Old Boy repliği olarak duyduğum ve kendimin de düşünebileceği üzre: Doğru soruyu sormazsan cevabı bulamazsın. Tarkan'ın duraklama, gerileme devri ve serbest düşüşünü sorgularken fark ettim ki, Tarkan'ın yanlış stratejiyle eklediği faktörlerin yanı sıra bir de Serdar Ortaç'ın toplum beklentilerini göz önüne alarak yarattığı bir yeni starlık mertebesi var. Ve bu mertebe insandan, topluluklardan, halktan uzak durmayan, onların entellektüel beklentilerini ileri götürmek konusunda and içmemiş bir yaklaşım içeriyor. Türk entelinin seneler, seneler içinde değişmez vazife bildiği "halk anlamıyor/anlatsak mı/anlatsak anlar mı/biz yaptık, siz beğenmediniz ama o da sizin suçunuz, biz sadece görevimizi yerine getirdik/biz Avrupa standardında işler yaptık ama bu halka var ya, bu halka yaranılmıyor"luk kibirinden, "anlayacağın gibisini yaparız YAVRUM"culuğa geçişin Türk popundaki yansıması, şahane bir kişilik Serdar Ortaç. Çok haklı: Alem buysa, kral o.
Dogmalaşmış Sezen Aksu kriterleri, bu toplumda artık geçerli değil. Bu toplum, artık Sezen Aksu'nun şarkı yazacağı bir toplum değil, bu bir. İkincisi Sezen Aksu, artık şarkı yazabilecek bir insan değil. Sezen Aksu, artık anonim hisleri bir başlıkta toplamak için zevksiz, hevessiz çalışıyor. Anonim derken, Ayşe Özyılmazel'in her yaz Çeşme'ye kaçarayak Aksu'nun son albümünü benzinciden alıp naylonunu açmadan içindeki şarkılara çoktan aşık, çoktan bayılmış triplere girmesini sağlayan, isimsiz/uçucu hislerine, yazlık aşklarına kapak ettiği şarkılar onlar. Bizim gibi, arka koltukta, dizlerin üstünde arka camdan diğer arabaları seyrederken eşlik edilmiyor onlara. Onlar şerrefsiz aşklara adanmış çok afedersün. Hem de her tabakadan insan dinlemiyor. "Herkes dinlemiyor, çünkü kaliteli. Şarkıyı yazan/söyleyen senenin on ayını yurtdışında geçiriyor, çünkü Türkiye'yi beğenmiyor." formülü geçerli değil artık. Başarı halkla, halkın sevdiğiyle tanımlanıyor. Tarkan da bu furyanın, ÖSS değişmeden önceki sene üniversiteye hazırlanan genç misali, son kurbanı oldu. Sezen Aksu taktiklerle önce güzel albümlerle sevildi, omuzlar üzerinde yükseldi, konserlerine stadyumlar dayanmadı. Sonra seyircisini en bağımlı haliyle bırakıp, yabancı sahillerinde gey aşklar yaşayacağı (ki kınamıyorum, nerden istersen oradan yesin) yurtdışlarına gitti. O plajlarda çekilmiş el ele, yanak yanağa, dudiş dudişe fotoğrafların hemen ardından Marmara Hukuk'un Baby Lawyers dans grubunda dansetmekle iştigal eden, hem hukukçu, İsa koymuş Musa tepmiş yüzlü ablayla, o gomba burunlu, o fenafillah öküz gözlü ablayla göstermelik bir aşk yaşadı. Peki. O da ısrar etmedi bak, "illa ki bunla birlikteyim" diye tutturmadı. Bir önerme olarak, orada burada Bilge'siyle görüntülenegezdi.
Tarkan ondan sonra İngilişce albüm yaptı. Aynı yanlışa her gün binnnlerce Türk rak grubu düşüyor. O düşmüş, çok mu? Hem o dönemki yükselen Enrike Iglesyas, Riki Martin misali latino starların yanında aksanı abuk kaçmayabilirdi. Başarılı olması gibi bir ihtimal vardı. Nitekim fark şurada yatıyor, Tarkan'ın kendince Övropalaştırıp, cilaladığı şarkılar, artık Tarkan şarkısına benzemiyordu. Çöpleşmişti, tüm muzipliğini yitirmişti. Bizim için kelime oyunları fevkalade mühimken, lüplüp, dudududu, kuzukuzu, bıdıbıdı gibi ikilemeler bize sevimli geliyorken, İngilişce albümdeki zorlama sözler mesela, itici duruyordu. Tarkan üstüne oturmayan bir gömlek giyivermişti. Burada sultan gibi, on oda+onbeş salon bir evde yaşayabilecekken, orada onbeş metrekare bir evde, starlığından bihaber insanların komşuluğunda, Seven Eleven'dan Lucky Strike alarak Türkçe'yle beslenen damarını yatıştırmaya, filmlerde gördüğü şaaşaanın tam ortasında durarak, bu özlemi bastırmaya çalışıyordu. Home is where your heart is, Tarkan. Yanlış yoldaydı.
En sonunda pes edip ülkesine teslim oldu. Bu sırada aradan çok hızlı, çok değişken yıllar geçmişti. Bir yaz sabahı aniden Handeyner, Of Aman Nalan falan, erkeklere terso çeken şarkılar söylemeye başlamışlardı misal. Gönül işleri ülkesinde, asgari darbe yapılmış, Türk işi Riot Grrl akımı başlamıştı. Kontratakta Serdar Ortaç kızların atağına "Yazdığım mektupları teker teker yakacakmış/Çektiğim mesajları okumadan atacakmış/Bir gün özür dilersem belki huzur bulacakmış/Aman hiçbir şey bulma, canıma minnet(çok da fifi)" diye cevap veriyordu. Ortalık toz duman, birbirine rest çeken aşıklarla doluydu. Tarkan'ın naif, kırılgan, tutkulu, bis'li, yalvarmalı aşkları recycle bin'i boylamıştı. Ne kadar sevdiğiyle değil, ne kadar çabuk vazgeçtiğiyle rütbelenen bu trafikte, Tarkan yerini tanımlayamıyordu. Gururdan, kuyruğu dik tutma çabalarıyla yardımsız ayakta durmaya çalıştı. Sırasıyla papaz olduğu Nazan Öncel ve Sezen Aksu arasında pinpon topuna dönüştü. En sonunda konserleri dolmayan, boş koltuklara da söyleyen bir Tarkan oldu. Başladığı yere geri döndü.
Bu öyküde hem acıklı, hem trajikomik anlar var. Tarkan gitmeyip de kalaydı, burada bu goygoya evet der miydi, bilmiyorum. Takım elbisesini giyip Aksu imzalı şarkılarla yetişkin dünyasına kabulünden önce yaptığı ucuz şarkıların benzerlerini yapacaktıysa, neden o ekstra mili gitmişti, dönecektiyse? Politik cevaplarla geçiştirdiği, yorumsuz savuşturduğu medya ona sırt dönmüşken, şimdi Comic Sans fontla haberde alt yazı edilecek laflar mı söyleyecekti? Söyleyemezdi. Onun yerine, star olduğu zamanlara güvenmeyi, star olduğu gerçeğine güvenmeyi ve sabırla beklemeyi tercih ediyor. Aktifdinamik olunması baş şart olan bu yeni piyasada, pasifagresif tutumlarla, kürkçü dükkanına müşteri akını ümit ediyor. Peki. Bekleyelim görelim.
Gelelim Serdar Ortaç'a.
Serdar Ortaç, ortamların en güzel kaymağını yiyen, şimdiden on albümlük materyali olduğunu gururla açıklayan muazzam bir insan. Anlatım bozukluğunun kulakta şaşılık yarattığı, ilk paragrafta kıza aşkını anlatıp, nakaratta bela okuyan şarkı sözleriyle bezenmiş birbirinin epeyce benzeri şarkılarıyla bulamaç zihinlerde, dün duyduğunu bugün unutmacı toplumsal hafızalarda yerini sağlamlaştırıp, liderlikle pekiştirdi. Üstelik ne doğuştan avantajlı, dolu dolu, erkeksi bir tipi vardı, ne de sesi güzeldi. Ama başa oynadı. Ufaktan bizi fethetti. Kendi vitrini toparlayana kadar, başkalarına sattığı şarkılarıyla gündem yarattı. Kaşlar yol yol alınanda, saçlar kesilende, işte o anda Serdar krallığa hazır hale geldi. Taklit marka gömlekler giyen sırtlar, taklit lüivüton çanta taşıyan bilekler için söyledi. Bir kısım hor görürken, bir kısım onu kucakladı. Hor görenler bir çocuk yapıyorlar, kucaklayanlar üç-beş. O da bunun avantajını yaşadı. Önce onu kucaklayanlar, görümceleri, kayınları, eltileri için söyledi. Ukalalık yapmadı, yükselene kadar sesini çıkarmadı. Standartları oturana kadar, her yaz hitlerini plajlarda duymaya alıştırana kadar üstünlük taslamadı. Sabır etti, sebat etti. Devranın döneceğini hissetti, planını ona göre yaptı. Sonra da "şarkılara ne diye klip çekeyim, boş yere masraf niye yapayım, nasılsa hepsi tutuyor işte" diyeceği noktaya geldi. Artık Serdar Ortaç klibinde at oynatsa ne farkeder, manken oynatsa ne? Şimdi toprak ağalarının İstanbul'a demir ağ örmüş ferrarili, porşeli torunları bir tek onu dinliyor. Aşklarını onun felsefesi üzerinden yaşıyor. Zenginiyle, fakiriyle Serdarcı olduk.
Geçtiğimiz hafta sanırım Hürriyet gazetesinde iki sayfa genişliğinde, tek kişilik çarşaf büyüklüğünde, bol fotoğraflı bir Serdar Ortaç röportajı okudum. Yatakta. Anacığımın evindeyken. Yangelyattayken. Anne evinde kahvaltı sonrası kalkıp sofrayı masada bırakarak yatay pozisyona geçmek, ne kadar zevkliydi. Kahpe hayat! Her neyse, Serdar Ortaç sözlük, ansiklopedi okuduğunu anlatıyordu. Kafiye yeteneğini nasıl da geliştirdiğini açıklıyordu: "İkinci satırda felaket diyorsan, dördüncü satırda cehalet diyeceksin. Beşinci satırda nihayet diyorsan, yedinci satırda nefaset diyeceksin." Bu yaklaşımı senelerdir Bad Religion uyguluyor. Ben bizzat şahidim. O yüzden Serdar'ı kınamak tutarlı bir davranış olmaz. Onu dinleyen bünyelerin kafiye arayışı, kafiyeye yüklediği önem, bizden çok Osmanlıca tabir bildikleri inkar edilemez bir kere. O vokabülere hayretler içinde, hayranlıklar içinde bakıyorum bazen. Kah ev yapımı bir Youtube videosunda, kah bir televizyon programında, o sıfat çeşitliliğine kapılıyorum. "Bu adam bu kelimeyi nereden öğrendi?" demediğim bir an bile olmuyor. O yüzden, tribününe oynayan Serdar, tribüne oynamanın bilincinde, ciddiyetinde, samimiyetinde. Şarkısını kendi yazıyor, kimsenin insafına kalmıyor. Kendi yetiştirdikleriyle, ithal etmeden halkını besliyor, kitlesini küçümsemiyor. Yurtdışına firarlarla cezalandırmıyor. Daha da yakışıklı, her albümde daha trendy olarak onları ödüllendirmiyor. Olduğu gibi, her haliyle seviliyor o yüzden.
Bana kalırsa Serdar Ortaç, gerçekçi bir yıldız olmanın meyvesini yiyor, yiyecek. Tarkan'ı da bir yirmi sene sonra "Türkçe pop dinleyicileri, radyoları, televizyonlar, MÜSİAD bana haksızlık etti. Elimden tutmadılar. Emekli maaşıyla geçiniyorum." söylemlerine tutunmuş, koca göbeğiyle, saçsız başıyla görürüz.
Evet candostlar. Bir sonraki yazımda bambaşka bam tellerine basmak üzere, hoççakalın.