Stockholm'e de kış geldi, hem de ne gracefully. Şehir mi, şehre duyulan aşk mı iştah kabartıyor, bilemedim. İlk buraya geldiğimde de karakışın tam ortasına düşmüştüm ve nefret etmiştim. Gri-beyaz yığına karşı kendimi yenik hissediyordum. Etraftakilerden bitmek bilmez "ayyy Stockholm'ün yazı bambaşkadır" salyaakıtmaları duydukça çileden çıkıyordum;
Ne diyorsunuz BE, ne yazı? Yaz böyle bir şehre gelse ne olur? Hadi geldi, güzelleşti diyelim, YAZIN NERESİ GÜZEL OLMAZ Kİ? Burası güzelleşmiş çok mu? Yazın özelliği odur, insanlara iyi hissettirir, yaşamaya değer hissettirir; çamuru, soğuğu ve rüzgarı unutturur, hayatı renkli güneş şemsiyesi altında bir şezlonga uzanmış gibi kolay yaşanacakmışcasına çekici ve çilekli dondurma tadında kılar. Reklam hilesi işte, bunu anlayamadınız mı? Okul girişi boyunca yanyana dikilen ağaçların yaprakları çıkıverdi, yeşillendi diyelim, gölün üstündeki buzlar eridi, so what? Artık kalın montlar giymeyeceğiz o zaman, so-what? Nedir yani, o zamanı bekleyip motive mi olmamız gerekiyor? Yazın buranın birdenbire masal gibi olacağına inanmamız mı gerekiyor?
Sonra Stockholm'e bahar geldi. Minik minik. Nisan'da son bir fırtına koparıp karlar ortadan çekildi. Ağaçlar buzlarını damlattı, kurudular. Ev kedileri dışarda dolanmaya başladılar. Kafeler, masalarını dışarı çıkarttılar. İnsanlar kırmızı burunlarını, yanaklarını yüzlerinden sildiler. Temiz, bir anda içe çekilemeyen güzellikte donuk mavi bir hava gökyüzüne yerleşti. Güneş üzerine düşeni yapmaya başladı. Gri binalar yine gri kaldı da, gerisi binbir renge daldı. Sokaklar bitki kokmaya başladı. Aynı okul yolundaki aynı ağaçlar, bin çeşit yaprağı güneşe çevirdi, simli yeşile boyandı. İnsanın içindeki tüm çamur, tüm kötülük, tüm kötücül düşünceler, tüm olumsuzluk ve imkansızlıklar kendini hafifmeşrep bir olanağa dönüştürdü. İnsanı inandırdı. Daha iyi günlerin geleceğine, aslında düzelebileceğine. Bulutlar top top şekillere girdiler, gökkuşakları çifter çifter belirdiler. Gamla Stan'da göl kenarına oturunca havanın neredeyse hiç kararmadığı günler kavanozda kalan son bir kaşık Nutella gibi hüzünlü gelmeye başladı. Dondurmacılardan taze pişmiş kornet kokuları yayıldı, turistler tahta atların başköşede durduğu souvenir shoplara dolup dolup boşaldılar. Otobüslerde insanlar sabah güneşi sayesinde diğerlerine gülümsediler, laf attılar. Kızlar, kış boyu ayaklarından çıkarmadıkları incecik bez ayakkabılarının içinde ilk defa üşümediler. Deri ceketleriyle erkekler iki büklüm olmadan caka sattılar. Herkes sokağa çıktı, öyle ki; Sergelstorg Taksim Meydanı'na döndü. Hiç görmediğim çiçekler, bitkiler, böcekler kendilerini sunmaya başladılar, insanı kolundan tutup içlerine çektiler. "Dahası ne, daha somut anlat" diyeceksin ama bilemiyorum. Şu yazıya fotoğraf ararken uzun uzun bakınmama rağmen farkettim ki kimse neyi görüntüleyeceğini bilememiş. Kimse tek kareye sığdıramamış. Ben de tek paragrafa sığdıramıyorum. Tarif etmekte güçlük çekiyorum.
Bir yere gitmek, bir yemek yemek, bir içki içmek, bir film görmek, bir arkadaşla konuşmak çekici şeylerdir kitabımda. Fakat bunlar olmadan da, bunları yapmadığım günlerde de mutlu oldum burada. Nasıl enteresan. Ne giyeceğimi, saçımı nasıl tarayacağımı düşünmeden kendimi en güzel hissettiğim, kendi tarihimde en çok kendimle barıştığım bir dönem oldu bu yaz. Tüm o yersizyurtsuzluk, başkalarının evinde, başkasının yatağında ödediğim kirayla yatıyor olmak, buzdolaplarında tek raflık saltanatımın olması, o apartman dairesinde mobilyalardan daha geçici olmak hissini bastıran sağlamlıkta bir aitlik içimde kök salmaya başladı. İlk defa yerliyurtlu olmamı sorguladım. Bağlandığım şeyleri, İstanbul'da içinde dönüp durduğum, kronikleşmiş tutkularımı ve oluş biçimimi ve bir sürü şeyi. Yerliyurtlu olmak ne demek? Bir yerde doğmak, büyümek, o yeri çok sevmek, o yeri ezbere yaşamak, çoğu zaman neye baktığını, ne gördüğünü anlamadan eve vardığını fark etmek. Durup nefes almadan yaşamak, yarını, öbür günü, sonraki yılı, sonraki dönüm noktasını bekleyerek yaşamak, mutlu ölmek, malvarlıklı ölmek için yaşamak, daha az kırışık, daha az hasta ölebilmek için yaşamak, seni öldürecek hastalığı en pahalı yollarla tedavi ettirebilme olanağın olsun diye köpek gibi çalışarak yaşamak, köpek gibi yaşamak, köpekçe yaşamak. Bunun sonu nerede? Kim bir diğerini uyandırıp İstanbul'da yaşadığımızın sağlıklı psikolojide yaşanamayacak bir ihtimal olduğunu söyleyecek? Kim bununla yüzleşebilecek? Kimse. Herkesin inanmak zorunda olduğu, koşulsuz inanmazsa oyunun dışında kalacağı süperfırfırlı bir yalan İstanbul. Cahil insanların kolkola cahil olmadığını bir diğer cahile onaylattığı, dışardan kimseye sormaya cesaret edemediği, "iyiyiz di mi? evet biz çok iyiyiz, en iyi biziz" dediği cins bir saçmalık. Bu saçmalık içinde en kötü ihtimalleri yaşadık, yaşıyoruz. Ben bir anlık kafamı dışarı çıkardım, bir sürelik, kısacık bir sürelik. İsterim ki bu gördüklerimi bir daha hiç unutmayayım.
Şimdi ben biliyorum, bunu bazısı okuyup "Şahtın, şahbaz mı oldun? Gittin de bişey mi oldun? Hamdın, piştin, yandın mı? Yapma bana numara" şeklinde etiketliyor. Halbuki bu anlattıklarım benden başkasına yarayacak deneyim değil. Benden başkası sempati duysun diye değil. Olay da orada kopuyor. Bana İstanbul kaygılarıyla, etiketleriyle gelme. Bana Türkiye'de bırakmak istediğim pis, yapışkan kötücüllüklerle yaklaşma. Yaklaşanın ağzına tokat geliyor.
Düşünüyorum da; vefa denebilir. Aynı gri yığına bakıp farklı şeyi görüyorsam, kargaya yavrusu kuzgun görünüyor diyedir. Bu yaprakların sararmasını ve kızarmasını ve dalından kopup sokaklara yama olarak soğuğa kibarca boyun eğmesini izledim. Şimdi o ağaç kuruysa da ben bakınca öyle göremiyorum. Sarmaşdolaş Stockholm aşkımla karar veremiyorum: Yazı mı daha güzel, kışı mı?