Tatile giderken de bu böyle, bir yere giderken de. Hele son birkaç senedir oradan oraya savrulduğum için, hep böyle. Bu, değişmeyecek. Ben böyle bir insanoğluyum. Yazın "Hafif bir yaz!", "Püfür püfür bavullar!", "Karayipler'e bir şort, bir tişört gittim!" gibi Cosmopolitan kokan başlıklarının altına yazabilemem. Kafam almıyor öyle ihtimali. Afedersin de; hangi şort? Hangi tişört? Hangi sandalet? Hangi şapka? Hangi bikini? Hani fotoğraf makinası? Uçak soğukça oluyor, sırtına bir merserize hırka almayacak mısın? Ayağın üşüyecek, bir çift çorap koymayacak mısın sırt çantana? Laptop, cep telefonu, I-pod ve tüm bunların şarjları nerede? Güneş gözlüğün, elli faktörlü güneş yağın yok mu? Makyaj malzemeleri ve temizleyicileri, nemlendiricilerin ve aksesuvarların yok mu? Ayağının ojesi bozulsa, bir uzanıp silmeyecek misin? Saçın denizden çıkıp antene döndüğünde bir yatıştırıcıyla kremlemeyecek misin? Kuruduktan sonra kabarmasın diye bir maşa çantaya atmaycak mısın? Deniz havlusu sorunu ne olacak? Lif, duş jeli alınmayacak mı? Kulak çöpüdür, üzümün sapıdır, elli tane iş çıkmayacak mı?
Yahu, nasıl bir sandalet yahu! Koskoca tatilde bir çift sandalet, hem deniz kenarına, hem gece gezmeye olur mu? Birkaç takım iç çamaşırıdır, ıslak mayoyla oturma diye en az iki yedek bikinidir, bunlar ne olacak? Benim aklım vallahi almıyor, bunlar nasıl insan? Ben neden öyle insan değilim? Neden 30 kiloluk bavul yapmadan benim tatilim zehir oluyor? Neden "bir gece de canım isterse böyle giyerim" diye diye 5 gün için 55 kombin koymadan içime sinmiyor? (Ki bunların en fazla 3 tanesini giyiyorum.) Neden ben bu kadar kullanışsız, az esneğim ve daha önemlisi, esnek olan nasıl esnek?
10 Ağustos 2011 Çarşamba
9 Ağustos 2011 Salı
Esaretin bedeli
Daha önce Sinan Bey ve Maskara'dan bahsettiğim uzun bir yazı yazdım blog için, içeriğin kişiselliğinden utanıp koyamadım. Lale Hanım ve Şeker'den bahsettiğim bir bölümü de vardı yazının, maalesef onu da koyamamış oldum. Bu ikisi köpek, ikisi insan dört canlı hayatıma bu yaz girdiler. Hikayenin ilerleyen aşamalarında ortaya çıkan havalı veya tuhaf bir bağlantı, dolayısıyla nefis bir son isterdim onları tarif edebilmek için, öylesi daha afilli duracaktı. Gel gelelim "Vaaay, Sinan Bey de ne adammış ama!" veya bir zamanlar Magnolia'nın önünü çektiği türden "herkes bir şeyler yaşıyor, bir noktada hayatları kesişiyor ve kesişmeden sonra da hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Her işte bir hayır varmış, bak bu yolların adeta kesişmesi lazımmış" dedirtemedikten sonra yazmanın anlamı yok, demiş idim.
Fakat buradan gitmeme iki gün kaldı. Ve bu durumda her türlü duygusallığa fevkaladenin fevkinde açığım. Hele el ve beyin ishaliyle yazıp durduğum son günlerde, bu konuyu yazmayı en büyük hakkım ve mecburiyetim olarak görüyorum.
Annemi geçen kış poposundan bir köpek ısırdı. Tam ısırmadı aslında, fakat o kaztüyü montun kalça bölgesine diş geçirmeye çalıştı bir kere. Annem de sonuçlarından korktuğu böyle bir durumu bana internette yazışırken anlattı. O günden sonra (belki biraz saçma gelecek ama) annemden ziyade (çünkü kendini korumayı herkesten iyi bilen bir insandır) köpeği düşündüm. İçimdeki o garibanı mutlaka 100 gram fazla tartan adalet terazisi hemen köpeğin lehine çalışmaya başladı. Belki başkasını ısırsa şikayet edilecek, barınağa götürülünce kim bilir kesilip biçilecekti.
İstanbul'a gelir gelmez popo ısıranla tanıştım. Adı Şeker olan bu sokak köpeği, kısa süre sonra 5 aylığına yazlığa gidecek olan, çapraz apartmanın sakini Lale Hanım tarafından sabah akşam bağlı olduğu kulübeden çıkartılarak gezdiriliyor, bu esnada kankası Maskara ve sahibi Sinan Bey de onlara eşlik ediyordu. Bağlıydı; çünkü annem gibi olmayan birkaç kişi korktuğu için yan bakana havlayan bu yabani köpeği şikayet etmiş ve belediye ekiplerince vurdurtarak barınağa postalatmıştı. Hayvan üç kere gidip geldiği barınaklarda ne gördüyse, her seferinde daha hırçınlaşmış vaziyette geri dönüyordu. O yüzden artık apartmanın yanındaki elektrik trafosunun orada, son model bir kulübeye bağlı yaşıyordu.
Şeker'i görür görmez çok sevdim. Gariban bir sokak köpeği olmasına rağmen öyle dilencilik huyu, boynu büküklüğü yoktu bir kere. Boynu büküğe de gönlümüz açıktır da, böylesi gururu hiç görmemişim. Önce, henüz korkunç sıcak yaz başlamadığı için, günde iki-üç kere, sonra gitmem yaklaştıkça bazen akşam, bazen sabah en az bir kere ve mama temini için yanına gidip durur oldum. Ama iş onunla kalmadı. İlaçla vurulup barınağa götürülme tehlikesiyle yaşayan bir hayvanın ikamet ettiği kulübe balkondan görünüyorsa, insanın uykusu delik deşik oluyor sahiden. Her "Hav hav!"ına "Hay hay!" diyerek, camın yanına koşup koşup gittim gecenin herhangi saati. Bazı geceler havlaması veya uluması bitmediği için uyumakta büyük güçlük çektim. Havlamaması da aynı etkiyi yarattı gerçi, o da pek hayra alâmet değildi; havlamadığında da ertesi gün onu kulübenin içinde cansız, önünde zehirli kıymayla bulmaktan delice korktum. Bu bir ihtimaldi.
İkinci ihtimal, yani zehirli kıyma yedirmeden Şeker'e zarar verebilecek diğer kişiler, kulübenin baktığı apartman dairesindeki çift idi. Bu çift, birkaç sene önce mahallenin sevgilisi Çelik isimli sokak köpeğini bir sabah havladığı sebebiyle başından oracıkta susturuculu bir tabancayla vurmuşlardı ve elbette yanlarına kâr kalmıştı. Bu yüzden balkona her koşuşumda, söz konusu balkondaki hareketliliği ve Şeker'i varlıklarıyla deli eden dış cephe yalıtımcısı ustaları falan da kontrol etmem gerekiyordu. Buna Şeker'in bağlı olduğu yerin birkaç metre ötesindeki parkın içinde gece karanlığında içen mahalle gençlerini ve belediye ekiplerini de ilave edelim.
Üçüncü ihtimal de, Şeker'i hiç bulamamaktı. Birilerinin Şeker'in tasmasını açarak salması ve ensesi mikroçipli ve aşı karnesi bile olan bu hayvanı şikayet ederek, belediyeye toplatmasıydı.
Bu ihtimaller, kulaklarımda köpek havlamasına karşı olmadık bir duyarlılık geliştirdi. Yattığım yerden uyurgezer gibi sabah beş sularında fırlayarak daha adımı hatırlayamadan "Neyi var? Aşağı insem mi?" diye düşünebilmemi sağladı. "Sağladı" mı diyeyim yoksa "sebep oldu" mu desem; her durumda mahvetti beni. Şeker'e mama verilecek diye akşam erkenden eve koşan, koşmuyorsam bile ilk iş yanına uğrayan, her boş anımda parka inip köpek gezdiren ve şefkatle köpek kakası çişi seyreden bir modele dönüştüm.
Aradaki sürede Lale Hanım yazlığa gitti, Sinan Bey aniden vefat etti. Maskara boy attı, Şeker daha hırçınlaştı, ben de Boston'a geri dönüyorum.
Durum bundan ibaret. Öyle pek fırfırlı sonu yok bu işin, söylemiştim. Buraya yazınca belki bir kilo çekmiyor da, içime tonlarca yük bıraktı hepsi.
Hayvanseverler arasındaki kanser yaygınlığına dair bir araştırma yapılsın, buradan rica ediyorum.
Fakat buradan gitmeme iki gün kaldı. Ve bu durumda her türlü duygusallığa fevkaladenin fevkinde açığım. Hele el ve beyin ishaliyle yazıp durduğum son günlerde, bu konuyu yazmayı en büyük hakkım ve mecburiyetim olarak görüyorum.
Annemi geçen kış poposundan bir köpek ısırdı. Tam ısırmadı aslında, fakat o kaztüyü montun kalça bölgesine diş geçirmeye çalıştı bir kere. Annem de sonuçlarından korktuğu böyle bir durumu bana internette yazışırken anlattı. O günden sonra (belki biraz saçma gelecek ama) annemden ziyade (çünkü kendini korumayı herkesten iyi bilen bir insandır) köpeği düşündüm. İçimdeki o garibanı mutlaka 100 gram fazla tartan adalet terazisi hemen köpeğin lehine çalışmaya başladı. Belki başkasını ısırsa şikayet edilecek, barınağa götürülünce kim bilir kesilip biçilecekti.
İstanbul'a gelir gelmez popo ısıranla tanıştım. Adı Şeker olan bu sokak köpeği, kısa süre sonra 5 aylığına yazlığa gidecek olan, çapraz apartmanın sakini Lale Hanım tarafından sabah akşam bağlı olduğu kulübeden çıkartılarak gezdiriliyor, bu esnada kankası Maskara ve sahibi Sinan Bey de onlara eşlik ediyordu. Bağlıydı; çünkü annem gibi olmayan birkaç kişi korktuğu için yan bakana havlayan bu yabani köpeği şikayet etmiş ve belediye ekiplerince vurdurtarak barınağa postalatmıştı. Hayvan üç kere gidip geldiği barınaklarda ne gördüyse, her seferinde daha hırçınlaşmış vaziyette geri dönüyordu. O yüzden artık apartmanın yanındaki elektrik trafosunun orada, son model bir kulübeye bağlı yaşıyordu.
Şeker'i görür görmez çok sevdim. Gariban bir sokak köpeği olmasına rağmen öyle dilencilik huyu, boynu büküklüğü yoktu bir kere. Boynu büküğe de gönlümüz açıktır da, böylesi gururu hiç görmemişim. Önce, henüz korkunç sıcak yaz başlamadığı için, günde iki-üç kere, sonra gitmem yaklaştıkça bazen akşam, bazen sabah en az bir kere ve mama temini için yanına gidip durur oldum. Ama iş onunla kalmadı. İlaçla vurulup barınağa götürülme tehlikesiyle yaşayan bir hayvanın ikamet ettiği kulübe balkondan görünüyorsa, insanın uykusu delik deşik oluyor sahiden. Her "Hav hav!"ına "Hay hay!" diyerek, camın yanına koşup koşup gittim gecenin herhangi saati. Bazı geceler havlaması veya uluması bitmediği için uyumakta büyük güçlük çektim. Havlamaması da aynı etkiyi yarattı gerçi, o da pek hayra alâmet değildi; havlamadığında da ertesi gün onu kulübenin içinde cansız, önünde zehirli kıymayla bulmaktan delice korktum. Bu bir ihtimaldi.
İkinci ihtimal, yani zehirli kıyma yedirmeden Şeker'e zarar verebilecek diğer kişiler, kulübenin baktığı apartman dairesindeki çift idi. Bu çift, birkaç sene önce mahallenin sevgilisi Çelik isimli sokak köpeğini bir sabah havladığı sebebiyle başından oracıkta susturuculu bir tabancayla vurmuşlardı ve elbette yanlarına kâr kalmıştı. Bu yüzden balkona her koşuşumda, söz konusu balkondaki hareketliliği ve Şeker'i varlıklarıyla deli eden dış cephe yalıtımcısı ustaları falan da kontrol etmem gerekiyordu. Buna Şeker'in bağlı olduğu yerin birkaç metre ötesindeki parkın içinde gece karanlığında içen mahalle gençlerini ve belediye ekiplerini de ilave edelim.
Üçüncü ihtimal de, Şeker'i hiç bulamamaktı. Birilerinin Şeker'in tasmasını açarak salması ve ensesi mikroçipli ve aşı karnesi bile olan bu hayvanı şikayet ederek, belediyeye toplatmasıydı.
Bu ihtimaller, kulaklarımda köpek havlamasına karşı olmadık bir duyarlılık geliştirdi. Yattığım yerden uyurgezer gibi sabah beş sularında fırlayarak daha adımı hatırlayamadan "Neyi var? Aşağı insem mi?" diye düşünebilmemi sağladı. "Sağladı" mı diyeyim yoksa "sebep oldu" mu desem; her durumda mahvetti beni. Şeker'e mama verilecek diye akşam erkenden eve koşan, koşmuyorsam bile ilk iş yanına uğrayan, her boş anımda parka inip köpek gezdiren ve şefkatle köpek kakası çişi seyreden bir modele dönüştüm.
Aradaki sürede Lale Hanım yazlığa gitti, Sinan Bey aniden vefat etti. Maskara boy attı, Şeker daha hırçınlaştı, ben de Boston'a geri dönüyorum.
Durum bundan ibaret. Öyle pek fırfırlı sonu yok bu işin, söylemiştim. Buraya yazınca belki bir kilo çekmiyor da, içime tonlarca yük bıraktı hepsi.
Hayvanseverler arasındaki kanser yaygınlığına dair bir araştırma yapılsın, buradan rica ediyorum.
En sevdiğim
şeylerden bir tanesi de, düz, kafa yormayan işlerdir. Belki bu işleri yapamam hiçbir zaman, ama yine de uzaktan uzağa öykünürüm. Sığınılan kuytu, sıcacık bir yer gibi gelir. Ne gibi, diyeceksin, şöyle;
Bankaya gittiğimde veznede çalışan kadına feci özenirim. O ki; tüm dünyadan ayrı, ufacık bir bölmede, paraları otomatik sayan makinanın yanında durup, parafla imzaladığı makbuzların çıktısını almaktadır. Hareketleri ağırdır; ellerinde numaralarıyla bekleyen müşterileri görmesine rağmen, ayağa kalkmadan onlarla yüzleşmek zorunda kalmaz. Herhangi bir sürtüşme yaşamadan, işini en yavaş şekilde yerine getirir. Nasılsa kimse Turkcell faturası yatmadı diye aniden kalp krizi geçirmeyecek veya kirasını çekmediğinden kan şekeri düşmeyecektir. Dolayısıyla veznede çalışan kızın kritik bir rolü yoktur. Neyi vardır? Mesela fönlü saçları vardır. Düzgün, ojeli tırnakları vardır. Belli ki sabahları ne giyeceğini, neyi nasıl yakıştıracağını düşünecek kadar vakti vardır.
Adliyede avukatlık stajı yaparken gidip falan mahkemenin "kalem" tabir edilen odasında oturmak icap ederdi. Burada çoğu zaman stajyerlere "Sen hukuk okudun ama, bizim bildiğimizin onda birini bilmiyorsun, naber?" hissettirme amaçlı, aslında incir çekirdeğini doldurmayacak ufak kağıt işleri abartılı hareket ve yorumlarla ("Yine çok yoğunuz ooof", "Bu hafta nasıl bitecek Erol abi yaa", "Hakim beye kaç defa söyledim, yine bilmezden geliyor, dosyadan çıkardığını yerine koymuyor") yerine getirilmektedir. Bu mini şov devresi geçtikten sonra, özellikle de öğlen arasından sonra tatlı bir uyku çöktüğünde herkes özüne döner ve köhne bilgisayarlarda Media Player'lar açılarak Ebru Gündeş, Muazzez Ersoy, Kenan Doğulu mp3'leri çalınmaya başlanır. Sigaraların sisiyle buğulu bir fotoğrafa dönüşen Kadıköy Adliyesi'nin kalem odaları, dünyanın en muazzam manzarasına, Kadıköy üzerinden sahile bakmaktadır. Masalarda bir karış toz, bilgisayarlarda duvar kağıdı olarak nişanlı kızların nişanlanma anları; asker bekleyenlerin komando kılığı içindeki sevgilileri; çocukluların çocuklarının net olmayan, kötü kadrajlı bir fotoğrafı; artık herhangi işten elini ayağını çekmiş evli barklı adamların Karadeniz'in çay toplanan ovalarının üstten çekilmiş hali bulunmaktadır. Erol beyin masasının üzerinde buruşuk duran FotoMaç camdan içeri giren rüzgarla hışırdar, kızların taktığı bir milyoncudan alınma bilezikler şangırdar. Cep telefonları en kötü melodilerde çalar, açılır, kapanır, bir daha çalar. O anlar, ne güzeldir. Kliplerde havalı dursun diye sanatçıyı ağır çekimde çekerler çevresindekiler arı gibi koştururken hani, işte tam tersidir bu bahsettiğim durum. Çevremde bir şeyler en ağır haliyle var olmaktadır, ben içlerinde Speedy Gonzales kalırım. Bir yokuşa tırmanıp, aniden inerken için hoş olması gibi tatlı hissederim. Tüm gün kalemde oturmak, geceleri koltukları birleştirip yatak yaparak orada yatmak falan isterim.
Her gün oraya gideceğini bilince iş değişir ama. Her gün yapacağını bildikten sonra, herkes için her şeyin anlamı değişir. Bir anda zul gelir. O odanın manzarası Kadıköy'ün en çirkin manzarasına, bileziklerin sesi en kötü gürültüye dönüşür. İşte, o yüzden bir yerde çok uzun süre kalmak, bir şeyi çok uzun süre yapmak zordur. O yüzden de içindeki insanlar o işten çok rahat nefret ederler. Ama dışarıdan bakanlar da hep özenirler. Ben hep özenirim.
Evet, bu günlük de dersim bitti. Dağılabilirim.
Bankaya gittiğimde veznede çalışan kadına feci özenirim. O ki; tüm dünyadan ayrı, ufacık bir bölmede, paraları otomatik sayan makinanın yanında durup, parafla imzaladığı makbuzların çıktısını almaktadır. Hareketleri ağırdır; ellerinde numaralarıyla bekleyen müşterileri görmesine rağmen, ayağa kalkmadan onlarla yüzleşmek zorunda kalmaz. Herhangi bir sürtüşme yaşamadan, işini en yavaş şekilde yerine getirir. Nasılsa kimse Turkcell faturası yatmadı diye aniden kalp krizi geçirmeyecek veya kirasını çekmediğinden kan şekeri düşmeyecektir. Dolayısıyla veznede çalışan kızın kritik bir rolü yoktur. Neyi vardır? Mesela fönlü saçları vardır. Düzgün, ojeli tırnakları vardır. Belli ki sabahları ne giyeceğini, neyi nasıl yakıştıracağını düşünecek kadar vakti vardır.
Adliyede avukatlık stajı yaparken gidip falan mahkemenin "kalem" tabir edilen odasında oturmak icap ederdi. Burada çoğu zaman stajyerlere "Sen hukuk okudun ama, bizim bildiğimizin onda birini bilmiyorsun, naber?" hissettirme amaçlı, aslında incir çekirdeğini doldurmayacak ufak kağıt işleri abartılı hareket ve yorumlarla ("Yine çok yoğunuz ooof", "Bu hafta nasıl bitecek Erol abi yaa", "Hakim beye kaç defa söyledim, yine bilmezden geliyor, dosyadan çıkardığını yerine koymuyor") yerine getirilmektedir. Bu mini şov devresi geçtikten sonra, özellikle de öğlen arasından sonra tatlı bir uyku çöktüğünde herkes özüne döner ve köhne bilgisayarlarda Media Player'lar açılarak Ebru Gündeş, Muazzez Ersoy, Kenan Doğulu mp3'leri çalınmaya başlanır. Sigaraların sisiyle buğulu bir fotoğrafa dönüşen Kadıköy Adliyesi'nin kalem odaları, dünyanın en muazzam manzarasına, Kadıköy üzerinden sahile bakmaktadır. Masalarda bir karış toz, bilgisayarlarda duvar kağıdı olarak nişanlı kızların nişanlanma anları; asker bekleyenlerin komando kılığı içindeki sevgilileri; çocukluların çocuklarının net olmayan, kötü kadrajlı bir fotoğrafı; artık herhangi işten elini ayağını çekmiş evli barklı adamların Karadeniz'in çay toplanan ovalarının üstten çekilmiş hali bulunmaktadır. Erol beyin masasının üzerinde buruşuk duran FotoMaç camdan içeri giren rüzgarla hışırdar, kızların taktığı bir milyoncudan alınma bilezikler şangırdar. Cep telefonları en kötü melodilerde çalar, açılır, kapanır, bir daha çalar. O anlar, ne güzeldir. Kliplerde havalı dursun diye sanatçıyı ağır çekimde çekerler çevresindekiler arı gibi koştururken hani, işte tam tersidir bu bahsettiğim durum. Çevremde bir şeyler en ağır haliyle var olmaktadır, ben içlerinde Speedy Gonzales kalırım. Bir yokuşa tırmanıp, aniden inerken için hoş olması gibi tatlı hissederim. Tüm gün kalemde oturmak, geceleri koltukları birleştirip yatak yaparak orada yatmak falan isterim.
Her gün oraya gideceğini bilince iş değişir ama. Her gün yapacağını bildikten sonra, herkes için her şeyin anlamı değişir. Bir anda zul gelir. O odanın manzarası Kadıköy'ün en çirkin manzarasına, bileziklerin sesi en kötü gürültüye dönüşür. İşte, o yüzden bir yerde çok uzun süre kalmak, bir şeyi çok uzun süre yapmak zordur. O yüzden de içindeki insanlar o işten çok rahat nefret ederler. Ama dışarıdan bakanlar da hep özenirler. Ben hep özenirim.
Evet, bu günlük de dersim bitti. Dağılabilirim.
7 Ağustos 2011 Pazar
Harcanma korkusu
Korku filmi çekilecekse testereydi, tavaydı uğraşmayın Sayın Ucuza Film Çekip Gişelerde Gençliği İp Gibi Sıraya Dizen Amatör Yönetmenler! "Harcanma Korkusu" diye bir film çekin de görün, o gençlik salonu çiş gölüne çeviriyor mu, çevirmiyor mu. Ne açlık, ne ölüm; hepimizde inceden bir harcanma korkusu var. Hepimiz kıymetimizin altında, ucuza gitmekten ölesiye korkuyoruz. Başarmak değil yani mesele, harcanmadığına kanaat getirsen kâfi.
Eskiden takdir-teşekkür getirip, bir devlet üniversitesinden makul sürede mezun olduğunda tartışmasız başarılıydın. Henüz "her şeye sahip, ama içi kan ağlıyor"luk klişesini gıygıylamıyordu Hollywood. Henüz sıradışılık adı altında zırzopluk pompalanmıyordu. (Yarabbim, içimde minik bir Gestapo yatıyor. Belki de haklıyım, belki de haklı içimde filizlenmiş bu küçük diktatör. O zaman ne olacak? Ya haklıysam ve tüm dünyanın bu sözde sıradışı olma ezberinden kurtulması gerekiyorsa?) Halbuki günümüzde maaşından, sevgilisinden, evinden, muhitinden, işyerinin çalıştırdığı eleman hacminden kendini sorgulayıp muhakkak harcanıp harcanmadığını kontrol etmen gerek. Tek taşın küçükse, maaşın lisedeki sıra arkadaşınınkinden düşükse, yazın gittiğin otelin yıldızı azsa, işyerinin olduğu binanın boyası dökükse, entellektüellerle dolu bir ortamda yanındaki arkadaşın cahilse kıllanırsın. Sağlamasını yaparsın varlığının. CV'ni kıyaslarsın, "o benden az kitap okudu, şu hale bak" dersin. Anneannem öldüğünde sokakta gördüğüm her yaşlı kadına bakıp "bu da ölebilirdi onun yerine, neden anneannem öldü ki" diye haince düşünceler sarmıştı beni, hah, tam o hesap. Neden o değil de ananem öldü? Neden ben değil de o yaptı?
Harcanma, tıpkı doğma-büyüme-ölüp çürüme ve toprağa karışmada olduğu gibi, fevkalade doğal bir süreçtir. Tarkan'ın Kış Güneşi parçasında "Yanlış zaman, yanlış insan" diye özetlediği bir kadersizlik durumudur. Buna en güzel örneği de, müsaadenizle, Smashing Pumpkins'dir. Resmen bu harcanma durumunun case study'si denebilecek bahtsız develikte Smashing Pumpkins, bundan yirmi sene önce şimdi kapış kapış gidecek müzikler yapmış ve maalesef ki "ne yapıyor bu herifler yeaea" tepkileriyle karşılaşarak müziği bırakma noktasına gelmiştir. Keza, Nirvana da grunge denen müziğin sadece bir furyadan ibaret görülüp, bir günah gibi unutulmaya çalışılması sebebiyle feci harcanmış bir müzik grubudur. Gidip 60'lardan, 70'lerden, 80'lerden göğsümüzü gere gere müzikler dinliyoruz da, birimiz açıp bir gün 90'lardan, özellikle de grunge gruplarından bir şeyler dinlemeyiz, neden?
İşte, hayat hep bir kıllanmadır, kendini bozdurup harcatmama mücadelesidir. Çünkü insan neye layık olduğunu en iyi kendisi bilir içten içe. Yeterli çabayı göstermese de, gönlünde neler nelere layıktır, kendini nerelerde görmektedir. Eğer bu hedef uğraşılınca yapılabilinecek bir şeyse, o halde kimbilir uğraşmasa da yapılabilinecek bir şeydir? İşte, bizim jenerasyonun benzini aynen bu düşüncedir. İstesem yaparım, o halde isteyeyim, yapmayayım ama yapmışım gibi sonucumu alayım. Yok öyle yağma tabii. İyi ki.
Eskiden takdir-teşekkür getirip, bir devlet üniversitesinden makul sürede mezun olduğunda tartışmasız başarılıydın. Henüz "her şeye sahip, ama içi kan ağlıyor"luk klişesini gıygıylamıyordu Hollywood. Henüz sıradışılık adı altında zırzopluk pompalanmıyordu. (Yarabbim, içimde minik bir Gestapo yatıyor. Belki de haklıyım, belki de haklı içimde filizlenmiş bu küçük diktatör. O zaman ne olacak? Ya haklıysam ve tüm dünyanın bu sözde sıradışı olma ezberinden kurtulması gerekiyorsa?) Halbuki günümüzde maaşından, sevgilisinden, evinden, muhitinden, işyerinin çalıştırdığı eleman hacminden kendini sorgulayıp muhakkak harcanıp harcanmadığını kontrol etmen gerek. Tek taşın küçükse, maaşın lisedeki sıra arkadaşınınkinden düşükse, yazın gittiğin otelin yıldızı azsa, işyerinin olduğu binanın boyası dökükse, entellektüellerle dolu bir ortamda yanındaki arkadaşın cahilse kıllanırsın. Sağlamasını yaparsın varlığının. CV'ni kıyaslarsın, "o benden az kitap okudu, şu hale bak" dersin. Anneannem öldüğünde sokakta gördüğüm her yaşlı kadına bakıp "bu da ölebilirdi onun yerine, neden anneannem öldü ki" diye haince düşünceler sarmıştı beni, hah, tam o hesap. Neden o değil de ananem öldü? Neden ben değil de o yaptı?
Harcanma, tıpkı doğma-büyüme-ölüp çürüme ve toprağa karışmada olduğu gibi, fevkalade doğal bir süreçtir. Tarkan'ın Kış Güneşi parçasında "Yanlış zaman, yanlış insan" diye özetlediği bir kadersizlik durumudur. Buna en güzel örneği de, müsaadenizle, Smashing Pumpkins'dir. Resmen bu harcanma durumunun case study'si denebilecek bahtsız develikte Smashing Pumpkins, bundan yirmi sene önce şimdi kapış kapış gidecek müzikler yapmış ve maalesef ki "ne yapıyor bu herifler yeaea" tepkileriyle karşılaşarak müziği bırakma noktasına gelmiştir. Keza, Nirvana da grunge denen müziğin sadece bir furyadan ibaret görülüp, bir günah gibi unutulmaya çalışılması sebebiyle feci harcanmış bir müzik grubudur. Gidip 60'lardan, 70'lerden, 80'lerden göğsümüzü gere gere müzikler dinliyoruz da, birimiz açıp bir gün 90'lardan, özellikle de grunge gruplarından bir şeyler dinlemeyiz, neden?
İşte, hayat hep bir kıllanmadır, kendini bozdurup harcatmama mücadelesidir. Çünkü insan neye layık olduğunu en iyi kendisi bilir içten içe. Yeterli çabayı göstermese de, gönlünde neler nelere layıktır, kendini nerelerde görmektedir. Eğer bu hedef uğraşılınca yapılabilinecek bir şeyse, o halde kimbilir uğraşmasa da yapılabilinecek bir şeydir? İşte, bizim jenerasyonun benzini aynen bu düşüncedir. İstesem yaparım, o halde isteyeyim, yapmayayım ama yapmışım gibi sonucumu alayım. Yok öyle yağma tabii. İyi ki.
Pazar
Pazartesi günü koştur koştur çalışmayacak bir insan olarak bana bile kötü geliyorsa Pazar, bu işin içinde bir bit yeniği olmalı. Öyle "Ertesi gün işe gideceğim ay ay" hezeyanı olmadan, tüm güneşine, tatlı rüzgarına rağmen bir gün sevilmiyorsa, çağrıştırdıklarından olabilir. Bir kere haftanın son günü; haftanın naaşını Pazar günü kaldırıyorsun. Sonra, o hafta hiçbir iş yapmadıysan, onun vergisini ödeyeceksin; işe yaramazlığınla yüzleşeceksin. Çok iş yaptıysan, yepyeni ve bambaşka çok işler dolu bir haftaya açılmak üzeresin; onun gerginliği ve "bitse de gitsek"i var. Önceki gece çok içmişsen taş gibi kafası, kimbilir ne mahçubiyeti var. Sevdiğin şarkı çalıyor diye piste atlayıp, 3-5 biranın gazıyla olmadık hareketler yaptın belki. O an başka bir görgüdeydin, ayılınca başka. Pabuçlarını kenara koyup yalınayak pistte dansetmiş olmak insanı utançtan bir köpük banyosuna sokabilir ertesi gün. Olabilir. Artık yıl gibi artık bir gün; hayatının kararını alıp hamle edebileceğin bir gün değil ya. Devlet daireleri, bankalar, çoğu e-mailler bile kapalı. Pazartesi'ye kadar da öyle kalacak. O gün herhangi bir şey yapılabilemez. Yapılanı da bir yere varmaz. Bir ara dünya, ara zaman, günlük hayatın bonus track'i. Aksak ritimli, söylemeye kalksan sözler aklına gelmiyor.
Yine de Pazar günü keyiflenmek hakkıdır insanın. O yüzden bu burada dursun, isteyen tabağına alsın. Yalnız içinde metal kaşık bırakmayın; malum, metal kaşık zeytinyağlıyı sulandırıyor.
Yine de Pazar günü keyiflenmek hakkıdır insanın. O yüzden bu burada dursun, isteyen tabağına alsın. Yalnız içinde metal kaşık bırakmayın; malum, metal kaşık zeytinyağlıyı sulandırıyor.
6 Ağustos 2011 Cumartesi
Blogger's block
Writer's block var, blogger's block niye yok? Derken Google'ladım ve 261 milyon sonuçla karşılaştım. Üstelik sayıyı abartmıyorum, maalesef.
Şimdi,
Twitter falan derken ince ince gazımız alındı, artık iki cümleyi bir paragraf edemiyoruz. Nice blog postlarını harf hesabıyla porsiyonu ayarlanmış tweetlere sızdırıyoruz diye bankada bir kuruş bile birikmiyor. Hem orada tespit, hem burada, zor. Kendimizi de tekrar etmeye tenezzül etmeyiz, gururluyuz bereket. O yüzden bloga bir güzel yazık oluyor. Halbuki insanoğlu doğduğu günden itibaren hep daha fazlasını başarmak istiyor, neden şimdi bu kadar minimallik? Yeni evli hanzoluğunda şıp diye Ikea'dan yere yakın mobilyalı ev düzenler misali, bu anlamsız minimallik neden? Kendimizi uzun uzun çok mu anlattık da doyduk mu ki özetlemenin derdine düştük? Bilmem. Başta bu işten hiçbir şey anlamadım, sonra müptelası, en son da uzaktan arkadaşı oldum.
İnternet çağının vebası oldu bu anlaşılma merakı. "İnternet çok faydalı, bir şeyler öğreniyorsun" dönemi geçeli on yıl oluyor. Şimdi, bu ikinci onyılda tek amaç, "İnternet çok faydalı, bir şeyler öğretiyorsun"un hakkını verebilmek. Hele Türkiye gibi şuursuz cahil, bilmediğini başkasına öğretmeye aşık bir nüfusa sahip ülkelerde, herhalde bu açık öğretim daha da kapsamlı oluyordur. "Aşk nedir? Bizi görünce havlamaması, paçamıza yapışmaması için nasıl yere çömülmelidir?" gibi reçetelerden tut, kesekağıdından felsefeler falan, gırla. Gündem yorumlarını es geçeyim, o kısmı beni istisnasız her seferinde öfkeden deliye döndürüyor. Eskiden görece yavaş şekilde halkın (internet kullanmayan) geri kalanına nüfuz eden kötü şakalar, Abdurrahman Çelebi misali sözde akıllı çocuk çıkışlar şimdi ikinci günü en bayağı yazarın eline oyuncak oluyor. Onun tepkisi üzerine ikinci kere o bayatlamış olay gündem oluyor, o bayağı yazarın gözünden/yorumuyla. Bu sefer onu ilk başta salim akılla yorumlamış insanlar, bu ikinci gündem dalgasını yorumlarken kendilerinin parodisine dönüşüyorlar. Kendilerini aşırı önemsemeye başlıyorlar. Birbirine değmemesi gereken sosyal çevreler kesişiyor, daha neler neler oluyor.
Her işin mutlaka bir negatif sonucu oluyor ve bunu bir tek ben mi farkediyorum, merak ediyorum. Hem blogger's block da hastalığın kendisi değil, semptomu olsa gerek.
Şimdi,
Twitter falan derken ince ince gazımız alındı, artık iki cümleyi bir paragraf edemiyoruz. Nice blog postlarını harf hesabıyla porsiyonu ayarlanmış tweetlere sızdırıyoruz diye bankada bir kuruş bile birikmiyor. Hem orada tespit, hem burada, zor. Kendimizi de tekrar etmeye tenezzül etmeyiz, gururluyuz bereket. O yüzden bloga bir güzel yazık oluyor. Halbuki insanoğlu doğduğu günden itibaren hep daha fazlasını başarmak istiyor, neden şimdi bu kadar minimallik? Yeni evli hanzoluğunda şıp diye Ikea'dan yere yakın mobilyalı ev düzenler misali, bu anlamsız minimallik neden? Kendimizi uzun uzun çok mu anlattık da doyduk mu ki özetlemenin derdine düştük? Bilmem. Başta bu işten hiçbir şey anlamadım, sonra müptelası, en son da uzaktan arkadaşı oldum.
İnternet çağının vebası oldu bu anlaşılma merakı. "İnternet çok faydalı, bir şeyler öğreniyorsun" dönemi geçeli on yıl oluyor. Şimdi, bu ikinci onyılda tek amaç, "İnternet çok faydalı, bir şeyler öğretiyorsun"un hakkını verebilmek. Hele Türkiye gibi şuursuz cahil, bilmediğini başkasına öğretmeye aşık bir nüfusa sahip ülkelerde, herhalde bu açık öğretim daha da kapsamlı oluyordur. "Aşk nedir? Bizi görünce havlamaması, paçamıza yapışmaması için nasıl yere çömülmelidir?" gibi reçetelerden tut, kesekağıdından felsefeler falan, gırla. Gündem yorumlarını es geçeyim, o kısmı beni istisnasız her seferinde öfkeden deliye döndürüyor. Eskiden görece yavaş şekilde halkın (internet kullanmayan) geri kalanına nüfuz eden kötü şakalar, Abdurrahman Çelebi misali sözde akıllı çocuk çıkışlar şimdi ikinci günü en bayağı yazarın eline oyuncak oluyor. Onun tepkisi üzerine ikinci kere o bayatlamış olay gündem oluyor, o bayağı yazarın gözünden/yorumuyla. Bu sefer onu ilk başta salim akılla yorumlamış insanlar, bu ikinci gündem dalgasını yorumlarken kendilerinin parodisine dönüşüyorlar. Kendilerini aşırı önemsemeye başlıyorlar. Birbirine değmemesi gereken sosyal çevreler kesişiyor, daha neler neler oluyor.
Her işin mutlaka bir negatif sonucu oluyor ve bunu bir tek ben mi farkediyorum, merak ediyorum. Hem blogger's block da hastalığın kendisi değil, semptomu olsa gerek.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)