Denizlili Obama haberinden bahsetmek için koymadım vallahi. Olayım sadece sol yandaki abladır, saçları bir gece önceden gençliğindeki Farah Fawcett'inkilere benzetmek için sarmadıysa ne olayım.
Burayı da sezyum.com'a çevirdim, özür diliyorum. Artık hep düzgün şeyler. Hiç gündemlemece yok. Söz.
High School Musical'a bakıyorsun, öyle. Gossip Girl'e bakıyorsun, öyle. Her yanı kalın kaşlı, fırfırlı kaşlı, dolgun kaşlı, tilki tipli çocuklar. Bir de lüküs muhit kuaförlerinde çalışan çıraklara benzemiyorlar mı? Saç yıkarken arkada duran arkadaşlarıyla kaş gözle anlaşıp, güler bunlar. Sen de "bir yerimde bir şey mi var acaba, burnumda sümük mü var? neye gülüyorlar ulan?" diye dellendiğinle kalırsın. Bey diye hitaplamalar. Bu vesileyle birbirine iş buyurma, laf sokma, dalga geçmeler. "Yunus Bey, (kikirdemeler), yerdeki saçları alabilir misiniz lütfen?" Misiniz lütfen kısmında ses yükselir illa ki. Her dakika güler bu herifler. Dükkana girdiği ilk günkü çekingenliği buhar gibi dağılıp gidince, küstah bir dalgacılık gelir yerine. Farketmez gençler, hepinizi seviyoruz. Saçlarımızı düzleştiriyorsunuz. Ama bu benzerleriniz acayip paralar yapıyor, sadece kunduz tiplerine yapıştırılmış kırpık kaşlarıyla. Haberiniz olsun da alıp durmayın Arto gibi.
22 Şubat 2009 Pazar
Tuğçe: Gelince Coca Cola kutup ayüları gibi yanyana kıçları koyup ufka bakalım yeter. Me: Yerim ben seni eşşoğlueşşek.
Bu yaz Amarıka'ya gittiğim esnada, zor zamanlarda ve neşeli zamanlarda hep bu şarkıyı dinlemiştim. Bir tür bağımlılık oldu. Bir yandan Stockholm'ün yazını hatırlatıyor, ona da efkarlanıyorum. Ortaya koyuyorum, isteyen tabağına alsın.
Ortalık Televole'ye dönmesin istiyorum, ama kısmet olmuyor yahu.
Afedersünüz ama şu dönüşümü sergilemeyeceksem, bu blogu camdan aşağı atayım daha iyi. Engin Koç, SSK'dan emekli olmuş, iyi mi?
The Pursuit of Happyness (happiness değilmiş, dikkatinizi çekiyorum)'i izledim bir kere daha. Aslında geçen sefer yarım izlemiştim, o sayılmazdı. Bu sefer de 3/4 izledim gerçi. Yine aynı yerlerde gözyaşları sel oldu aktı. Şu aşağıya koyacağım kısmını, kilisedeki anları izleyip de ağlamayan arkadaşa demirbilek, çelikyelek ünvanı vereceğim.
Madonna, Fiona Apple, Missy Elliott, Tori Amos. Bu yazıya birkaç örnek daha bulayım diye Google'da arattığım kelimeleri ve bulduklarımı ne siz sorun, ne ben söyleyeyim.
Olaylar şöyle gelişiyor:
Tomwood bana Fiona Apple'ın Elvis Costello'yla düetleştiği "I want you" performans kaydını görüp görmediğimi soruyor, ben de "gördüm ve popoma benziyor" diyorum. Kötü anlamda popoma yani.
Sonra o gazla bir daha izleyip uyuz olmak için videoyu açıyorum:
Fiona Apple'ı çok sevmeme rağmen bu eğik büğük şarkı söylemeleri beni illet ediyor. Ananemin perdelerini giymiş gibi, öyle kambur duruyor ki, kolları on santim görünüyor ve şu haliyle non-popstar Serkül'den farkı yok. Serkül'ü hatırlamayanlarınız için bir reminder:
Kendisi gagavan Firdevs, ossiki diş gülümseyerek şarkı söyleme üstadı Barış ve kokocu Bayhan'ın bulunduğu şahane Popostarda, popoluk görevini ifşa ediyordu. (AYYYYY, ne ayıp sakatlarla mı dalga şeyediyorsun? Sakatlığından ziyade, sakatlığını gözümüze soka soka, "sakatım ve vicdanın varsa oy vereceksin" saldırganlığından bıktık be annem.) Sonra aklıma geliyor, "aa şuyunu da dinliyim, buyunu da dinliyim" diye Youtube'da Fiona abanmalarındayken tecavüz vakasını hatırlıyorum. O da tecavüz mağduru. Yukarıda saydığım isimler gibi. ULAN, ne oluyor dememe kalmadan, bir bakıyorum ki cinlenmişim yine, sinirlenmişim.
Varan 2: The mentalist, House gibi dizilere bakıyoruz. Başta bir kadın müdür, halden anlamaz, çağın gelişmelerinden bihaber, statükocu. Başroldeki ve diziye adını veren şahsa bakıyoruz; yarı çatlak, çevresi tarafından sık sık eleştirilmesine rağmen bildiğini okuyan ve okuduğu her seferinde doğru çıkan. Baştaki eleştirilere kulak asmamasının sonucunu alan, meyvesini toplayan. Yani inovatif kişilikler. Onlar olmasa da, sadece kurallara uymacı, durumları sorgulamayıcı ablalara kalsak, ne davalar çözülecek, ne hastalar iyileşecek! Ne bu ULAN? Feminist arkadaşlar Seksendisiti'ye güç kavramını erkek gibi olmakta, erkek gibi kolayca yatıp kalkmakta aradığı için; Girls of the Playboy Mansion'ı kız kısmısı çok eşli, erkek kısmı tek eşli, bir nevi genelev zihniyetinde olduğu için, The Bachelor'ı harem usulü bir yaşamı, o yaşam uğruna kadınlara avukatlığı, iç mimarlığı bıraktırıp aşk kölesi ettirdiği için karşı gelmeyecek, ses çıkarmayacak mı? Çıkardıysa neden yetmedi? Yettiyse neden hala bunlar devam ediyor? Kepazelik.
Gelelim o da bir tecavüz mağduru hikayesine.
Yukarıda ismini saydığım insanlar şarkılarında sayacak, sövecek, ananız kim diyecek. Plak şirketleri de bu cinsel saldırganlığı, kombinezonla sahneye çıkmayı makul mü gösterecek bu hikayeleri açık etmekle? Tecavüzün kendisi yeterince kötü değilmiş gibi, bir de bunun edebiyatını yapmak, "bu şarkıyı tecavüzüme ithafen yazdım" durumuna izin vermek daha mı doğru?
Haydi, bu sorulara cevap vermek için son beş dakika. Bitirenler; kağıtları arkadan öne doğru uzatalım.
19 Şubat 2009 Perşembe
Noktası-virgülü değişmeden Sacitaslan.com'dan:
Clive Owen'ı “The International”ın Türkiye'deki çekimleri sırasında en çok şaşırtan, Kapalıçarşı'daki çekimlerinde elinde silahla koşmasına kimsenin tepki vermemesi olmuş...
“Oraya set kurmak mümkün değildi. Çok kalabalıktı. Yanıma, benden uzakta duran bir güvenlik görevlisi, elime de bir silah verdiler. Elimde silah koşturuyordum. Millet film çekildiğinden haberdar değildi. Endişeyle bakanlar oluyordu ama bir Allah'ın kulu da müdahale etmedi. Böyle bir şeyin Londra veya Milano'da olduğunu düşünemiyorum.”
Owen, açıklamaların ardından çalan telefonunu açarak "yengecim, yemek hazırsa uğrayalım Salim'le. Beş dakika yiyip çıkıcaz. Eniştem dükkanda mı?" şeklinde konuştukta sonra, koltuğunun yanına koyduğu Migros poşetini alıp, muhabirimize "haydi kal sağlıcakla" diyerek mekanı terk etti.
Eskiden IRC'de böyle model adamlar vardı. Nicklerin arkasına saklanır, aynı Amerikan filmlerindeki hain, ayrımcı lise gençleri gibi (ki hepsi zaten lise öğrencisiydi) yeni gelenleri aşağılamalar, efendime söyleyeyim ezmeler, kanal ortasında küçük düşürmeler, hakaret etmeler.. Uhuuuu-uh, ne istersen. Saymakla bitmez.
Kavrama yabancı olanlara açıklayayım;
Bir monitörde sürekli akan kelimeler, kimin ne konuştuğu, kimle konuştuğu, kime hitap ettiği anlaşılamayan bir ortam. O zamanlar "iplemeyen" adam olmak epey moda tabi. Needless to say. Her zaman prim yapan bir tavır. Ağır ol, molla desinler hesabı. Ağır oldukça biz de onları bir bok sanıyoruz. Abi, abla yaşındalar. Bunu biliyoruz. ULAN, bildiğin lise çocukları işte. Çoğu pipisinden akıtamadığını içselleştirip sivilce olarak döküyor. Sonra bir de kanal buluşmaları. AA, meraba ben şey. Nickim de çılgın-punkie-görl. Öyle mi, ben de nicki-yemişim-sana-bişey-olmasın. İnternette ne çok konuştuk, ne çok paylaştık. Ammmman ya-reb-bbiiiii!!! 15 senelik ömrü anlata anlata bitiremedik. Ne yaşadıysak artık. 12'ye kadarki dönemi salla zaten. Sonrası epey yoğun geçmiş olsa gerekti, kanaatimizce. Anlat babam anlat. Sabbahlara kadar. Ayşegül de bilir. Neyse işte, bu doyasıya kendimizi ifşa etme manyaklığına kapılmışken, kanalın über çirkin, en abaz tipleri serto çıkardı. Höst möst çekerdi. Kedi gibi, alanlarını işaretlemek için başka gençleri tepelerdi. Bakar mısın? Sonradan onlar da ekşisözlük yazarı oldular da, sayelerinde eserlerinden mahrum kalmıyoruz. Her konu üzerinde ne düşündüklerini, ne yiyip ne içtiklerini, kimle yattıklarını da ne konserlerine gittiklerini öğrenebiliyoruz. Bu arkadaşlara ortak blog oldu Ekşi işte.
İşte, tam bu günlerde koca harflerle, caps locka locka gülmeler meşhurdu. Kız olduğumdan başıma bir şey gelmedi, erkeklerin arasındaki bu sohbetler bize pek değmedi. Ama olur olmaz ZUAHAHAH'larmış, MUAHAHAHA'larmış, ahueahueahue'lermiş, bunları çokça gördük.
Nerden nereye, akıl dediğin bir kaygan sabun. Elde tutulmuyor.
Şimdi sizlerle kısa bir öykümü paylaşacağım. Tamamen el emeğim, göz nurum. Bizzat, gülmek için tasarladım. Güldüm ve güldürdüm.
Yanan adamın isyanı:
Karısını, işini ve lösemili çocuğunu kaybeden Varol Tabak, TBMM önünde kendini benzin dökerek yaktı. Bu esnada gözlerindeki kontak lensleri de tutuşan Tabak, "Buradan tüm oftalmolojistleri duyarlı olmaya davet ediyorum." dedi. Bir gözüne yeşil, diğerine mavi lens takıp van kedisi olarak geçimini sağladığı öğrenilen Tabak, "Türkiye İran ol-ma-ya-caaak!" sloganıyla gösterisini tamamlamasının ardından "Davos'ta hakkımızı yediler, 3 puan bizim olacaktı! İnbe hakem!" yazılı pankartıyla Atatürk heykelinin üzerinde gazetecilere poz verdi.
Writer's block is a phenomenon involving temporary loss of ability to begin or continue writing, usually due to lack of inspiration or creativity. Writer's block can also be a hindrance even when the writer feels that they already have a story in mind but can get no further than part of that story.
Çok uzun zamandır writer's blocktan mustariptim. Yazmak istemiyordum, okuduysam beğenmiyordum. Beğendiysem, kendi yazdıklarımı küçük görüyordum. Daha gitmem gereken çok yol var diye üşeniyordum.
Sonra yazmaya karar verdim. Yazdım.
Son bir haftadır gerçek masterpiece'ime başlamış vaziyetteyim. Yakın zamanda biteceğini garantileyemiyorum AMA iyi olacağını, ikinci kalite olmayacağını garantileyebiliyorum.
Sabah akşam ve sonra yine sabah ve akşam Tyra Banks'in Top Modellarını sezon sezon izliyoruz televizyondan. Bir şeyler öğrendik, yalan değil. Sergiler arası kola molası vermiş iken.
Enterensandır ki Canon yazısını tam düz koymuşum. Kapağı ağzıma atarken özel bir planım bile yoktu.
Şöyle ne idüğü belirsiz fotoğrafı koyduysam sebebi var: Tarih yazmışız, tarih olmuşuz da haberimiz yok. Abaküsün yanında GameBoy'u görüyorsunuz ve işin acısı benimki kırmızı bile değildi. Çimento rengi GameBoylarla, ishal kedi kakası rengi monitörlerle oynadık saatlerce. 1 milyon 600 bin liraydı galiba aldığımızda. Paramızla rezil olduk.
Minik askerlerin olduğu bu rafı komple eve götürmek istedim.
Görmüş olduğunuz fotoğraf adeta bir Disney yapımından fırlamış gibi çıktı, görür görmez aşığı oldum. Tüm gün aynı fotoğrafı defalarca çekmek istedim. Böyle minyatür hayvancıklar falan. Konsepti anladınız. Hangi çocuk bıçak bileycisiyle oynamak ister, bilemedim. But again, hangi çocuk yorgancı olmak isterdi ki? Bu soruya üzülerek ben diye cevap vereceğim. Sabah 6'da kalkıp, o soğukta servise inmiş, okula giderken, dükkanının hem vitrini hem de atölyesi olan cam önünde on-onbeş yorganın üstüne uzanmış, sakin sakin oturduğu yerden işini yapan yorgancıları gördükçe kararım pekişiyordu.
Oyuncak seksiyonunda elbette ki Lego olacaktı. Komiser Şahin'i Vespa'sıyla Emniyet'in önünde görüntülemeyi başardık.
Minyatür ev eşyası oyuncakları beni deliye çevirdiği için bu mutfak terazisine duyduğum aşkı aranızda pipisi olanlara anlatmam mümkün değil. Anlarsa beni kukular anlar diyorum. Oyuncak çamaşır makinası, elektrik süpürgesi, ütü falan derken TRT 1 Tatlı cadı, Bewitched'deki ev ve öyle kompakt bir hayat yaşamak hayalindeydim uzunca bir süre. Sevmiyorum anacım, SE-VE-Mİ-YO-RUM: Plazma televizyon ve modern ev gereçleri.
İsveçlilerdeki dayama-döşeme hastalığı eski yıllara dayanıyor. Bizde salona konup "vitrin/büfe" tabir edilen (selam olsun orta sınıf ailelere) camlı dolapları değerlendirip süsleyip çocuklarına hediye veriyorlarmış. Ondan sonracığma çocuklar da içlerine ıncık cincik mobilya falan tasarlayıp koyuyormuş. On yaşımda şöyle bir dünyanın varolduğunu söyleselerdi ilk tekneyle İsveç'e göçerdim. Çok iyi hatırlıyorum; bizim "büfe"nin birkaç rafında defalarca aynı şeyi yapmaya çabalamış idim.
Bu fotoğrafta geleneksel İsveç el sanatlarının modern izdüşümleri uğruna poz vermekteyim. Altımdaki sandalye asıl özne olacaktı. Güzelliğimle gölgelemişim. Ne yazık!
Görgüsüzlükte çağ atlayarak bu blogdaki en fotoğrafmanyağı entry'yi girmek üzereyim.
Dün Serhan'la Nordiska Museet'e gittik. Gitmekten geri durduğum bir yer olarak Nordiska'yı bunca zamandır İskandinav narsisizminin doruğu gibi görüyordum. Kültür Bakanlığı'na bağlı çalışmadığımdan da "banane, neyine bakıcam kabın kacağın" deme hakkım gayet saklıydı. Fakat gazetede Nordiska'ya yeni gelen moda fotoğrafları sergisi ilanını görünce, en azından bu geçici sergi uğruna Nordiska'ya bir uğrayalım diye düşündüm. İyi ki düşünmüşüm. Kap-kacak haricinde moda fotoğrafları dahil, geçici 3 sergi daha gördük. Bir de oyuncak bölümü vardı ki, eyvahlar olsun. İlgimi en çok çeken dollhouseları bir kenara ayırıp başka entry'de irdelemek için şerh düşeyim, şimdilik sizleri bir kaç Nordiska hatırasıyla şeyedeyim.
Hadi yine iyisiniz var ya. Ben de iyiyim. Sağolun.
- Hadi sandal, Mustafa Sandal, bize bi şarkı okuyacak mısın? - Söyliyim tabi abi, olur. - Ne okuycaksın? - Son albümden "Pazara kadar"ı söyliyelim abi. - Ne pazarı bu Musti, Salı Pazarı mı? (iğrenç ibo gülüşü hayal edelim mi tam burda)(biricik halkımız kendi salyasında boğuluyor gülerken tam bu esnada)(kıç kıça parantezler) - Ahaahaa, abi alemsin hadi o zaman hep beraber söyleyelim mi?
Şu çılgın elitler. Biz. Gözlerinin yağını yiyeyim Serhan.
Bu diyalog İbo Show'da hiç gerçekleşmedi. Ama bizimkine teğet geçip duran başka bir kozmosta kaçınılmazdı. Serhan da tutup yakaladı, üşenmedi, bana yazıp gönderdi. Ben de böyle gerçeküstü gerçekliğine hayran olup, defalarca okudum. Defalarca okudum. Son albümden.
Davos'ta Erdoğan herkeşe tırpanı çekti, dünya bunu konuşuyor. İyi mi oldu, kötü mü, belli değil. Bir yanda İslam dünyasının goygoyunu arkamıza almışız, adamlara fahri müttefik olmuşuz. Öte yandan herkesin dilinin ucuna gelip de, çıkarlarını sağlama almak adına yuttuğunu söylemişiz. Eurovision'da ön sıralardaki izleyiciler Türk bayrağı sallıyorsa zevke gelen bir millet değil miyiz? Politik olan, olmayan her durumu kendi kendimize "Türk'ün dünyanın geriye kalanıyla imtihanı ve önlenemez zaferi ve yükselişi" şeklinde yorumlamıyor muyuz? O zaman hem "yürrü be koçum", "hela-lolsun" diyeceğiz, öte yandan 3. dünya ülkesi halimizle şahtık, şimdi şahbaz mı olduk diye de düşüneceğiz. Çünkü Avrupa'yla Asya'nın kesiştiği yeriz güzel ağbiycim. Bir yanımız mantığa meyletse de, diğer yanımız canımciğerim edebiyatı yapacak. Evropa, Amarıka ondan merak etmiyor mu bizi? Karakterin, karaktersizliğe dönüştüğü yerde durduğumuz için. Hem etliden hem sütlüden alıp, yolumuzu bulmak istediğimiz için. Yolunu bulmak derken, argo manasında, "At 3-5 de yolumuzu bulalım" manasında diyorum. Bizi çok güzel özetleyen bir laf değil mi, yolunu bulmak. Save the day sendromu da diyebiliriz. Yaldır yaldır geliyorlar işte adamlar, İstanbul'u görmek istiyorlar mesela. Ellerinde fotoğraf makinaları. Cami çekecekler. Önünden mini etekliyle çarşaflının ters yönlere yürüdüğü tarihi bina çekecekler. Pipisini kaşıyan pis, fırça bıyıklı heriflerle, kalın telli, köylü saçlarını jöleyle yıkılmaz bir mohawk heykeline çevirmiş, piercing manyağı olmuş Maltepeli kuaför çırağı çocukların aynı yolda yürüdüğünü hayretle gözlemleyecekler. Mercedes'le Doğan arabaların yanyana gittiği trafikte sıkışacaklar. Cebinde parası olanın Tünel'deki eğlencesiyle, bir sokak arkasındaki "eller havaya" türkü barın eğlencesinin sesi karışacak, buna mozaik diyecekler, füzyon diyecekler. Egzantrik diyecekler, rüya gibi diyecekler. Haddini bilmezlik, cebini bilmezlik, durumunu bilmezlik, o yüzden cahil cesareti, o yüzden kayıtsızlık. O yüzden yanlış da en az doğru kadar saygı görüyor Türkiye'de. Adam buna şok oluyor işte. Onda fakirin durduğu yerle zenginin durduğu yer yağla su gibi ayrışmış, karışamayacak bir biçimde. Cahille okumuşun birbirinden ayrılması ve saygının doğru oranda dağıtılmış olması gibi. Bizdeki cahili, yalanı, yanlışı da ülkenin çıkarlarını korumak adına pışpışlamak ve zamanla yanlışla doğru arasındaki çizginin belirsizleşmesi ve anormalin normalize edilmesi var. Adam bayılıyor. Karikatürün, Emir Kusturica filminin içinde yaşamak gibi geliyor İstanbul'da olmak. Bir haftalığına, bir aylığına. Azıcık da proje adamıysa birkaç yıllığına. Batılı bakış açısıyla o arabeskliği yakalarsa biliyor ki tutmama imkanı yok o projenin, o serginin. Biliyor ki batı narsistin allahı. Bayılacak bu işe. Bu "doğal olarak arabesk"liğe. Biliyor ki kendimiz, Türklüğümüzden, önyargılarımızdan, engellerimizden kurtulup, arabeskliğimizi göremiyoruz. Gördüysek de bir zaman, artık unutmuşuz. Farkına bile varmıyoruz.
Ha işte, ne diyordum. Yani, böyle ülkeye böyle başbakan. Cıbılın kabadayısı. Davos'ta hakkını savunduğu müslümanlar kadar, anasına sövdüğü ülkesindeki müslümanlarını önemsemiyor. Neden? Kemalist tipler bu soruya bayılıyor işte. Hemen "Tayyip" kısaltmasıyla kendilerinden uzaklaştırdıkları, küçülttükleri başbakanlarına soruyorlar, neden? Özal'a Turgut dediniz mi ulan? Demirel'e Süleyman dediniz mi? Bu adam neden Tayyip oldu? 90'ların orta sınıf lükslerini temsil eden "yazlık"larınızdan koştur koştur gelip de oy verdiğiniz adama Deniz diye hitap edecek misiniz, çarşaflılara CHP rozeti takıştırdı diye? Tayyip bu yüzden sizi de temsil ediyor işte. Sizin bu çelişkilerinizden o da nasiplenmiş. O da en az sizin kadar yerini bilmiyor. Kendini tribün edebiyatına vermiş. Takımı için öl desen ölecek, biri sahaya taş atarsa tellere tırmanıp haddini bildirecek. Sizden ne farkı var? Onların da oğulları/kızları Boğaziçi'nde okuyor anacım. Onlar da Amerika'da master yapıyorlar. Sizin gibi ÇAĞDAŞ-MODERN değiller ama okuyorlar, naber? Çağdaştan modernden anladığı hala 1920'ler standardında olan siz değil misiniz? Her molla edebiyatına karşılık, yakası açık sakız beyazı gömlekler, dizüstü kalem etekler, röfleli saçlarla İzmir'den, bilmemnereden Atatürkçü düşünce dernekli bir bayan çıkıp Türk kadını piyesi oynamıyor mu gazetelerde, televizyonlarda?
Öğlen öğlen başımı ağrıttınız. House'un başlamasına 40 dakika var. Kapatın ışıkları, ağlamak istiyorum.
Radikal'de dün gördüm şöyle bir model: kim beşyüzbin kron ister? Kim istemez. Lüpür lüpür nasıl yerim, anlatamam. O arkadaş da Tayland'da çocuk fahişelerle bu paraları meze edip yemek için uçup gitmiş nitekim.
"Paranın Göteborg Belediyesi tarafından, belediyeden alacağı olan bir kişinin hesabı yerine söz konusu gencin hesabına yanlışlıkla yatırıldığı sonradan anlaşıldı. Belediyenin yılbaşından bir hafta önce yatırdığı paranın yanlış adrese gittiği, geçen ay yapılan kontrolde ortaya çıkarken, “yanlış hesap”taki para da bulunamadı. Yapılan araştırmada hesabın sahibi 25 yaşındaki gencin Tayland’a tatile gittiği belirlendi. Tayland’dan henüz dönmeyen genç hakkında dava açıldı. Polis, zanlının izini sürüyor. "
Bir sabah kalksam Handelsbanken para otomatına gitsem, beş-altı sıfırlı meblağlarla karşılaşsam. Dolce vita olacak.
Şurada bir gün başımıza geleni anlatayım. Biz de İsveç'te paraları hibe ediyorduk az kalsın var ya.
Tilly, ben, bir de Esen'di galiba. Östermalm'de yürüyoruz, Saturnus diye bir French cafeye gideceğiz. Giderayak bir para çekeyim dedim. Ama yanlış hatırlamıyorsam Stockholm'de de ilk aylarımdaydım. ATM'le alışverişim çok geç başladı, biliyorsunuz. Annem bana epeyce bir nakit bırakmıştı, bankada hesap daha açtırmamıştım, vesaire. Neyseciğime, sen git oradan bin kron çekmeye niyet et. Sonra ekranda yazan yazıyı yanlış anlayıp "çalışmıyormuş bu makine, tüh" deyip uzaklaş. Meğersem parayı vermek üzereymiş. Ben uzaklaşırken paracıklarımı bir teyze arkamdan getiriyor seslene seslene.