12 Aralık 2012 Çarşamba

Wicked ki ne biçim

İki önceki yazımda Amerika'da tanıştığımız Türklere hazır giydirmişken ve tam konu oraya gelmişken, biraz da madalyonun öbür yüzünden bahsedelim ve güzel insanlar tanımış olmanın mutluluğuyla rahatlayalım:

Önceden istisnai hoşsohbetliklerini, candanlıklarını, hatta Washington'da evlerinde kaldığımızı ballandıra ballandıra anlattığım Senem-Erhan çiftini hatırlar(mı)sınız(?). İşte, geçtiğimiz ay Şükran Günü vesilesiyle toplanıp iki günlüğüne Albany'deki yeni evlerinde onları ziyarete gittik ve takip eden günlerde bizi gül gibi ağırlayan Senem sayesinde şöminenin önünde kısık ateşte pişerken bir yandan semirdik. Gecenin körüne kadar abur cubur, taze demlenmiş çay ve 90'lar playlistim eşliğinde kağıt da oynadık, buralarda ilanını çokça gördüğüm müzikal Wicked'i de (Proctor's'ta) seyrettik. Hem kendi kültürümüzü yaşadık, hem muasır medeniyet seviyesini yani. Ama konuyu çok dağıtmayacağım, Proctor's'ta, Wicked'in fuayesinde kalalım müsaadenizle.

Bir sebeple tiyatronun içindeki hediyelik eşya standların arasında dolandığımız sırada yakası açık bluzlarından esnemiş, renkli sütyen askıları görünen, ağzı burnu terden ıpıslak, derisi gergin ve parlak, saç dipleri yağlı iki ergen kızın, standın üstüne çıkmış, tüm fırlamalığıyla oyuncuların imzaladığı posteri falanca dernek hayrına yüz küsür dolara satmaya çalışan çocuğa doyurulamaz iştahla bakışını gördüm. Sadece "gördüm" deyip geçmek küçümsemek olur, o an o iştaha kalınca bir kancayla asıldım kaldım. Zaman tüneli beni içine çekip yuttu sanki; tükürüp yere fırlattığında 14 yaşında, Ören'de teyzemin yazlığına çok yakın bir otelin barında, Limon Bar'da, iki birayla sarhoş olmuş genç başımı Tuğçe'nin omuzuna yaslamıştım. Otel binasının taşlık yola bakan, manzarasız tarafında, üstü camla kapatılmış sera benzeri dar bölmeye kurulmuş barda, güneşte kalmaktan morarmış geçkin Alman çift haricinde sadece ikimiz vardık. Bu yüzden bizden birkaç adım uzakta durup kim fotoğrafımızı çekti hatırlamıyorum, ama o fotoğraf hala evde, eski bir ayakkabı kutusunun içinde, sararmış yapraklı, orta yerine adımın yerleştirildiği kalplerle süslenmiş çocukluk aşkı mektuplarının yanında durur. Gözlerim kapalı, erkek traşı kesilmiş ve jöleyle saçları dikilmiş başımı arkaya atmışım. Tuğçe de ayrı sarhoş. Benim gibi kendinden geçmemiş de, gözlerini sarhoş olmadığını kanıtlamak istercesine koca koca açarak zar zor, adeta okul kapısının arkasına kırmızı örtü asıp önünde öğretmen not defterleri için fotoğraf çektikleri zamanki gibi yapmacık bir temiz çocuk ifadesiyle gülümsemiş. Bu serinin devamı, balkonda konken oynayan annemler görmesin diye kıyıya çekilmiş eski bir sandalın arkasına uzanıp sigara içtikten sonra ahşap şezlonglara uzanıp gözlerimi kapatarak, güneşte fazla kalmaktan kararmış parmaklarımla yaptığım barış işaretinin flaşla yıkandığı ve merdivenlerde sokak köpeğine sarıldığımız fotoğraflarla devam ediyor. O tatil hep öyle. Yağmurlu akşamüstlerinde bile sevgiliye kavuşur gibi hevesle denize koşuyoruz, her gün turşumuz kurulana kadar suda kalıyoruz, derimiz gerginlikten yırtılana kadar güneşleniyoruz, hayalini kurduğumuz erkeklerden uzun uzun bahsediyoruz, birbirimize sırtımızı dönüp defterlere hızlı hızlı yazılar yazıyoruz, müzik gruplarını aramızda bölüştürüyoruz, vücudumuzun bir parçasıymış gibi kulaklıklarımızı hep üstümüzde taşıyoruz, dünyanın en yaz(l)ık şarkılarını her gece tekrar tekrar çalan grupları izlemeye yaz(l)ık barlara gidiyoruz, yanımıza oturan, sigaramızı yakan insanlarla tanışıyoruz, istifimizi ve façamızı bozmadan aşık olmaya çabalıyoruz, daha neler neler. İşte bu Limon bar, yazlık günleri boyunca gittiğimiz barlardan en kompaktı Limon bar, gündüzleri Rose çay bahçesinde (sonradan club oldu) tavla oynayan, havuza kıçüstü bombalama atlayan, plajda mısır yiyip dişlerinin arasında kalanları kumlu tırnaklarla çıkarmaya çabalayan, bir yandan kitaplardan öğrendiği acılara kendi deneyimiymişçesine içlenen iki yarı-çocuk-yarı-ergeni iştahlandırıyor. Çünkü barda her akşam akustik gitarıyla genç bir çocuk çalıyor. Biz de o çocuğa yanığız. Diyelim. Ucundan. Her gün gidiyorsak boşuna değil. Gündüz havuzda yüzer veya bilardo oynarken tedirginliğimiz ondan. Ya çıkıverirse şuradaki kapıdan? O ihtimal, o çocuğun bizi görme ihtimali, hatta aslında o da değil, o çocuğun bizi, bizim onu gördüğümüz gibi görmesi ihtimali var ya... İşte o yakıyor, güneş filan değil. Çok değil, bir yaz sonra kimi taş yerine oturmuş, hayallerin büyük kısmı yarım yamalak da olsa yaşanmış olacak, ama o an sabır yok. O an sadece o an var, hep o an var. Bir saniye sonrası bile çok, çok geç.

Fuayedeki kızların gözünden fışkıran şeyi, bir sebzenin hücrelerine yerleştirsen tazelikten çıtırdar. Ortadan kırmaya yeltenince tazelikten, tazeliğini utanmazca yaşamaktan çatırt diye parçalanırcasına kükreyerek ikiye ayrılan sebzeler vardır ya, yeşil fasulye mesela. İşte, tazelik o boyuttaydı. Ben o kızların gözünde kükreyen yeşil fasulyeyi gördüm.

İnsan belli yaşa kadar gözlemliyor var ya, sonrası hep otomatik pilot. Sonrası hep teyit. Dedemin dediği gibi: Yaşlılık bir bok değil.

4 yorum:

Baronvonplastik dedi ki...

"Fuayedeki kızların gözünden fışkıran şeyi, bir sebzenin hücrelerine yerleştirsen tazelikten çıtırdar"
Şu lafı dövme mi yaptırsam, çerçeveletip duvara mı assam? Karar veremedim bi türlü.

Elmoş dedi ki...

Iltifatin boylesine can dayanmaz.

myloo dedi ki...

"kitaplardan ogrendigi acilari kendi deneyimlemiscesine..." cok muhtesem. :)

Idealde yasanmasi istenen ile o kucuk tatil koyunun sana sunabildigi kadariyla realite arasina sikismis, ama zaten bizim icin hersey yeni oldugundan deneyime hayir denmezdi. Bir yeri, sarkiciyi, bari veya bir cocugu elestireceksek, tecrubeye dayali elestiriler yapanlara ozenir, fakat o kadar tecrubesizizdirki bizim agzimizda o tarzlar o tatlar sakil dururdu, yine de birbirimizi bozmazdik.

Elmoş dedi ki...

Sen git once bizim evdeki fotografa bak. :D