fabrikada tütün sarmak.